Menu
SİYAH-BEYAZ
Öykü • SİYAH-BEYAZ

SİYAH-BEYAZ

Ömrümün en keskin dönemeçlerinden biriydi ilkokula başladığım gün.
Zihnime kazınan iki renk kaldı o günden; siyah ve beyaz.
O yıllarda ilkokul, ortaokul ve lise kıyafetleri tek model ve tek renkti. Siyah, arkadan düğmeli, kuşaklı; sıradanlaşmamıza olanca ihtimam gösterilmişti. Bu halimizle alaca koyunlar gibiydik. Siyah ve beyazın dışında kıyafetlerle okula gitmeyi zaman zaman hayal etsek de
öğretmenin ikazı ile dağılırdı hayallerimiz.
Okul önlüğüm, ayakkabılarım, çantam siyah; yakalığım, kurdelelerim, çoraplarım, düğmelerim ve mendillerim beyazdı.
Uzunca bir zaman dünya, bizim için siyah ve beyazdan ibaretti. Griyle tanışamadık. Bir şey ya doğru ya yanlıştı. Ya iyi ya kötüydü. Ya güzel ya çirkindi. Ya sağcıydı, ya solcuydu. Ya bizdendi, ya değildi. Ortalarda bir alternatif getirilmemişti bize.
Muhakkak birilerine ihtiyaç duyalım diye -olmalı- önlüğün düğmelerini sırtımıza dikmişlerdi. Her darlığımda yanı başımda olan annem burada da Hızır’ım olurdu. Önlüğümü ustaca giyer, sırtımı anneme dönerdim. O da beş beyaz ve iri düğmeyi ilikler, kuşağımı fiyonk yapardı.
Yaz boyu denize girmekten mısır püskülüne dönen saçlarımı musluğun altında ıslatır; balkonda iri dişli bir tarakla keçelerini açar örgüye hazırlardım.
Seyyar beyaz yakam, önlüğün önündeki minik bir düğmeye dikkatlice iliklenirdi. Bu yakalar, beyaz patiskadan veya pikeden dikilir, akşamdan ıslatılmış nişastaya yatırılarak kolalanırdı. Pazartesi günleri kolanın sertliği taze olduğundan çoğumuzun boğazı yakanın kestiği kızartıyla çevrili olurdu.
Silgimin ortasından yorgan iğnesi ile delik açılır, bu delikten geçirilen uzunca bir sicimle silgim önlüğün cebine çatallı iğneyle tutturulurdu. Onu en az yarım sömestri kullanırdık.
Tutumlu olmamız bize lafla değil hal diliyle benimsetilirdi.
Misal mi istiyorsunuz: Ağabeyimin küçülen paltosu itirazsız benimdi. Eski pantolonlar, annemin elinde bir gecede allanır pullanır bana yapılırdı. Geçen yılların ders kitapları asla atılmaz, genelde gazete kâğıdı ile kaplanırdı. Yarım kalmış defterlerin kullanılmış kısmı kesilir, kalanı seneye kullanılmak üzere kaldırılırdı.
Uzun beyaz çoraplarımı giydikten sonra annem, geceden ütüleyip dörde katladığı iki mendili birer cebime özenle yerleştirirdi. Birinci mendil ihtiyaç duyduğumda kullanılmak üzere; ikinci mendil pazartesi sabahları yapılan temizlik kontrolü içindi. O mendil, başka hiçbir şey için kullanılmaz, kendine has dokunulmazlığı vardı.
Okula ayak bastığım ilk gün öğrendiğim bu kural ileriki yaşlarımda beni hep takip ve tahrik etti. Bazılarının bazılarına karşı sebepsiz üstünlüğünü kabullenemedim. Anlamını çözemediğim yasaklara karşı refleksler geliştirmeye başladım.
Hâlbuki ne zengin ve ne güzel farklılıklarla geliyorduk şu misafirhaneye. Yapılan yanlış uygulamalar, anlamsız sindirmeler, dayatmalar olmasa; hangimiz sergilemezdi bu güzellikleri.
Okullar tam gündü. Sabah 8’de bu günkü gibi “Türküm doğruyum.” okunur, sırayla sınıflara girerdik.
İkinci veya üçüncü dersin sonunda; sınıfın kapısı açılır; beyaz başlığı, önlüğüyle bir elinde çinko kova, diğer elinde bakır kepçe hademe teyze içeri girerdi. Elindeki kepçeyi kovaya vurarak kuzularını çağıran çoban edasıyla bizi kovanın etrafına toplardı.
Kovanın kapağının kaldırılmasıyla gözlüğüne hücum eden kaynar süt-tozunun- buharından hademe teyze bir an etrafını göremezdi. En haşarımız, fırsatı ganimet bilir, kaptığı kepçeyi çinko kovaya vurarak sınıfı çın çın çınlatırdı. Öğretmen, sınıftaki gürültünün ayyuka çıkmasından çok; bunun koridorlarda dedektif gibi dolaşan başöğretmen tarafından duyulmasından çekindiği için sessizce gelir, kepçe hırsızının kulağına yapışırdı.
Markaların kölesi olma gibi acınası bir durumu hiç yaşamadık. Tüketim ve israf illeti henüz yakamıza yapışmamıştı. Çünkü eldekiyle yetinmenin sırrına ve tadına çocukça da olsa ermiştik.
Ama bizim de çeşit çeşit beslenme torbalarımız vardı. Torba dedim diye bu günkü plastik poşetlerden sandıysanız yanıldınız.
Annelerimiz evde kalmış kumaşlardan veya eski elbiselerden beslenme torbaları dikerdi. Kızlar için çiçekli, erkekler için siyah, lacivert veya kahverengi. Torbaların ağzı kalın bir sicimle büzülür, torba bu sicimden okul çantasının sapına asılırdı.
Siz şimdi beslenme torbasına ne koyardı k diye de merak ediyorsunuzdur. Zamanın modası çinko veya melamin bir maşrapa. Maşrapadaki süte bandırarak yemek için bir dilim ekmek.
Boş bir hap kutusu veya şurup şişesine süt tozu için toz şeker koyardık.
Hepimizin peçeteleri beyaz, peçetelerin kenarları -muhakkak-dantel veya oyalıydı. Dantellerin ve oyaların güzelliği övünme kaynağımız olurdu.
Nadiren katı pişirilmiş yumurta getirirdik. Bunu getirenlerin sayısı kırk kişilik sınıfta altı yedi kişiyi geçmezdi. Sınıfta çöp olmasın diye yumurta evde soyulur; yerken yanındaki görüp nefsi çekmesin diye torbanın içinde kopartılarak yenirdi. Cömert olanlarımız yumurtayı ikiye böler yanındakine ikram ederdi. İkramı alanın başka bir zaman iade-i ikramda bulunması sınıfın yazılı olmayan ama uyulması mutlak kurallarındandı.
Okula dönem başında çimento torbası gibi torbalarla süt tozu gelirdi. Beyaz kağıt torbaların üzerindeki yazılardan aklımda kalan sadece“made ın Amerıca”ydı.
Çocuk zihnimize kazınan bu sözcüğün, neyin ne olduğunu-veya olmadığını- anlayana kadar bizde hep sıcacık bir bardak şekerli süt çağrışımı yapmasına engel olamadık.
Küçük şehirde yaşamanın güzelliklerinden biri de; öğle zili çaldığında kendimizi okuldan dışarı canhıraş atıp yemek için evin yolunu tutmamızdı.
Evle okulun arasını akla hayale gelmedik azgınlıklarla geçirir, duvarların tepesinde değme cambazlara taş çıkaracak figürler uydurur; hayatın her anını oyuna çevirirdik. Aslında hayat bizim için oyun ve en kudretli besinimizdi.
Yolumuzun üzerindeki caminin şadırvanında abdest alanların haberi olmadan; yanlarına koydukları ayakkabıların, şadırvanın ahşap direklerine astıkları ceketlerin yerlerini değiştirir; maharetimizin sonucunu-yemeğe geç kalma pahasına-caminin duvarına siner seyrederdik. Çoğu yaptığımızın farkına varmaz; birbirinin ceketini ayakkabısını giyerdi. Biz de gülmekten karnımıza ağrılar girerek evimizin yolunu tutardık.
Mahallenin sokağına girdiğimizde karnımızın gurultusunu iyice azdıran kızarmış, buğulanmış ya da ızgara hamsi kokusunu alır almaz evlere çil yavrusu gibi dağılırdık.
Yemek sonrası evlerimizin hemen dibinde denize bakan tepede buluşmak adettendi. Yemeğini bitiren meyvesini alır, tepeye gelirdi. Neye yaradığından çok neye yaramadığı üzerinde durulan cipsleri, krakerleri, jolibomları tatmadık ama bu yüzden damak zevkimizde de bir eksiklik olmadı.
Meyvelerimizi yerken okuldan, evden, gelecekten, hayallerimizden konuşurduk. Çoğumuzun annesi okuma yazma bilmezdi. Hepimizin babası işçiydi. Pek azımızın evine gazete ve dergi girerdi. Herkesin evinde radyo vardı. Ülkemizle, dünyayla irtibatı, radyo, gazete ve dergilerden bir de Amerikalılardan sağlıyorduk. İngilizceye muhabbetimiz de o yıllarda başlamıştı. Bütün çocuklar, kiracıları veya komşuları Amerikalılarla sohbet edecek kadar İngilizce konuşurduk. Bize göre İngilizce için kursa gitmek olsa olsa parası bol aklı azların işiydi.
Şanslı babalar-sabahları içtiğimiz sütlerin asli sahipleri- Amerikalıların işlettiği radarda çalışırdı. O yıllarda onların daha çok kazandıkları için daha şanslı olduğunu düşünürdük. Biz gençliğe merhaba derken Amerikalılar Türkiye’ye bye bye dedi. Birçok arkadaşımızın babası işsiz kalıverdi. O zaman anladık ki şans gibi görünen şeyler; şans olmayabilirmiş.
Yazın gece yarısı girerdik evlere. Saklambaç, ara sıçanı, köşe kapmaca, uzun eşek, esir almaca, aç kapıyı bezirganbaşı, yakan top, istop, dokuztaş oynamaktan, didişmekten bitap düşerdik. Hiçbirimizin evinde televizyon yoktu. Olsa bile seyredecek takat bizde yoktu.
Evinde kütüphanesi olan kimseyi hatırlamıyorum. Fakat en mıymıntımızın bile gizlisinde en az altı yedi çizgi romanı bulunurdu. Teksas, Tommiks, Tombraks, Red-kit, Kinova, Tek en başta gelenleriydi. Çizgi romanları, sobanın altına konan, yerden dört beş santim yükseklikteki soba tahtasının veya yatakların altına saklardık. Açıkta okumak ders çalışmama alameti olduğundan ders kitaplarıyla kamufle ederek okurduk. Bu sefer de bir ders kitabının bu derece iştiyakla okunuyor olması şüphe uyandırır, yakalanırdık. Çizgi romanların akıbeti daima sobaya atılmak olurdu.
Gece uykuya durduğumuzda sabahı iple çekerdik, yaşanmamış bir güne uyanacak olma heyecanıyla.
Zihinlerimizi kirli sepetine çeviren, seyretmek için kumandaları parçaladığımız, birbirimizin yüzünü unutturan televizyon dizilerimiz olmadı. O dizileri seyretmediğimiz için hayatla ilgili hiçbir kaybımız da olmadı.
Oysa gece yarılarına kadar korkusuzca oynadığımız sokakta yanı başımızdakiyle sohbeti, karşımızdakiyle dost olmayı, küsmeyi, barışmayı, başkasının derdine ağlamayı, yenmenin gururunu, yenilmeye tahammülü sanal âlemde değil hayatın içinde öğrenmiştik.
Bizi yetiştirenlere her nefeste dua göndersek yine de hakları kalır. Ne diyeyim bizi iyi yetiştirmişlerdi.

Diğer Yazıları