Doğarken güneş nazlı nazlı, hem bir hüzün bırakır gönülde hem de bir umut… Neleri getirdiği bilinemeyecek olan yeni bir günün ilk kıvılcımlarını sunar meraklı bakışlara. Tecessüs, ölümsüzlük hissinin kardeşi. Doyum hali, ölmenin ve bir daha asla diril/e/memenin adı. Gün/enş/e dönen bir yüz, onunla harekete geçen bir beden ne kadar da şanslı. Öte yandan bazıları gör/e/mez güneşin doğuşunu. Çünkü o bazıları esirdir yataklar/ın/a. Halbuki er davranan çok iş görürdü eskilere göre. Ve inanan kişinin üzerine doğmamalıydı güneş hikmetli yüreklerin söylemince. Bugün de güzel şeyler var diyorlar ama. Eskiden daha bir tadındaymış sanki her şey… Sokaktan hâneye, ilimden irfâna, adaletten insafa, tekkeden câmiye… İnsân-ı kâmil’i doğuran pek çok şey varmış sanki…
Doğarken bir bebek dünyaya sıkı sıkı kapalıdır yumuk yumuk... “Bu dünyaya öyle bir tutunacağım ki herkes şaşıracak” der gibi. Bayağı direnir gün ışığına. Memnundur ana canını, ana gıdasını tüketerek beslenmekten ve hayat sürdürmekten. Ama tayininde kendisinin hissedar olmadığı bir sahnenin başrol oyuncusu olmaya mahkumdur hayatın bir yorumuna bakılırsa. Bu mahkumiyet, güne doğmanın ve anne karnından ayrılmanın verdiği ıstırapla gözyaşına dönüşür ilk anlardan itibaren. Ağlar ama yapacak bir şey yoktur artık yürümekten gayri. Ve yürür ta kabre kadar durmadan, hep kendinden bir şeyler vere vere. Uzandığında toprağa açıktır göğe doğru elleri. “Ey dünya seni elde etmek kim, ben kim, işte ellerim bomboş” der gibi. Asıl yürüyüşün eşiğinde eli boş olmak. Kötü şey olsa gerek vesselam…
Kimi insanlar kimilerine doğar. Onu açar, ona açılır. Kendisinin yegane sonsuzluk imkanı olan “kendine özgülük” şuurunu özgürce paylaşır. Açtığı yürek, kendisini de açar çünkü. Ona, kendisine doğma imkanı verir. İnsanın sakladıkları var bir taraftan aslına bakılırsa. Kimin için saklandıkları bir türlü bilinemeyen şeyler işte. Bir zaman dertli birilerinin üzeri yılların yükü ile tozlanan erdemlere talip oluşu, harekete geçirir doğmak isteyen yüreği. Sunmanın ve kabul görmenin bir lezzeti vardır şüphesiz. Sonsuz olmanın, hep yaşamanın da yakışıklı bir adı var inkar edilemez bir şekilde. O adı arayanlar ve bulanlar da var öte yandan. Kim hikmeti yitik bildi, bastı bağrına o yürüdü gitti ötelere. Zaten durma düşüncesi, kemâl iddiası değil mi insanı makineleştiren? Sıradanlaşmak denen şey, her şeyi sıradan bilmek ve mevcut sınırlarının ötesini bırakıp ânını mutlaklaştırmak olsa gerek. Böylesi bir zihin doğ/ur/amaz…
Rahmet-i ilâhi doğacak yürek arar her dem bilir mi ki insan? Elini açanı, bağışlanma dileyeni, halini arz edeni bağrına basar sımsıkı. Çünkü insanın gerçek doğumu, kendisinin gerçekliğinin farkına vardığı o mübarek zamandır. Ve işte o an, rahmân olanın ikliminin hakka’l-yakîn kavrandığı andır. İnsanın doğumu tam olarak budur. Bu dünyada olunsa dahi, yeni bir âleme gözlerini açmaktır. Öte-dünyalı yaşamanın lezzetine varmaktır. Rahmân’ın soluğuyla doğmayı bilen niceler, arkalarında öyle nur huzmeleri bıraktılar ki, hala ışımaktayız sayelerinde. Hala okumaktayız sadırlarından söylediklerini; hala dinlemekteyiz sonsuzluk terennüm eden nağmelerini; hala görmekteyiz mütevazilik kokan devasa eserlerini. Doğ/ul/du mu b/öyle doğ/ul/malı…
Sessizlik, sözsüzlük değil kesinlikle. Nicelerinin ne sözleri var ki, ancak göğüslerine dayanan kulaklarla işitile/bile/n. Ama bekliyor onlar. Körler mahallesinde ayna satmıyorlar. Gece-gündüz ellerinde fener olsa da aradıkları tâlib için, attıkları adımın hesabını dikkatle yapıyorlar. Sözün değerini yere düşürmüyorlar. Biliyorlar ki kâinat bir döngü içinde. Güneşin batımı olduğu gibi doğumu da olacak. O doğumda dinç olmak istiyorlar. Farklı göz ve zihinlerle kirletilmemiş saf düşüncelerini o güne, o kutlu doğumlara saklıyorlar. Sonsuzluk kokan heceleri kuşanmış bir halde doğar/lar/ken o beklenen güne, aslında söyleyecek sözlerinin olduğunu cümle-âlem gördüğünde ve yürüdüklerinde eskilerin bıraktığı o nur huzmeli yolda, gerçek doğumun muhteşem bir provasını da yapmış olacaklar. Gerçek doğum mu? Sonsuz olmak…
Bir bilge “dört yüz yıl öncesinde yaşıyorum evladım” demiş kendisinin bu çağda pek görülemeyecek türden erdemli bir tavrına şahit olan sekülerleşmiş bir zihne. Özlem mi, gerçek mi? Hem dünün ahlâkî dinginliğinde hem de bugünün insanı lime lime eden sürati ve eşyaya boğulmuşluğunun içerisinde yaşamanın imkânı var mı? Yoksa insan geçmişe mi doğmaya çalışmalı bilerek ve isteyerek? Geçmişe doğmanın ciddî bir beceri istediği açık. Hele de yüz sene önce yazılanları okuyamayacak derecede servetinin cahili kimselerce. Ama aynı zamanda bir imkân. Çünkü yeryüzünde ilk defa söylenen hiçbir söz yok. Bu tarz bir doğuş, salt olarak geçmişin meftunu olma ile sanki o yokmuş gibi davranmanın iki keskin ucundan ve düşünce üretememenin can sıkıcılığından kurtarır belki de bizi…
Geçmiş ya da şimdi… Zamana bağımlı olmaktan başka imkânımız yok. İnsanın tek sermayesi sadece “şimdi” oldu âhir zamanda. Büyük bir erdem bilindi “şimdi” ile meşgul olmak. Geçmiş ise zaten ötelenmişti ulaşılması güç bir menzile. Peki ya yarın? Yarın mefhumu, hakikî anlamıyla bugünden sonra gelecek olan, gelmesi fizik kanunlar gereği gereken zaman dilimini ifade ediyor. Zorunluluk düşüncesi ile fazlasıyla meşgul olmak ya da her şeyi normalleştirmek “yarının gelişi”nin normal bir hâdise olarak algılanması sonucunu doğurdu galiba. Peki, ya yarın gelmezse? Kim garanti verebilir ki güneşin yarın da doğacağına ya da insanın mevcut haliyle yarının güneşinden de yararlanacağına? Ve yarın mefhumu, öte dünyayı ifade eder mecazî olarak. Burada olmayanın, görülemeyenin, algılanamayanın “daha hayırlı olduğu” gerçeğine ciddî bir atıftır bu anlamıyla. Çünkü bugünün yarını ile bu dünyanın yarını birbirinden farklı şeylerdir. İlki bu dünyada bulunması sanki sürekli imiş gibi bir algıya mensup olanlarla; ikincisi ise bu dünya ile ilgili kalma-gitme noktasında herhangi bir bilgisi olmayanlarla ilintilidir. Ve bu ikinciler için aslolan “doğulacak olan” yeni dünya/lar/dır. Asıl soruna dönülecek olursa, “şimdi”ye fazlaca bağlanma, ona önem atfetme (ibnu’l-vakt olmak mı desek?) iki anlam ifade eder. Gününün yarınını burada bulmayı arzu edenler için “şimdi”, bizatihi “şimdi” olduğu için değerlidir ve o yüzden olabildiğince tüketilmelidir. Bu anlayış tam olarak dünyevileşmedir ve ânı mutlaklaştırmanın zaaflarını içerisinde yoğun bir şekilde barındırır. Yarını âhiret olanlar için “şimdi”, yarının azığını temin etmenin en son imkânı olabileceği için vazgeçilmezdir. Çünkü insanın, yarınını mevcut günü inşa etmektedir. Dolayısıyla “yarına doğmak”, bugünün/bu dünyanın zaaflarından haberdar olunduğunu ifade etmektedir ve tâlib olunası bir şeydir.
Özetle nice ân ve imkân var doğumu arayana. İyi gözlemlemeli insan kendisini ve kendisi dışındakileri. Çünkü doğumlar bazı acıları, sancıları göze almayı gerektirir. Doğ/ur/masını bilenler, buna katlanabilenler olsa gerek…