“Sen orda kal!” diyordu. Emri vaki bir yakarışla…
“Dönüp baktığımda, hatta bakmak istediğimde, bakmak için keyfim geldiğinde ben seni hep orda/aynı yerde/koyduğum yerde göreyim.” diyordu.
Kalmak nedir?
Kalabilmek için bir yerde, o yerin kaymaması gerekir. Yer kalmıyorsa en başında yerli yerinde nasıl kalınabilir. Kalmak için üstelik “karşılanmış olmak” gereklidir. Karşılanmak ta hiç öyle kolay değil ki… Kalp kalbe yetmez. Vallahi yetmez. Akıl akıla da olsa ne iyi. Akıllıysa hele. Başı teninden çok büyükse, taşıyamıyorsa başını zor işte. Unutmamalı artık insan olmuşken hazır. Şunu da belirtmeli: Elbette ten tene. Mahrem mahreme.
Karşılanmak hiç öyle kolay değil. Beynince ağırlanırsın ilkin. Sonra başın ağır gelir. Teninden daha ağır. Kaldıramaz kimse. Seni başsız kılar yanında. Hatta seni salt sevdiği yanına indirgeyiverir. Kala kalırsın öylece. İnsan değilsindir artık. Bir yaratık. Tam yaratılmışken eksilen. Gittikçe kısım kısım ölen. Bir gün başının cenazesi kalkar. Diğer gün kalbinin yarısı gömülür boşluğa. Çünkü ona kalbinin bir parçacığı bile yetmiştir. Hep artarsın. Bolluk ve bereket başına beladır işte. Herkesi karşılar ama sen karşılanmazsın.
Hep kıçının üstüne oturmakla sonlandırırsın yolculuklarını böyle. Seni en iyi karşılayan kendinsin. Yalnızsın. Nihai olarak hem de. Anlamalısın.
Karşılanmak hiç öyle kolay değil. Hele dünyadaki varlıkları fazla-lık olanlar için.
Söyleseniz ya bir insandan diğer insanı çıkardığınızda geriye kalan çoksa, o insan o toplamda nasıl kalabilir? Çünkü kendiliğinden çıkıp gitmesine izin veriyordur diğeri. Hem de farkında olmadan. Hem de elinde olmadan.
Kimilerimiz fazlayız. Kimilerimiz eksik değil aslında…
Böylece kalamıyordu işte diğeri de. Karşılanmadığı için yeterince…yetimsizdi. Karşılanabilmenin, bir insan hayatında keyfince ağırlanabilmenin, tahtına kurulabilmenin keyfini çıkaramıyordu. Çünkü taht ona kıçı kırık bir sandalye oluveriyordu. Şişman ruhuyla ağır geliyordu o kırık bacaklı sandalyelere.
Yine de sandalyeye sandalye olma keyfini yaşatabilmek için, ona bir tahtmış gibi davranıyordu. Taçlandırıyordu oturan olarak kendi yerine o taht bozmasını…Taht o oturduğunda kendini bir “şey” sanıyordu. Bir kibir, bir gurur…şaşırtacak kadar hem de. Emekte, sorumluluk bilincinde, sıradanlığa inat aşkınlıkta ve ciddi heyecanlarda “olduğu kadar olan”, bütün bu hayat ağırlıklarının kaymağını yiyen o oluyordu. Hak edilmemiş bir kibir çirkinliğinde dolaşıyordu taht taht. Ve nerdeyse çok gururlu bir kral. Bütün kalpler onu sayıklıyor sanki. Ve bütün akıllarda unutulamayan o…Ona bu hissi kim bağışladı. Büyük bir kalp! Potansiyeli üç kalp, beş kalp, yedi kalp olan bir kalp…
Hala ve hep. “Kal!” diyordu sen orda. “Ne olur kal…”
Kalmak için bir neden ortaya koymadan hem de.. Kalmanın gerekliliği gidememek değil, gitmesine izin vermemek, önüne dikilmek saygın bir iradeyle ve bunun için baskın nedenler ortaya koymaktı oysa.
Gidemediği için kalanlar sevilir miydi?! Gidememek acziyetti.
Gitmemek ise bir karardı. Tercihti. Onurdu. Çok defa yaşanmamış. Ölü…