Medresede öğretim gören birkaç “Tahir” vardı. Mehmed Tahir Efendi öyle temiz ve titizdi ki diğerlerinden ayırmak için arkadaşları ona “Temiz Tahir Efendi derlerdi. Aslında “Tahir”de temiz demekti. Böyle bir lakapla arkadaşları ona latife yapmışlardı.
İpek’in Şuşişe köyünden ümmi, yarı vahşi bir Arnavut’un oğluydu Tahir Efendi.Eğitimine İpek’te başlamış bir yolunu bulup İstanbul’a gelmiş Yozgatlı Mahmut Efendi’den icazet alarak medresede baş müderrisliğe kadar yükselmişti.
Buharalı bir ailenin kızı olan Emine Şerife Hanım; iki oğlunun ardından kocasını da kaybedince İstanbul’un ortasında bir kızı ve acılarıyla yapayalnız kalır. Kader yollarını kesiştirir. Tahir Efendi, Emine Şerife Hanım’a talip olur. Fatih Sarıgüzel’de mütevazi yuvalarını kurarlar. 1873 yılında bir oğulları doğar. Tahir Efendi oğlunun kulağına annesinin telaffuzda hayli zorlanacağı “Ragif” diye seslenir. Ebced hesabıyla bu isim 1290 yani 1873’ü işaret etmektedir.
Emine Şerife Hanım “Râkif” der. Zamanla isim Akif’e dönüşür. Mehmed’le de birleşince Mehmet Âkif olur. İlkokula Fatih Emir Buhari mektebinde Maarif Nezaretine(Milli Eğitime) devam eder. Evde babasından Arapça dersleri alır. Daha sonra Otlakçı Yokuşundaki Fatih Rüştiyesi’ne gider.Evde dindar, Avrupa özentisinden uzak, eğitimle yoğunlaştırılmış bir hayat sürmektedir.Fesinin imamesinden mavi bir boncuk sarkan afacan Akif; Jön Türklere yakınlığıyla bilinen Hocası Kadri Efendi’nin etkisiyle yabancı dil öğrenmeye meyleder.Arapça, Farsça ve Fransızca’da sınıf birincisi olur.Rüştiye yıllarında Leyla ile Mecnun’u baştan sona okur. Şiire ilk ilgisi böyle başlar. Babası hiçbir konuda baskı yapmadığı oğluna okul seçiminde de karışmaz Akif Mülkiye’ye başlar. Genç Mülkiyeli Akif’e hayatın silleleri gelmekte gecikmez. Sevgili babası dayanağını1888’de kaybeder. Sarıgüzeldeki baba yadigarı evleri yangında kül olur. Annesinin ve kardeşlerinin geçimini sağlamak için bir an önce işe girmesi gerekmektedir. O yıllarda Baytar mektebi mezunlarına devlet hemen iş vermektedir. Mülkiye’yi bırakır. Baytar mektebine başlar. Baytar Mektebi; ona müsbet ilimlerin kapısını açar. Yaklaşık yüz yıldır Türk aydının tanıyamadığı bir cepheden Batı’yı tanır. Görevi gereği Rumeli, Anadolu, Arabistan’ı köylerini dört yıl boyunca dolaşır. İmparatorluğun gezmediği tanımadığı bölgesi ve insanı kalmaz. Zengin tecrübesi ve altyapısı oluşur.
Tophane-i Amire veznedarı Mehmed Emin Bey’in kızı İsmet Hanım’la evlenir. Fatih’te Hırka-i Şerif’te kayınpederinin evine taşınır. Bir ay sonra Sarıgüzel’e annesini yanına taşınırlar. Kızları Cemile doğar. Ev kalabalıklaşınca bundan sonra ömrünce sürecek bir kiracılık macerası başlar. İstanbul’da oturmadıkları semt kalmaz. Mithat Cemal; Akif’in, dostlarına yakın olmak için sık sık ev değiştirdiğini söyler.
Bu yıllarda artık yazmaya başlamıştır. 1908’e kadar şiirlerini yayımlatmaz ama şiirleri dostlarının defterlerine özenle yazılmakta ve elden ele dolaşmaktadır.
Fatih’te yaşayan Ali Şevki Hoca haftada iki üç gün dostlarını evinin kütüphanesinde toplar, Akif’in gelmesini beklerdi. O gelmezse gelenlerle onun manzumelerini okur, misafirlerine de yazdırırdı. Garip bir adamdı. Köseydi. Alafranga(Avrupai bir hayat sürer, Servet-i Fünuncularla yakınlığı vardı. Sırp Mektebinde tarih hocasıydı. Kütüphanesini tepesine şu levhayı asmıştı.
Dest-i gadr-i musta’ıradan ziyanım bi hisab
Tövbe ettim âriyet hiç kimseye vermem kitab
Ali Şevki Bey; Akif’in ünlü manzumesindeki “Köse İmam”dır.
Akif, mahalleyi, sokağı, kahveleri, meyhaneleri, hemen her tipten insanı şiire sokmuştur. Toplumdaki eksiklikleri, yanlışlıkları, sefaleti, istismarı, hurafeleri teşhir eder. Kıssadan hisse çıkarırdı. Ona göre sanatın üç esası: Hayat, hakikat, gözlemdir.”Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek.”der.
Sırat-ı Mustakim dergisinde yayımlanan şiirlerini -dördü dışında- 1911’de “Safahat”ta kitaplaştırır.
Balkanlar, savaştan ve ateşten kavrulmaktadır.
Yıllar geçiyor ki ya Muhammed
Aylar bize hep muharrem oldu!
Akşam ne güneşli bir geceydi…
Eyvah o da leyl-i matem oldu!
Alem bu gün üç yüz elli milyon
Mazluma yaman bir alem oldu
Çiğnendi hârim-i pak-i şer’in
Namusa yabancı mahrem oldu!
Beyninde öten çanın sesinden
Binlerce minare ebkem oldu
Allah için nebiyy-i masum
İslamı bırakma böyle bîkes
İslamı bırakma böyle mazlûm
Mısır’a yaptığı bir seyahatten yeni dönmüştür. Birinci Dünya Savaşı patlar. Osmanlı, Almanlarla müttefiktir.
İngiliz ve Fransızlar sömürgelerinden topladıkları müslüman askerleri “ Almanlar İstanbul’u işgal halifeyi de esir etti.” yalanıyla kandırıp Osmanlı ile savaşa sürer. İslam birliği fikrine inanmış Akif için bu durum dayanılmazdır. Kendisine “Teşkilat-ı mahsusa” ca yapılan teklifi kabul edip Almanya’ya gider. Amacı Tunuslu Şeyh Salih’le birlikte Almanların esir ettikleri 100 bine yakın müslümana gerçeği anlatmaktır. Almanların kurduğu Vunsdorf’taki kampta esirlere vaaz eder, vaazları plağa çekilir. Kampta; Arabistan,Rusya,Hindistan’dan gelmiş esir Müslümanlar gazete çıkarıp, Almanların yaptığı camilerde ibadet ediyordu. Bu Almanların, Osmanlıya hoş görünme politikasıydı.
Akif Çanakkale zaferinin müjdesini Berlin’deyken telgrafla öğrenmiştir. Yurttan uzakta “Çanakkale Şehitleri”ni yazmış olması hissiyatının derecesinin ispatıdır.
Birinci Dünya Savaşında yenik sayılmamızın ardından İzmir’in işgali kalplere bir hançer gibi saplanır. Hemen ardından Anadolu’dan gelen direniş haberleri üzerine gönüllere su serpilir.
Sebilürreşad dergisinin kapısından telaşla giren Akif, derginin müdürü Eşref Edip’i korkutan bir telaşla “Hazırlanın gidiyoruz!” der.
Eşref Edip şaşkın bir halde “Nereye üstad?”
“Hareket-i milliyenin başladığı yere… Artık İstanbul’da bir dakika duramam. Anadolu’ya gidiyoruz!”
Ertesi gün Balıkesir’e giderler. Kendisini coşkuyla karşılayan kalabalıkta “Asımın Nesli”nin dimdik ayakta olduğunu gören Akif ve arkadaşlarının kurtuluş umut ve azimleri daha bir ateşlenir. Millete seslenme yeri olarak kendisine daha çok minberi seçen Akif; Zağanos Paşa camisindeki konuşmasına başladığı mısralarla cemaati cezbeder.
Cihan altüst olurken seyre baktın, böyle durdun da
Bu gün bir serserisin derbedersin kendi yurdunda
Akifin Milli Mücadele’ye fiilen katılması İstanbul’da duyulur. Damat Ferit hükümetinin ve İngiliz’lerin hoşuna gitmez. Devletteki görevinden el çektirilir.
Akif’in Çengelköydeki evine sivil giyimli biri gelir. Onunla baş başa yarım saat görüşür. Eratesi gün Akif her zamanki aceleciliğiyle dergiye gider.Eşref Edib’i bir kenara çeker.
“Artık burada durmak zamanı değildir. Gidip çalışmak lazım. Bizim tarafımızdan halkın bilgilendirilmeye ihtiyacı varmış. Çağırıyorlar. Mutlaka gitmeliyiz. Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın.Sen de derginin işlerini derle topla, Sebilürreşad klişesini al, arkamdan gel.Meşihattaki (dergahta) arkadaşlarla temas et, Milli Mücadele aleyhinde bir halt etmesinler.”
O gün eve dönerken Akif, vapurda damadı Ömer Rıza(Doğrul) la karşılaşır. Damadının kulağına eğilir:
“Ben artık gidiyorum Ömer.” Der.
“Nereye?”
“Anadolu’ya”
“Ne vakit?”
“Yarın sabah birkaç arkadaş Üsküdar Parkı’nda birleşeceğiz. Çoluk çocuk sana emanet Ömer. Şimdilik senden başka kimse bilmesin. Hatta evdekilerin de haberi olmasın.”
Ankara’dan Konya’ya oradan Kastamonu’ya geçer. Kastamonu’da Seblürreşad dergisini yayına başlatırlar. Yapılan bütün konuşmalar, vaazlar dergi aracılıyla kazalara, köylere dağıtılır. Halk bilgilendirilir. Kastamonu’da yaklaşık bir ay kaldıktan sonra, Sebilürreşad’ın klişesi ellerinde karla kaplı Ilgaz’ı epey zorlukla geçerek Ankara’ya gelirler. Taceddin Veli’nin torunlarından Taceddin Efendi bir zamanlar dergah olan binaya aitevi, Akif’e tahsis eder.( Günümüzde Ankara’da Mehmet Akif Müzesidir)Burası beyaz badanası, bahçesinde her daim şakırdayan şadırvanı ile ufak bir köşk, bir Türk evidir. Bu evin bir odasına yerleşen Akifin Yazdıklarına artık duvarlar şahit olacaktır. Burada sık sık edebiyat ve musiki sohbetleri yapılır, şiirler okunur, neyler üflenirdi.
İstiklal Marşı, Bülbül, Leyla, Süleyman Nazif’e şiirleri bu mütevazi ev de mısralara dökülmüştür.
Milli Mücadelenin zaferle sonuçlanması ile Akif ve Eşref Edip, dergi klişesi ellerinde İstanbul’a dönerler. Milli Mücadelenin hatırası olarak Akif’te bir İstiklal Madalyası ve bir tüfek kalmıştır. Şahit olduklarını, vatanın başında geçenleri yazmak arzusuyla dopdoludur. Büyük bir edebiyat aşığı olan Abbas Halim Paşa, beş altı ay sonra, Akif’in geçim derdini düşünmeden, sadece eserleriyle uğraşabilmesi için Mısır’a davet eder. Birkaç ay Mısır’da kalır. Tekrar İstanbul’a döner, Fakat eş dost yüzünden çalışmaları aksamakta buna da üzülmektedir. Bu sıralar İkinci Asım’ı yazmaktadır.
Diyanet işlerinden Kur’anı Kerim tercümesi yazması istenir. Tefsirini de Elmalılı Hamdi Efendi yapacaktır. Titizliğinden dolayı böyle bir sorumluluğu kabul etmek istemez. Çünkü ona göre Kur’anı Kerim’in tercümesi mümkün değildir. Elmalılı Hamdi Efendi ile yapılan uzun istişareler sonucu bunun meal olacağında anlaşırlar. Meal yazmayı kabul eder.
1925’ten başlayıp Mısır’da yedi yıl sürecek bir inziva ve çalışmaya çekilir. Bu zaman içinde Diyanet işleri mealin basılması için defalarca istekte bulunur. Akif ise bir türlü düzeltmeleri, eksiklikleri tamamlayıp teslim edemez. Mısırdan, dostu Fuat Şemsi Bey’e vekaletname gönderir. Diyanetle yaptığı sözleşme feshedilir. Avans olarak aldığı bin lira iade edilir.
Mukavele feshedilmesine rağmen Akif Çalışmalarına ara vermez. Eşref Edip’in anlattıklarına göre: Akif çalışmasını bir kere daha gözden geçirir. Bazı ayetlere kısa tefsirler ilave eder. Kitap için şöyle bir hayali vardı.Bir tarafta asıl metin, diğer tarafta tercüme,sayfa altlarında da şerh ve tefsirler konup ipek kağıda basılacaktı. Hatta baskıyı İngiltere’de yaptırmayı düşünüyordu.
O günlerde ülkeden; namazlarda Kur’anın tercümesinin okunacağı yolunda haberler alır. Zihni altüst olur.”Benim tercümemi bunun için mi istiyorlar.” Diye yazdıklarını yakmaya kalkar. Hastalanır. İstanbul’a dönerken yazdıklarını yakın dostu Yozgatlı İhsan Hoca’ya emanet eder. Eğer Mısır’ dönemezse yakmasını söyler. (Akif’in ölümünden sonra kitabın akibeti konusunda ne Eşref Edip, ne de Akif’in damadı Ömer Rıza Doğrul Yozgatlı İhsan Hoca’nın ağzından bir kelime alamamışlardır.)
Akif Mısır’da bulunduğu yıllarda iki yıl kadar Abbas Halim Paşa’nın Hilvandaki sarayının karşısındaki köşkte kalır. Ailesini de Mısır’a götürünce Hilvan’ın kenarında küçük bir ev kiralar. Kur’an tercümesini bitirdiği yıl hastalanır. Hastalığını önemsemez, küçük bir hava değişikliğiyle atlatırım diyerek 1935’te Lübnan’a oradan Antakya’ya gider. Fakat sirozdur, hastalığı artmış olarak Mısır’a döner. “Buralarda öleceğim, memleketime gidemeyeceğim.” Diye korkar. İstanbul’a geldiğinde siroz onu bitirmiş, bir deri bir kemiktir.Bir müddet Nişantaşı Sağlık Yurdunda yatar. Sonra Mısır apartmanına götürülür. Sonra Said Halim Paşa’nın Alemdağdaki köşkünde kalır. Gösterilen tüm ihtimama rağmen 27 Aralık 1936 akşamı 19:45’te bu dünyadan ayrılır.
Cenazesi resmi ilgiden uzak kalır. O zamanlar edebiyat Fakültesi öğrencisi Ali Nihat Tarlan’ın haber vermesi üzerine bir Türk bayrağı bulunarak tabutun üzerine örtülür. Cenaze namazı Beyazıt Camisi’nde kılınır. Tabutu üniversite öğrencilerinin omuzlarında Edirnekapı mezarlığına götürülür. Çok sevgili dostu Ahmet Baban’ın yanına gömülür. Biraz ilersinde ise adına şiir yazdığı Süleyman Nazif Yatmaktadır. Sevdiklerinin arasındadır. Yazımızı Akif’in itirafıyla bitirelim.
İTİRAF
Safahat’ımda, evet şi’ri arayan hiç bulamaz;
Yalınız bir yeri hakkında “Hazin işte bu!”der.
-Küfe
-Yok.
-Kahve
-Hayır.
-Hasta?
-Değil.
-Hangisiya?
-Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!