Menu
KOKU
Öykü • KOKU

KOKU



Okulun son günleriydi. Sınavlar bitmiş, devamsızlığı az olan öğrenciler okulu asmaya başlamışlardı. Öğretmenleri not ortalamalarını belirleme, karne hazırlama telaşı sarmıştı. Havaların ısınmasıyla sınıfın açık duran camlarından, ıhlamur kokuları, ayrımına varılamayan diğer bahar tazeliği ile birlikte sınıfa doluyordu. Dersler sırasında terk edilmiş gibi duran okul, teneffüs zilinin çalması ile birlikte büyük bir uğultuya kapılıveriyordu.

Bu gün sadece iki dersi vardı. Bu sınıfa yılın son dersine girecekti. Edebiyat öğretmeni olarak göreve başladığı bu okulda bir yıl geçivermişti işte. Öğrencilerine yaz tatilinde kitap okuyun tavsiyesinde bulunmuş, onlar da kitap ismi istemişlerdi. Her öğrenciye ayrı bir kitap belirledi. Sonra sınıf listesini beşerli guruplara böldü. Her gurup kendi arasında kitap değişimi yapacak, böylece her öğrenci tatil boyunca beş kitap okumuş olacaktı. Geçen haftaki dersi bu konuya ayırmışlar, kitap isimlerini öğrencilerine söylemişti. Bu son dersi, almalarını önerdiği kitapları kontrol ederek ve aralarında değişimleri nasıl yapacaklarını anlatarak geçirmeyi düşünüyordu.

Ders zili çalmıştı. Öğrencilerin çıkardığı uğultu dinmiş, yerine huzur dolu bir sessizlik koridorlara yayılmıştı. Sınıfa girdi. Tavsiye ettiği kitapları sıraların üzerlerinde gördü. Listeyi okudu ve kitap değişimini nasıl yapacaklarını anlattı. Kitapları sadece okumakla kalmayacaklar, kitaptan kısa notlar da alacaklar, yeni ders yılında ödev notunu bundan verecekti.

Bir yandan konuşuyor, sıraların arasında dolaşıyordu. Öğrencilerin önünde gelişi güzel duran kitaplardan bir tanesini eline aldı. Tanpınar’ın Huzur’u. Neden aldığını bilmeden, öylesine… Kitabın sayfalarını harmanlayınca, eskimiş samanlı kâğıt kokusu yayıldı boşluğa. Sahaftan alındığı belliydi. Burnuna götürdü. Derin bir nefes çekti. Ciğerlerine dolan sadece kitabın kokusu değildi; uzak bir geçmiş, hicranlı bir anı, hasreti çekilen bir desen… Masasına oturdu. Kapağını açtı. Yer yer silinmeye yüz tutmuş bir el yazısı, bir imza, bir dörtlük: ‘Şimdi af dilesem yana yakıla sizden / Kırsam kalemimi, son şiirim bu olsun derim de / Yine de söz veremem gönlümde ki külden /Tekrar bir yangın çıkmaz diyemem!’ diyen bir şiir. Kendisine ait bir ses. Devamını da biliyordu, okudu… İçinden, sessizce… Tarih: Sekiz yıl geçmiş…

***

Bazen pişmanlık duyuyordu. ‘Ailemi dinleyip bu adamla evlenmemeli miydim?’ dediği zamanlar git gide çoğalıyordu. Soba ile ısıtmaya çalıştığı köhne bir evin küçük odasında bebeğini uyutmaya uğraşıyordu. Bu şehre geleli nerdeyse iki sene olacaktı ama bir türlü alışamamıştı. Hep misafir gibi, hep eğreti hissediyordu kendisini. ‘Mutlu muyum?’ dedi kendi kendine. Sustu, cevap vermedi, içinden bile olsa… ‘Şu borçları bir bitirebilsek’ dedi. ‘Evlenmemize karşı çıkmasalardı, azıcık yardım etselerdi ne olurdu?’ derken ağlamaklı gözlerini silme gereği hissetti.

Kocasının eve geldiğini duymamıştı. Sessizce odaya girip selam verdi. Elinde her zaman ki gibi kitaplar… Artık kitaplıkta koyacak yer olmadığından, yere, duvar dibine bıraktı elindekileri. Oturdu. Sessizlik bir duman gibi çöküvermişti sanki; ikisinde de ağır bir suskunluk… ‘Bu gün ev sahibi uğradı. İki aydır kirayı ödememişsin’ diye ağlamaklı, gönül koyar bir ses tonu ile girdi söze. Cevap bekliyordu. Soru sormamıştı ama kiranın ödenmediğinden haberi yoktu. Cevap gelmedi.

“Ya O, ya hiç dedik ikimizde, otuzumuza kadar bekledik. Çaresiz razı oldular ama kimse yardım etmedi. Şimdi küçük bir sıkıntıda sana kızdığımı sanma ama daraldım, inan çok daraldım” derken teselli edecek birkaç söz bekliyordu. “Ben de gidebilseydim üniversiteye, öğretmen olabilseydim, böyle olmazdı belki” dedi. Ezik, pişmanlık dolu, hüzünlü bir sesle… Hemen yanında uyuyan bebeğine baktı, huzur içinde uyuyan çocuğu bir süre seyretti. Kabaran gönlünü yatıştırmasını, ‘bu da geçer’ demesini bekliyordu. Bir ara yalnız mıyım? Kendi kendime mi konuşuyorum? diye tereddüt etti. Ne sorularına cevap alabilmişti, ne de hayıflanmalarına teselli olacak birkaç söz…

O ise hâlâ aynı yerde, ilişiverdiği sandalyede, az sonra kalkıverecekmiş gibi oturuyordu. Böylesi durumlarda hep aynı sözleri söylemekten, aynı cevapları vermekten bıkmış gibi, usanmış gibi… Dalgın, düşünceli… Gece lambasının loş ışığında, donmuş gölgeleri seyrediyordu. Siyah ve grinin bütün tonları gözlerinden içine doluyordu. Bir muhasebe yapar, kendiyle hesaplaşır gibiydi. Saatine baktı. Sürüp gidecek, hiç arkası gelmeyecek gibi devam eden konuşmalardan kaçmak ister gibi, saate baktı ama göremedi.

“Evlenmeden önce aldığın maaşları beni görmeye gelip-giderken yol parası yaptın” dedi. Az önce söylediklerine pişman olmuş, gönlünü almak ister gibi… ‘Geri kalanını fakir öğrencilerine, bir de şu kitaplara…” derken karşısındaki kitaplığa bakıyordu, öfkeyle. “Hiç olmazsa şimdi ara ver bir süre, borçlarımızı ödeyelim, az biraz rahatlayalım. Şimdi sorumlulukların var, çocuğumuz var” diye devam ediyordu, ağlamaklı… “Ben seni tüp almaya, çocuğa mama almaya gönderiyorum, sen elinde bir yığın kitapla dönüyorsun. Maaş bir hafta sonra bitiyor” dediğinde en son cümle olarak, gece; yağan karın ısrarlı taneciklerine teslim oluyordu.

Şehir; karanlığı iyice çekmişti üzerine… Kar ile birlikte çöken sis, sokak lambalarında dairsel bir ışık huzmesi oluşturmuştu. Oturduğu yerden seyrettiği küçük pencerecik, tül perdeden başka, yavaş yavaş karla da örtülüyordu. Dünyada birbirlerinden başka nerdeyse hiç kimseleri olmayan iki yürek; bütün olanlara, söylenenlere aldırmadan, her şeye rağmen sevmesini bilebildiklerine sarılıyorlardı, şefkatle…

Kadın, üzerine gittikçe daha da sessizleşen, içine kapanan kocasının; kendisi için de, kendi içinde attığına inandığı kalbini dinlemeye koyulmuştu. Burnunda bebeğinin kokusu, uykuya teslim olan yorgun gözlerle, kar yağan bir şehrin, köhne bir evin, sıcak odasında…

***

Karın her yeri kapladığı günlerden bir akşamdı. Her zamanki arkadaş gurubu kahveye toplanmaya başlamıştı. Masa kalabalıklaştıkça, sohbet koyulaşmıştı, çaylar, kahveler… Bu akşam her zamankinden daha suskundu. Konuşulanları başıyla onaylıyor gibi yapıyordu ama içeriğini duymuyor, anlayamıyordu. Sorulan soruları ucu açık, yuvarlak cevaplar vererek geçiştiriyordu. Daha uzun kalamadı. Israrlara aldırmadı. Müsaade isteyip çıktı kahveden.

Şehrin uzak, kenar mahallesine doğru yürüdü. Kayıp düşmekten korktuğu için ellerini cebine sokamıyordu. Soğuktan donmayan sadece kanı olanlar gibi hissetti. Aklında uzun süredir kahve sohbetlerini aksatan, bir süredir de neredeyse hiç gelmeyen dostu vardı. Onun katılmadığı sohbetler yavan geçiyormuş gibi geliyordu kendisine. Geldiği son toplantılarda da eli cebine hiç gitmemişti nerdeyse. Sıkıntıları olduğunu biliyordu. Bunu hatırlayınca, ‘neden şimdiye kadar gitmedim’ diye hayıflandı. Yürümekten ve soğuktan bitap düşmüş bir halde arkadaşının evine vardı.

Nerdeyse tamamı karla kaplı küçük pencereden sızan zayıf ışığı görünce evde olduğunu anladı. Sevindi. Düşmemek için sıkı sıkıya tutundu korkuluklara. Kapıyı tıklattı. Arkadaşı kapıyı açtığında karşısında kederli bir yüz buldu. “Hoş geldin” diyen ve uzanan eli sıktı. “Hoş bulduk” derken, dışardan gelen, az önce buz gibi demir korkulukları tutan kendisi değil, dostuymuş gibi hissetti, kesif bir soğukluk… Her zaman oturdukları, soba olan tek odaya girdiler birlikte. İlk girdiğinde büyük bir boşluk hissine kapıldı: Hem odada, hem içinde; doldurulamaz gibi, doldurulmayacak gibi, derin bir vadi gibi… Kitaplık, kitaplar yoktu…

Çaydanlık sobanın üzerinde kaynıyor, buhar kapağını oynatıyordu. Sıcak iyi gelmişti. Sobada ısındı bir süre. Paltosunu çıkardı. Sessizliği bozmak için sorular soruyordu ama kısa ve kestirme cevaplar alıyordu. Ameliyat için hastaneye yatırdığı çocuğunu sordu. “İyi” dedi sadece, basit bir ameliyatmış. Çaylarını içiyorlardı. Ağırlaşan bir sessizlik gittikçe omuzlarında varlığını hissettiriyordu. Kitapları sormadı, soramadı… Çayını yudumlarken, duvarda kitaplıktan kalma izlere takıldı gözü. Henüz kapatılmamış vida deliklerinde dübeller duruyordu. Bahar temizliklerinden nasibini alamamış kitaplığın arka duvarı kirli, yer yer gri, tozlar desenler çizmiş… Kitaplığın arkasına kaçmış küçük not kâğıtları duvar diplerinde… Neler yazdığını çok merak ediyordu ama kalkıp almaya, okumaya cesaret edemedi. Sobanın yanında istiflenmiş, yakılmaya hazır, sunta kitaplığın, kırık parçaları… ‘Her şey daha yeni olup bitmiş’ diye düşündü. Sanki kitapların son nefesleri çınladı badanasız kirli duvarda, sessizliğin içinden… Duydu sandı.

Geldiğindeki hâl hatır ve kısa cümlelerden sonra nerdeyse hiç konuşmadılar. Çayını içip müsaade istedi. Daha fazla kalamadı. Oda da yaşadığı soğukluk, dışardan daha soğuk gibi geldi. Bunca yıllık dostunun zor günlerinde yanında olamamıştı. O kitaplarını satacak kadar daralmış, basit bir ameliyat için gerekli az bir parayı bulamamış, ama O’nun haberi bile olmamıştı. Kitapların arkadaşı için ne kadar değerli olduğunu biliyordu. Bir gün aile ziyaretinde hanımı, karısına dert yanmış: ‘Gezmeye gidelim diyor, hep kitapçıya götürüyor. Yollar başka yere çıkmıyor sanki dönüp dolaşıp kitapçılarda son buluyor. Birlikte gidebildiğimiz tek yer, eski saman kâğıt kokusu ve tozlu rafları olan sahaflar. Veresiye borcu olduğu halde, bazen kitapçı vermek istemese de zorla kitap alıyor’ demişti. ‘Şimdi kitaplarını aynı sahaflara dörtte bir fiyatına satıverdi. Ne kadar çok üzülmüştür’ diye geçirdi aklından. Bu olay aralarında bir daha tamir edilemez kırıklıklar, doldurulamaz boşluklar oluşturacaktı, farkındaydı. Eve gittiğinde, O’nu karşılamasından, konuşmasından, sessizliğinden… ‘Gönül koymuş olmalı’ diye düşündü. Ama arkadaşının kimseye darılmayacağını, dargın kalamayacağını biliyordu. ‘Öyleyse kime bu küskünlük’ diye düşündü. Sonra soğuğa rağmen başından boşalan kaynar sular… Anladı; kendisine…

***

Çocuğu taburcu edip eve getirmişlerdi. Hastaneye onları almaya gitmeden önce sobayı yakmış, evi ısıtmıştı. Odanın sıcaklığını hisseden bebek hemen uykuya dalmıştı. İlk başta telaştan fark etmemişti, algılayamamıştı, hissedememişti… Odada büyük bir eksiklik dikkatini hemen çekiverdi. ‘Kitaplık, kitaplar nerde?’ demek istedi kadın. Sobanın yanında kitaplığa ait sunta parçalarını gördü. Yıllardır dolu görmeye alıştığı duvar boş, kirli, delikler, toz… Gri ve siyah; beyazı silinmeye yüz tutmuş duvarın üzerinde dalga dalga birbirine girmişti.

İlk defa; hep karşısında durduğu, kaçmak istediği ama hep yanı başında duran, bazen kendisinden daha önde gibi düşündüğü, bazen kıskandığı, öfke duyduğu kitapların yokluğunu hissetti. Kocasının yüzüne baktı. Ağlamıyordu, gözünden yaşlar akmıyordu ama bir insan ancak bu kadar ağlamadan ağlayabilir diye düşündü. Yüzünü kara bulutlar kaplamış gibi, kaşları çatık, düşünceli, kederli… Şimdi ‘Kitaplar nerde’ demek istedi kadın, kelimeler boğazında dizi dizi, düğüm düğüm…

‘Kitapları sattım, artık almayacağım’ demek istedi…

‘Senin için katlanabilirmişim’ demek istedi kadın…

‘Ben zorla tahammül edilebilir olmak istemiyorum’ demek istedi…

 ‘Kime bu küskünlük, kırgınlık’…

‘Kendime’…

Bir şiir, haykırarak okumak istediği, ama bir türlü beceremediği; sevda, çaresizlik, elem dolu… ‘Güç bela böldüm ikiye çaresizliğimi / Kimselere diyemedim kimsesizliğimi / Yine şiirlerimle bozdum sessizliğimi / Sesimi duyacak vefa bulamadım’ diyen ve devam eden.

Sustu… Sustular…

(Ocak 2009)

AKİF

Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi.  Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)  

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları