Menu
SİZİN KÖYÜN ALLAH'I GAÇ?
Öykü • SİZİN KÖYÜN ALLAH'I GAÇ?

SİZİN KÖYÜN ALLAH'I GAÇ?

Kasaba yokuşluydu.  Her kasaba gibi bir aşağı mahallesi, bir yukarı mahallesi, Harman Yeri denilen meydanı, kahvehanesi…vardı işte. Her bir öyküde mekanı tasvir etme şartı olmamalı. Şartlarını çizeceğim zaten mekanın. Asıl, olanlarla çizilmez  ve boyanmaz mı mekan? Zaman, bazen oynadığı sahnenin dekorunu yok edebilme gücüne sahiptir. Oyun, mekanı silebilir.

Sakinlerinden biri değil belki, daha çok, sakinlerini “rahatsız eden” bir Memmisi vardı o kasabanın. Bütün varlığını kasabanın dini ve ahlaki asayişini berkemal kılmaya  adamıştı. Siyahtı. Bıyıkları. Ne kadar yaşlansa da genç kalmasının sembolü olan o bıyıklar için bir saate varan tıraş merasimleri olurdu.Bakır leğeni odasının hep aynı köşesine konulur, boynu bükük bir ibrikle gelen kadınlar(kendine gelen/kendi gelini ve sair gelin cemaati) tıraş suyunu daima ılık tutardı. Beyaz gömlek giyerdi. Bıyık rengini daha da koyultan bir seçimdi bu. Resmi bir görevle kasabaya açıldığının farkındalığı gibiydi aynı zamanda…

Emmi kasabada grand tuvalet dolaşırdı. Yolda yürürken, kendisine yüklediği görevin kutsallığından gelen bir iç titremesiyle/cezbeyle, aniden “cemaatin” e dalar ve onları değişmez sorularından biriyle muhatap kılardı: “İmanın şartı gaç?” Bu bazen İslam’ın şartı da olabilirdi. Ya da şıklı bütün sorular. Sorulduğunda  son şıkkın genellikle hatırlanamayıp  muhatabı çevresine  çaresizce baktıran sorular. Otuz iki veya elli dört farz. Namazın rükünleri. Altısı içinden ve dışından olanlar. Orucu bozanlar. Yeter ki şartlı olsundu. Şartlı, yeminli, ahidli, kurallı, yargılamalı bi şey olması makbuldü.

Emmi’nin duygusal zamanları da olurdu bu kural sayıcılığının ötesinde.  Mesela özellikle akşamları bir muhabbet esnasında “İnanmazsıgız ya emmim…” diye bir girişle başlardı anlatımlarına. Ve sürekli peygamberi rüyasında gördüğünden bahsederdi. Ağlayarak. Çocuktum ve nedense hemen her şeye kolayca inanıvereceğim bir zamanda, ona inanmayacağım tutardı. Ben neyse de annem “ Hadi canım sende, hiç fotör şapka takar mıymış peygamberimiz?!” diye yadırgamıştı onun iç oyunlarındaki kostüm seçimini. (Burda sav yazmayışım annemin sesli olarak bunu telaffuz etmesini zaten duymanızdan kaynaklanıyor). Annemle bunu tartışamazdım o yaşta. Fakat Peygamberimi -zihnimde hala bir kostüm seçiminde bulunmadığım şu yıllarımda-müthiş bir insanlık giysisiyle hayalleyecektim. Sadeliği giyindiğini…Tertemiz ve doğal olduğunu…

M emmi sorularını aniden  ve hazırlıksızken sormayı severdi. Sanki en aptal ve “geçici dünyaya”/oyuna daldığımız anları yakalamak ve cevap veremeyişimizle alacağı hazzı en yüksek dozda yaşamak isterdi. Sorularından biri kasabaya tatile gelmiş ve kentte yaşayan misafir çocuklara  yönelttiği şu soruydu:  “Sizin köyün Allah’ı gaç?” Doğrusu şu yıllarda beni inancımı sorgulamaya itmesi bakımından harika bir soru. Fakat o zamanlar çok yadırgıyordum bu soruyu. O her sorduğunda yeniden “sayıyordum” ve –nedense- hep bir çıkıyordu. Fakat sonraları içime bakmaya başlayacaktım. Anlam yükleyip yücelttiklerime...O an, o kalabalığı saymaya değer bulmayacaktım. Gerçekten de tapındıklarımızı çoğalttığımızı ve bire çıkarmamız gerektiğinin bilincindeydim(İndirgeme kelimesini uygun bulmadım). Yücelttiklerimizi olması gereken yerlerine ve değerlerine iade etmekle itibarımızı kazanacağımızı biliyordum. Köyümüzün hep biricik Bir’i olması gerekiyordu. Kasabamızın, kentimizin…

M emmiyi unutamıyorum. Çok sonraları Yaratan’la özel bir söyleşmeye girecekken onun hatırası olan siyah bıyığıgözümde büyüyor, telleri çitlere dönüşüyor ve beni soğuk, kural koyucu ve yargılayıcı duvarlarlayapayalnız koyup yere düşüyordu. Takma mıydı yoksa? Ben mi onu içimde bir yere taktım. Kanepeye bi uzansam mı?! İyi mi olur sanki…

Ya kasabanın diğer çocukları? Onlar da Allah ile konuşacakları zaman, ya da bir namazla zamanı durdurmak istediklerinde o karaltı girmiş miydi aralarına? Yaşamları boyunca dönüp dönüp kendilerine, altı adet şartla iman edip etmediklerini sormuşlar mıydı? Ya da başka çocuklara amcalık yapmışlar mıydı?

İnsan Yüce’siyle içtenlikle söyleşeceği, dertleşeceği, sevgilerini dillendireceği, hayatı için birlikte karar alacağı zamanlarda, yabancı birinin O’nunla arasında durduğunu ve ne söylese kaşlarını kaldırarak yasak işareti verdiğini, ne yapsa, ne etse cıs-sus mimiğiyle araya girdiğini düşündüğünde deli oluyordu.

İmanımın şartı kaç? Diye sorduğumda kendime, “şartsız inanıyorum ben!” diye bir ses bağırıyor içimde. Sevgiyle, emredilen bütün iyiliklere, o iyilikleri bana içten bir disiplin ve yaptırım gücüyle kolayca yaptıracak disiplinlere, şartlara koşmak mı gerek, bilmiyorum.

Ah M… emmi ah…Ah benim dinimin siyah bıyıklı bekçisi ah! Polisim! Asayişim, berkemalim…Keşke un değirmenine sırtında çuvalla gelen köy kadınlarına karşı davranışlarında da biraz kural gözetmiş olaydın. Keşke her gün ahırdaki haycan’a(hayvan insan karışımı özel bi tür/kendisiyle dost olunan hayvan türü) öyle acımasız vurmasaydın. Ve kadınına; sevgine ve şefkatine şiddet uygulamasaydın. Keşke yargıda asıl sorun edilecek olanın dini emretmek, şartlı ezberletmek ve sonra göz kırpmaksızın insanların başında beklemekten çok, bireysel olarak yaşamak, kul olmak gerektiğini, en çok kendi başında beklemek, uyanık bir bilinçte olmak gerektiğini bilseydin.

Bilseydik be emmi…

Diğer Yazıları