Bekleyiş…
Kahveye vardığında saat tam ikiydi. Öyle sözleşmişlerdi. Kahvenin tek boş masası cam kenarındaydı. Kendisine bir çay söyleyip oturdu. Elinde bulunan diz üstü bilgisayarını boş sandalyeye, yazılarının ve kitaplarının olduğu bez çantayı da cam kenarında ki kalorifer peteğine bıraktı. Gelmesini beklerken çayını bitirmişti. Cam kenarından dışarıyı rahatça görebiliyordu.
Can sıkıntısına, hemde hazırlık için yazılarının bulunduğu dosyayı ve kitapları çantasından çıkarıp masaya bıraktı. Bir yandan O’nu beklerken, yayınlananlı nerdeyse yedi ayı geçmiş; ama henüz edinip de, sadece altmışdördüncü sayfasına kadar olan yedi öyküsünü okuyabildiği kitabını karıştırmaya başladı. Bazı kelimelerin, bazı da cümlelerin altını çizmişti. En sevdiği öyküsünü tekrar okumak geçti içinden; ilk okuduğunda takılıp kaldığı, döne döne tekrar okuduğu cümledeydi.
Rüyasında bir kuş gören, rüyasında bir kuş olan adamın öyküsünü okurken girmişti beklediği kişi kahveye. Görmemişti. Dalmıştı kitaba. Sol tarafta sütunun arkasında ki, daha çok kahve sahibinden başkasının oturmasının yasak olduğunu andıran masaya oturmuştu. Acaba geldi mi, geliyor mu diye önce dışarıya bakmıştı. İçeriye başını çevirdiğinde göz göze geldiler.
Gelmeyenler.
Ne yazdığını bilmeden uzun zaman yazmıştı. Üç sene kadar önce bir gün, şimdi kendisine çok anlamsız gelen bir hırsla bütün yazdıklarını yırtmıştı. ‘Binin üzerinde şiir, öykü, deneme. Yılların emeklerini beş dakika bile sürmeyen bir zaman da yok edivermiştim’ diye düşündü.
Oysa şimdi, aklına geldikçe hayıflanıyordu. Bazılarını üzerinde çalışılarak kurtarabilirdim, işe yarar hale getirilebilirdim sanıyordu. ‘Bu işin okulu yoktu ki gidip okuyayım. Bir ustam da yoktu elimden tutsun’ dedi kendi kendine. Kendisini hamal gibi hissettiği bir gündü, defalarca elektronik postalar gönderdiği insanlardan, iki satırcık, olmuş ya da olmamış diye bir cevap gelmediği; şurasını düzelt, burasını çıkart şeklinde uyarılar beklediği halde, kimsenin dönmediği bir gün, yok edivermişti hepsini.
Şimdi anlıyordu, hiç birinin yok olmadığını, artık öğrenmeye başlıyordu. Onları yazdığı için, kimse kendisine dönmediği için, bu gün buradaydı. Azimle, yılmadan çalıştı. Okudu, düşündü. Çok fazla eser veremese de yazdı. O gelmeyenler sayesinde, bu gün burada bir gelecek olanı bekliyordu. Elimde dosyası. İçinde son üç yıldaki birikimleri. Arada yazdıkları, üzerinde çalışıp adam edemedikleri hariç, çantasındaydı hepsi.
Bütün gelmeyenlere ve dönmeyenlere bir selam gönderdi gönlünden. ‘Bu günü onlara borçluyum’ diye düşündü. Üzerinden yılların yükünü atmış, hamallıktan emekli olmuş gibi hissetti kendisini. Sabaha ermeyi bekleyen ateşli hastalar gibiydi. İşte bu gün, gelecek olanla aydınlanacağını hissediyordu yolunun.
Yazının peşinde, kelimelerle dolu beyni birden boşalmıştı sanki. Öyle hissetti bir anda. Gelecek olanla tekrar dolacak olan bir dağarcık. Yeni bir gün: Yeni bir başlangıç, cedid bir sayfa gibi açıldı önünde; Bütün şehri bir minyatür, kendisini kuş gibi hafiflemiş hissetti. Rahatlığı yüzüne yansımıştı. Dudaklarında ki hafif tebessümü, gelmeyenlerine bu günün armağını sayıverdi.
Geliş…
Kahveye vardığında saat tam ikiydi. Öyle sözleşmişlerdi. Kahvenin tek boş masası cam kenarındaydı. Kendisine bir çay söyleyip oturdu. Acaba geldi mi, geliyor mu diye önce dışarıya bakmıştı. İçeriye başını çevirdiğinde göz göze geldiler. Beklediği kişi selam verdi önce. O da ayağa kalktı. Tokalaştılar.
—Hoş geldin dedi. Konuşmasında ki sıcak ve samimi bir ses tonuyla. Gelmeyenlerine inat, beklediğinin geldiği kahvede; gelmeyenlerine nispet O’nun geldiği ve bir Pazar gününü kendisine ayırdığı, o kahve de buluştular.
—Hoş bulduk dedi.
Fark ettirmedi kahveye onbeş dakika erken gelip, heyecanla kendisi beklediğini. Daha önceleri de oturup konuşmuşlar, çok çay bardakları boşaltmışlardı. Ama bu sefer ki başkaydı.
Birlikte oturdular sandalyelerine. Bir başkası da vardı yanında, tanıştırdı ama dikkat edemedi; kendisi O’nu bekliyordu. Diğer bütün gelenler, kahvedekiler, yoldan geçenler hatta bütün şehir. ‘Sesim yetişse, edebim müsaade etse susturmak isterdim hepsini’ diye geçirdi aklından.
—Dosya kabarık dedi. Utandı aslında. Kısık ve kırık bir ses tonuyla;
—Evet diyebildi sadece. Oysa söyleyecek, hayır! Soracak ne çok şeyi vardı.
—Başlayalım mı? Dedi. Canına minnetti.
—Nasıl isterseniz dedi. Bu arada çaylar geldi. En son yazdığı hikâyeden başlasın diye onu dosyanın en üstüne koymuştu. Haftalardır üzerinde çalıştığı bir yazıydı. Öyle oldu. Okumaya başladı. Cebinden bir kurşun kalem çıkarıp önüne bıraktı. Eline aldı. Metni dikkatle inceliyordu. İlk önce hikâyenin ismi abartılı ve iddialı gelmişti O’na; Yontma mabet! Sonra okumaya devam etti.
Bir türlü sorunsuz bir giriş yapamazdı, daha ilk cümlede hata yapmıştı. Çizdi. Böylece başladıkları okumalar saatlerce sürdü. Uzun uzun konuştular, notlar aldı. Üslubunu düzeltmesi gerektiğini biliyordu. Ama nasıl? Öğreniyordu. Evden çıkarken hanımı sormuştu da, bildiği halde, kendisi de şakayla karışık;
—Ustam’a gidiyorum demişti. Deyivermişti işte. O’na bu diyalogu da anlattı. ‘Evet, neden olmasın!’ Demesini bekliyordu.
—Estağfurullah, elimizden geleni yaparız dedi. Oysa yapıyordu zaten. Kendisinin eser sandığım kırık kopuk yazılarını okuyor, yorum yapıyor, kâğıda şerh düşüyordu. Aradan saatler geçmişti. Sadece namazlar için ara verdiler. Sonra yine devam ettiler. Bir ara yürüyüş yaptılar. Akşam ezanı okunalı biraz olmuştu. Namazı kılıp birlikte yemek yemeye karar verdiler.
—Bu şehirde Pazar günü aç kalır insan dedi. Üç-dört tane lokanta gezdikten sonra nihayet açık bir yer buldular. Yemekten sonra kalan yazılara da baktılar. Üzerlerinde konuştular. Söylediklerini dikkatle dinledi, notlar aldı. Açılan kapılarını hissetti. Ferahladı.
—Ben yazmaya devam etmek istiyorum dedi. Tek mısra şiirim, iki satır yazım yayınlanmasa da yazmak istiyorum dedi. ‘İddialı mı konuştum acaba’ diye geçirdi aklından.
—Devam et dedi. Bu konuştuklarımız çerçevesinde yazılarını tekrar düzelt bana gönder diye de ekledi. Sesinde ki güven veren ton kendisini etkilemişti.
Gelişler…
—Sizi evinize bırakayım, hem öğrenmiş olurum dedi. Kabul etti. Vedalaşırken tokalaştılar, öpüştüler. Tekrar görüşmek üzere sözleştiler. Arabasıyla uzak yoluna giderken, aklında bu günkü yaşadıkları, O’nun söyledikleri vardı. Hepsini tekrar düşündü, harmanladı. Üstelik tekrar buluşacaklardı. Öyle demişti. Hemen telefona sarılıp;
—Sizi seviyorum, samimiyetiniz için teşekkür ediyorum demek istedi. Hayır dua etti kendisine. Gelmeyenlerine de gülümsedi sadece, onlar sayesinde bu gün, ‘O’ ve kendisi böyle bir gün geçirmişlerdi. Arabasıyla karanlık şehirlerarası yolda giderken, gelmeyenler arkasında gelişler önündeydi. Lastiklerin siyah asfaltı yuttuğu her metrede, gecenin karanlığına inat, ak-pak kapılar açılıyordu sanki önünde.
Ve yazmadan duramayanlar gibi aklına bir hikâye düştü.
Kahveye vardığında saat tam ikiydi. Öyle sözleşmişlerdi. Kahvenin tek boş masası cam kenarındaydı. Kendisine bir çay söyleyip oturdu. Elinde bulunan diz üstü bilgisayarını boş sandalyeye, yazılarının ve kitaplarının olduğu bez çantayı da cam kenarında ki kalorifer peteğine bıraktı, diye başlayan; Ve yazmadan duramayanlar gibi aklına bir hikâye düştü, diye biten.
Eve vardığında yazmaya başladı. Başlamasıyla bitirmesi arasında, bir gün diğer bir güne deveran etmişti. Hatta bir ay, diğer bir aya geçmişti. Zaman, ne garip şey diye düşündü; Bekleyenler, gelmeyenler ve gelenlerle geçen bir zamana, anlam katmak için kelime avlayan bir okçu gibi hissetti kendini. Emir verdi; Ateş…
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)