Menu
BAST-I ZAMAN
Öykü • BAST-I ZAMAN

BAST-I ZAMAN




Kendisi de en az yanındakiler gibi tarumar… Dışarıdan bakıldığında bu yıkıntıların ayakta durması için geçerli bir sebep yok. Hatta insan, niye hala yıkılıp gitmediklerine şaşıyor.

Bir zamanlar ev olduklarına dair en ufak bir emare olmayan kararmış, çatlak mahzun sıvalar. Demirlerinin çoğu pastan göz göz olmuş eski günleri yad eden balkon. Fakat balkon demirlerine bakır kablolarla tutturulmuş uzun kalasın üstü evlere şenlik.

Evin pür haraplığını hiçe sayan cevval Ortancalar,  kol kola kucak kucağa Kadifeler, kibarlık budalası Begonyalar, şımarık Cam Güzeli…Ortak bir insiyatifle yanlarını yörelerini sarmış haraplığa, bakımsızlığa baş kaldırmışlar hal dillerince.

Beş kiloluk zeytinyağı kutularına, plastik yoğurt kaplarına, sırrı dökülmüş emaye çaydanlıklara velhasıl bir yerlere, bir şeylere dikilmişler. Trenin her geçişinde -belli etmeseler de- sesten ve evin ürpermesinden tedirgin oluyorlar. Ama bu hallerini içerdekine hissettirmemeye ahdetmişler.

Harap evleri, balkondaki çiçekleri -varsa-evde yaşayanları hiç de umursamayan banliyö treni alışılmış çığlıklarla geçip gitti.

Suyu çekilmiş bir nehir kadar kuru, mor damarlı, incecik, bir el balkon kapısına iple tutturulmuş tülü yana sıyırdı.

Evi saran güneş bütün dikkatini kapıya yöneltti.

Kapıdan, yeni doğmuş bir bebek başı uzandı.

Kadın mı, erkek mi anlaşılmayan biri, dikkatli adımlarla balkona çıktı. Beline dayadığı eliyle vücudunu dikleştirdi. Güneşe bakmak istediyse de beceremedi. Balkon kenarındaki kalasa tutundu. Yoruldu. Uzunca bir nefes aldı. Belli ki güneş çıplak başını yakıyordu. Sandalyeye yavaşça çöktü. Çiçek kaplarının arasında bulduğu boşluğa başını dayadı.

Birbirine karışmış kokuları dinledi bir zaman. Derin derin içine çekerek onları tanımaya çalıştı. Bu Ortanca, bu Kadife, bu Karanfil…Yoruldu. Oturduğu yerden kalkmadan kurumuş bir dal parçasından farksız parmağıyla çiçeklerin dibini kontrol etti. “Hiç suları kalmamış, susamış bunlar.”diye geçirdi içinden.

Onları-eskiden olduğu gibi- kapları taşana kadar suya kandırmayı, çiçeklerin kurumuş yapraklarını budamayı, filiz sürenleri başka başka kaplara dikmeyi hayal etti. Hayal ederken yoruldu.

Yatak, boş bırakılmaya içerledi. Yarısı yere sarkmış yorgan, nerdeyse hastasının cildi kadar buruş buruş çarşaf, üzeri silme ilaç dolu, ceviz konsol hastanın kendilerini bırakmasını hiç hazzetmediler. Onunla hemhal olmak için sabırsızlandılar.

Balkonla tezada düşen odanın kokusu, balkondan daha kesifti. Rutubet, ağzı açık ilaçlar ve kapısı aralık tuvaletin yaydığı koku; hastanın balkona kaçma sebebi olabileceklerini düşündüler.

Yer yer dökülmüş sıvaları, bacadan- kim bilir ne zaman- sızmış koca bir kurum lekesiyle  duvarlar hastanın yüzünden farksızdı.

Balkondan sokağı seyre dalan hasta, gördüklerinin artık ne kadar uzaklarda kaldığını düşündü. Sokakta olmak, kapı önlerinde, yıllanmış komşularıyla oturmak, konuşmalarına engel olan çocukları paylamak, mahalleden uğurladıklarını hasretle, rahmetle yad etmek…Bazen de taze gelinler çay demler, çaydanlıkla indirirdi ki o akşamüstüler uzadıkça uzar konuşmadıkları ne ölü ne diri kalırdı. Böyle zamanlarda otuz kırk yıllık hatıralar, yanlışlar ortaya dökülür. Gençlik hataları, sevip evlenemeyen, şimdi başkasıyla evli olanlar bir bir sil baştan yapılır, hatıralar aslından daha canlı yaşanır; kâh gülünür, kâh gözler bulutlanır, kahkahalar geceyi ışıtırdı.

Gülmek; diye geçirdi içinden. En son ne zaman güldüğünü hatırlamak istedi. Ne kadar zorladıysa da başaramadı. Çiçeklere dönüp onların gülümsemesine mukabele etmek istedi. Bunu da beceremedi.

Tekrar boş sokağa döndü. Her şey ne kadar yaşanmaya değermiş. Bir zamanlar giydiklerinin rengini, modelini en ince teferruatına kadar seyrediyordu. Eğer sokak insanlarla dolu,  her şey gerçek olsa biliyordu ki bu kadar seyredilesi olmayacaktı.

Kendisi de şaşıyordu. Son zamanlarda zihnindeki perdeler sıyrılıvermişti. Geçmiş; kendini seyrettirmek için olmadık oyunlar yapıyordu. Daha dün sabaha karşı annesi odanın kapısına dikilmiş, çağıran gözlerle bakıyordu. Hastalanmadığı zamanlardaki gibi birden yatağın içinde doğruldu. Dayanamadı ”Ana!” dedi. Demez olaydı…Gidiverdi.

”Gözü açık rüya görmek bu olmalıydı.”diye düşündü.

Balkon kapısının eşiğinde gerinirken bir yandan esneyen Arap, siyah bir yaya dönüşüverdi. Kedinin pespembe dilinden, etrafa halka halka sağlık yayıldı. Ahenkli adımlarla geldi, sahibinin varisleri patlamak üzere olan bacaklarına sürtündü. Onun ilgilenmesini beklemeden bir hamlede kucağına sıçradı. Kedinin mırlaması ile hastanın hırıltıları birbirine karıştı, tuhaf bir dikkatle bunu dinlediler. Birbirlerinin göğsüne yaslanarak gözlerini yumdular.

O gün- kim bilir-kaçıncı seferini yapan tren, yine pür telaş, yine canhıraş çığlıklarla viran hanelerin dibinden onları tir tir titreterek geçti.

Biri vardı ki trenin camından dışarıya dikkat kesilmişti. Burdaki her yer ayrı bir cazibe merkezi idi trenin camından bakan için.

Evler, kulübeler, tamir diye inleyen çatılar. Camlardan, ziyadesiyle uygunsuz biçimde dışarıya verilmiş soba boruları, tereddütle tütmeye çalışan titrek dumanlar.

Bir zamanlar hamam olduğu göğe bakan küçük, yuvarlak camlarından anlaşılan bir kubbecik. Güneş; tozdan görünmez haldeki tepe camlarını birer pırlantaya dönüştürmekle kalmamış ne yapıp edip onlara çapkın gülücükler fırlattırıyordu.

Batmaya yüz tutmuş akşam güneşi son oyunlarını oynuyordu. Bazen duvarları tümden yıkılmış-içinden çıktığı yangının izlerini hala taşıyan evin -kalan tek- camını kızıla boyuyor, bazen evlerin pencerelerinde oturanların gözlerini kamaştırıyordu.

Trenin camına burnunu dayamış yolcu gözünü alan ışıktan yeni kurtulmuştu ki camda nefesinin oluşturduğu buğunun arkasından gördüğüyle koltuktan fırladı. Zahirde, andan çok çok daha kısa bir dilimdi. Belki bir flaş patlaması kadar bir şeydi. Belki bir nefes alımlıktı. Daha nefesini veremeden gördüğü çoktan uzaklaşmıştı, ya da kendi. Ama o kadar sarih, o kadar canlı ve yakından görmüştü işte! Balkondaki kutuların arasına öylesine uzanıvermiş saçsız bir baş. Bitkinliğin, umutsuzluğun arasından sıyrılmış… İçinden; ”Her şeye rağmen yaşamak...” diye geçiren bakışlar. O balkondan fırlamış, koşup gelmiş, cama yapışmış, arsızcasına meraklı, bakışlara kenetlenmişti.

Yapılacak bir şey yoktu. Görmüştü. Tren bu kadar çılgın kaçarken, bakışlar bu kadar dibe vurmuşken, bir noktadan daha da nokta ama o kadar dipsiz bir anda görmüştü.

Yıllarca bir arada yaşadıklarının gözlerinde göremediğini, göremeyeceğini görmüştü. Tren uzaklaştıkça trenin penceresine yapışmış kadın kenetlendiği bakışların içinde ilerledi. İlerledikçe daha açık görmeye başladı. Onlardaki yaşama isteği aşikârdı. Bakışlar; zamanı, mekânı atlatarak gelmiş, yolcunun gözlerine demirlemişti.

Kimdi? Kadın mı, erkek mi gerçekten belirsizdi. Onca belirsizliğin arasından tren uzaklaştıkça yakınlaşan bir bakış takılıp kalıverdi yolcunun içine. Yolcu afallamıştı. İyice buğulanan camı yeniyle bir hamlede sildi. Geçmiş ola…Tren yolcuyla alay edercesine yaklaştığı istasyona keskin bir çığlık fırlattı.

Bast-ı zamana mı uğramıştı ne?

Diğer Yazıları