Menu
SON TESELLİ
Öykü • SON TESELLİ

SON TESELLİ



“İlahi abla, hiç güleceğim yoktu, güldürdün beni akşam akşam”


 “Tabii, insanın işi gücü yolunda, yordamında olunca böyle her fırsatta vara yoğa güler. Gül gül, sen gül …”

 “Niye kızdın ki sen şimdi ablam?”dedi eğilerek, Salise’nin yüzüne elini sürdü: “Anlamadım ki, Allah Allah… Kırıldın mı yoksa bana? aaaaa…”

Hasibe elindeki çantayı yanı başındaki paslı sandalyenin üzerine koydu. Boşboğazlık ederken kalbini kırdı,  bir an önce yanlışını düzeltmeliydi. Ama nasıl?

Aksak bacağını öne atıp yerinden yekindi Salise. Şakanın da bir dozu olmalıydı. Yüzünü astı. “hadi…” eliyle evini işaret edip; “iyi akşamlar bana müsaade” Hasibe sesini çıkarmadı. Çantasını toparlayıp kös kös yürüdü site girişine doğru. Hep böyle oluyordu nedense. Salkım söğüdün dallarını budamışlardı. Birkaç kişi dalları yaprakları toparlıyordu. Kaldırımdan indi. Yolun kenarından sessizce ilerledi.

Kederlendi Salise. Bir Bafra sigarası yaktı. Caddeyi gören pencerenin önündeki divana oturdu, her zaman yaptığı gibi. Bacağını divanın üzerine doğru sürükledi. Yastıkla destekledi.

Yorulmuştu Salise. Geçen yıl geçirdiği korkunç kaza aklına geldi. Yüzünün ifadesi değişti, mimikleri dondu. Eşini, orada, o hurda yığını olmuş, perte çıkmış, o çok sevdiği arabasının içinden kurtarmaya çalışanları hatırladı. Bütün uğraşmalar boşa gitmişti. Hastane acilinden giriş yaparken kan kaybından kaybetmişlerdi. Mezar olmuştu sevgili son model o arabası.

O, çok sonra öğrendi. Baygın haldeydi çünkü. Peki, Kızı Çiğdemi?… Hiçbir yara beresi yoktu, ama ölmüştü. Müdahale eden doktor, kaza esnasında araba takla atarken ağzındaki sakızın soluk borusunu tıkadığını nefes alamadığını… Kızım… Çiğdemim… Gözünü pencere pervazına dikti, daldı. Boğazına bir yumruk gelip oturmuştu sanki. Ama ağlayamıyordu. Göz pınarları kurumuştu. Doktor öyle demiş, bir de damla yazmıştı ona, gözüne yaş olsun diye. “Sanki ne faydası olacaksa… ” Kendi kendine de konuşuyordu bazen. Sigarasından bir nefes çekti. Neyse ki oğlu ufak kırıklarla kurtulmuştu. Tek tesellisi oğlu, Erdem’i için didiniyordu. Toparlanmaya çalışıyorsa, topal bacağını sürükleyerek hayata tutunuyorsa, sırf bundandı.

Kazanın etkisiyle günlerce kendine gelememiş, girdiği şoktan mıdır nedir, üstü başı dağınık, perişan, ortalıkta dolanır olmuştu. Bir gün, ayağında ayakkabısının teki var teki yoktu. Hasibe bunu görmüştü. Oysa böyle biri değildi o. Herkes mesafeliydi ona karşı… Sevdikleri bile uzaktan selâm veriyor, çekinerek yanından sıvışıyorlardı. Aldırdığı yoktu. O çok titiz, burnundan kıl aldırmayan çocuk neredeydi? İki dirhem bir çekirdek giyinen Erdem’in, bu hallere düşeceğini kimse kestiremezdi. Hele Hasibe’nin, kırk yıl geçse aklına böyle bir şey gelmezdi.

 “Ah Salise vah Salise!..” demişti yakınları. İlkin acısını paylaşmışlardı. Yalnız değildi. Bir gün, bir ay, bir yıl… Sonrasında herkes işine gücüne dalınca yalnız kalmıştı. O zaman acıları daha büyümüş, karanlık bir kuyuya düşmüş gibi olmuştu. Onun içinde debelenip duruyordu. Kendini daha çok sigaraya vermişti. İçerken dalıyor, bir paket bitiyordu. Bağımlı hissediyordu kendini. Parmakları sararmıştı. Sigarayı hırsla emerken, yeni bir tane daha yakıyordu. Kül tablasına koyuyor, onu unutup yeni bir tane daha… Perdeler sararmıştı. Duvarlar şampanya renginden daha koyu bir tona doğru değişmişti. Umurunda değildi Salise’nin. Yaşıyor muydu, ölü müydü, kim bilebilirdi? Ya da kimin derdiydi? Kafa yormuyordu.

Hasibe boş bulunup ağzından kaçırmıştı. Şaka yollu söylemişti. Kasıt yoktu. Gelip dayandığı nokta, her şakanın bir gerçeği yansıtıyor olmasıydı. Buna takılmıştı en çok. “Hadi gel de takılma şimdi” dedi kendi kendine. Biricik evladının sokaktaki düşkün halini alaya alacak ne vardı? Hiç yakıştıramamıştı ona.

Dükkânı boşlamıştı. Epeydir uğradığı yoktu. Bir gün gayretlendi. “Erken açayım bari” dedi kendi kendine. Kahvaltı bile etmeden evden çıktı. Daraldıkça hayat onun üzerine geliyordu. Ne kendinden ne de hayattan kaçabiliyordu. Her şeyin bir gerçeği vardı. Salise çalışmasaydı da ne yapsaydı? Biriken vergi borçları, hastane, cenaze masrafları, imzalanmış günü gelmiş senetler… Kim ödeyecekti bunları? Oğlanın hali hal değildi zaten.

Salise “Allah kerim…” dedi. Kolları sıvadı. O gün bugündür çabalıyor. Çevresindeki esnaf da sahip çıktı. Eski borçlular birer birer gelip borçlarını ödediler. Başsağlığı dileyenler, “başın sıkışırsa çekinme gel” diyenler, biraz olsun acısını hafifletiyor, yanan yüreğine bir an olsun su serpiliyordu. Gündüzleri işten güçten fazla düşünmeye vakti olmuyordu. Esnaflık belgesini de almış, kurslar biter bitmez, dükkânın kapısını “Ya bismillah…” deyip açmıştı. Aşkolsundu. Kadın başına nasıl da çekip çevirmişti işte.” Hasibe bir bir bunları anlatmıştı yeni komşusuna. Kahvesini içerken, Salise’nin hikâyesi tamamlanmıştı. Sonra şuradan buradan konuştular. “Ben kalkayım, ocakta yemeğim var” deyip, izin istedi Hasibe. Göz ucuyla sokağı kolaçan etti. Salise’den özür dileyip, gönlünü almalıydı. Birazdan işe gitmek için geçerdi şuradan. Bizzat dükkânına gidip konuşmalıydı.

Sıradan bir gündü. Yeni umutları yeşertmek, feleğe küsmemek için ayak diriyordu. Hüzünlü çehresi ilk kez gülüyordu kazadan beri. Rüyasında eşini, kızını görmüştü. Ona gülümsüyorlardı. Erdem de yanlarındaydı. Niye onlarlaydı? Bilemedi. Ama mutluydular. Keşke hiç uyanmasaydı bu rüyadan. Yatağından doğrulunca: “camın birini açık unutmuşum” diye söylendi. Kuvvetli bir poyraz esiyordu salondan, yatak odasına doğru. Büyük bir uğultuyla içeri doluyordu. İsteksizce kalktı, yatağını bile düzeltmedi. Ayakta duracak mecali yoktu. Dengesini sağlamak için komidine tutundu. Büyük bir şangırtı koptu.Koluyla sürahiyi devirmişti. “Ayy!…” İçindeki su yayıldı etrafa. Tuzla buz olan cam parçaları karyolanın altına saçıldı. Terliklerini giymemişti. Islak zeminde kaymamaya çalışarak, kırıklardan sakınarak, daha çok sekerek salona geçti. Açık pencereden kalın perde dışarıya taşmış, bayrak gibi dalgalanıyordu, tül de öyle. Birden titredi. Sırtında ince bir gecelik olması mı, yoksa esen sert rüzgârdan mı ayırt edemedi. İçerisi kapkaranlıktı. Hava akımına kapılmış perdeleri kenara güçlükle bastırdı. Tam pencereyi kapatacaktı ki, biriken kalabalığın farkına vardı. Evin önünde ne oluyordu sabahın bu erken saatinde? Merak etti. Eğilip baktığında gördüklerine inanamadı:

“Erdeeeeem…” diye, inledi. Her şey dönmeye başladı birden:

 “Oğluuuum… Bunu bana nasıl yaparsın?”diye haykırdı. Üstünü başını parçalamaya, saçını başını yolmaya başladı. Çılgın gibiydi. Bir anda boşlukta buldu kendini. Sarı saçları savruldu. Oğlunun cansız bedeninin yanı başına, betona çakıldı. Kısa süren bir sessizlik oldu.

 “Ne oluyor, şu kadına biri yardım etsin.”diyen, Hasibe miydi? Sonra sesler boğuklaştı, derinlerden gelen seda da kesildi. Ambulansın acı sireni de yankılandı sokakta. Kalabalık gittikçe arttı. Ortalık ana baba gününe döndü. Polisler, herkesi uzaklaştırdı. Cesetler torbalara konup, fermuarları çekildi. Ambulansın kapıları görevlilerce örtüldü. Araç hızla uzaklaşırken, biriken kalabalık yavaş yavaş seyrelmeye yüz tuttu.

 “Bir kadın oğlunun cesedini görünce, camdan…”

“Oğlu atlamış. Sonra kadın aklını yitirip, arkasından atmış kendini.”

“Dokuzuncu kattan mı düşmüş dedin?”

“Tüh tüh… Görüyor musun komşu, sabah sabah olanları?”

“Üç günlük dünya… Değer mi canım?”

“Borçları mı varmış neymiş, kurtulmak için…”

“Toplu intihar mı etmişler?…”

Yeni bir gün daha başlıyordu. Üstelik yağmurluydu. Çocuklar okula giderken ıslanmamak için telâşla geçiyorlardı sokaktan. İşaretli yerlerin tebeşiri yağmurla siliniyordu. Kan izleri de neredeyse yok olmak üzereydi. Yağmur gök delinmiş gibi, delice yağıyor, rüzgâr önüne ne var ne yok katıyordu. Hasibe vicdan azabından mı yoksa en yakın komşusunu kaybettiğinden midir nedir durmadan ağlıyordu. 

Diğer Yazıları