Menu
KÖTÜRÜM
Öykü • KÖTÜRÜM

KÖTÜRÜM

“Kızım benden ne olur ki altı üstü bir kalbur kemik.” dedi. Peşinden de sağlıklı halini aratmayacak  bir neşeyle kıkır kıkır güldü. Gülerken olanca kemiği birbirine vurdu.

Tastamam on beş yıldır kâh sırt üstü yattı, kâh sırtına desteklenen yastıklarla ancak oturabildi. Yatakla arasında zamanla tabi bir bağ oluştu. Yatak, artık hissetmediği kollarının, bacaklarının devamıydı.

Vücut yatağa kapılandıkça içerde perdeler açıldı bir bir. Ortalık efil efil... Hiç görmediği, dinlemediği kuşlar şakımaya başladı.

Bir tek vücudu kaldı yatakta. Gönlü yatağın dışında, her yerde fıldır fıldır dolandı. Hem de yürüdüğünden daha dinç.

Bir dem geldi, koca cevizin dibinde, bir dem geldi, ahırda malların yanında, bir dem çeşme başında kadınlarla… Yılların yatalağı o değilmiş gibi. Gönül işte, gem vurulmuyor!

Önceleri yağmura, sularla çok uğraşmaya, yele, sele kabahat buldu, ondandır, dedi, sızılarım. Gençliğin üfürdüğü delikanlılıkla hiç tınmadı. Ağrılar önde, o arkada tütün, mısır dikmeye, kazmaya, kırmaya; ekin biçmeye, anlayacağınız her bir işe koştu. Evde de hamur yoğur, saçta ekmek pişir, onca ineği sağ, sütleri süz, peyniri, yoğurdu ayrı mayala…

Velhasıl bir ancık hatırına getirmedi ki “Sağlık baki değildir.” nitekim olmadı da.

İlkin ayak ve el parmakları başladı oyunbozanlığa. Bir zamanlar kadınların, hasetlendiği, kuğu boynu elleri ve parmakları değişmeye başladı. Parmaklarının her biri kendi bildiğince bir yana kıvrılıp havuç kökü gibi pürçüklendi. Oynak yerleri tomur tomur şişti.

Ekin biçmelerinde orak elde, en önde giden Kamile orağı sık sık  düşürmeye başladı. Tütün kırmaya girdiklerinde yapraklar parmaklarının arasından bir bir döküldü. Parmakları, derken bilekleri, boynu, dirsekleri, dizleri sözleşmiş gibi birbirine uydu. Vazifeden vazgeçtiler.

Harap olan her bir yanına ayrı bir kulp taktı ölüyü güldüren Kamile. Tutunarak, sürünerek, koltuk değnekleriyle de olsa helasına gitti birkaç sene.

Öyle öğrenmişti anasından:”Çivi çiviyi söker.”di. Yılgınlığı hiç yanaştırmadı yanına. Uzunca bir zaman haline rıza göstermedi. Kabullenmezse bu maraz beni bırakır gider diye düşündü. Ümit işte! Ama düşündüğü gibi çıkmadı.

Sonra…Sonra bunlar da nihayet buldu. En korktuğu oydu, o da oldu. Helasına da gidemedi. Yatağa kapılandı. Ele güne muhtaçlık kapıyı çaldı.

Bütün bunlar olurken kendilerini hiç sezdirmedi. Ne Kamile ne de köylüler sezdi. Birden olsa bir sabah kalktığında kapılanmış olsa yatağa, belki de yüreği dayanmayacak vurgun yiyecekti. Her şeyi bilen ve hesap eden bunu bilmiş hesaplamıştı.

Halbuki maşrapayı tutmak, onu doldurmak, kaldırıp içmek, iki ayağının üstünde durmak ne kadar alaladeydi, ne zaman ki onları yapamaz oldu...

Nasıl; her sabah güneş doğuyor, yağmur damla damla düşüyor, rüzgar esiyorsa vücudu da onun düşündüklerini yerine getiriveriyordu. Ya da o böyle sanıyordu. Halbuki…

Yatmak; böyle boylu boyunca yatmak,  ağrına gitmedi değil. En çok da kocasının, büyüklerin yanında uzanmış olmaktan çok utandı, hep utandı.

Gelinler, gençler, tarlaya gidince torunlar bir de kedi onu bekledi. Torunlar büyüyüp kocaya gidince arkadan gelenler  bekledi ve yine kedi.

Vücudu hareket kabiliyetini yitirdikçe hafızası yaprak yaprak açıldı. Henüz ayağının üzerindeyken yaptıklarını yattığı yerden her gün defalarca seyretti. Sağlıklıyken üzüldüğü, günleri kendine zehir ettiği, sabahlara kadar gözyaşı döktüğü şeylerin  kıymetsizliğini anladı. Hayatın her karışı ne kadar değerliymiş meğer…

Çocuktur, kedidir, anlamaz, demedi, anlattı. Çocuk uyudu, kedi dinledi, yine anlattı.

Eğer konuşmanın başı “Hey gidi günler hey! ise;  anlayın ki birazdan eskileri anlatmaya ve seyre dalacak. Hem de anlattıkça coşan bir şevkle. Anlatmaya başladıktan bir müddet sonra dinleyen olup olmamasının da bir önemi kalmaz. Tıkacı yavaşça çekilen çeşme misali başlardı çağlamaya.

“Tütün, güneşi gördü mü hemen boynunu büker. Kolu kanadı kırılır, kocasız karı, öksüz çocuk misali. Olanca yaprak salıverir kendini. Bırak kırmayı, tutulmaz bile.

Onun için güneş doğmadan gidilir tütüne. Sabahın ayazında girersin tarlaya. Her bir tütün fidesi dipdiri ayaktadır, damadı karşılayan yeni gelin gibi.

Fideyi iki avucunun arasına alırsın. İki başparmağınla, bir sağdan bir soldan… Yapraklar çıtır çıtır düşer avcuna. Elerin doldu mu yaprakları üst üste demet yapar fidenin dibine güzelce yerleştirirsin. Hadi bakalım sıradaki fideye…

Önce baş parmağın bulanır zifte sonra diğerleri. Parmak uçların topak topak olur, arada toprağa sürtersin. Ellerin mi topraklaşır, toprak mı ellerindir, anlayamazsın.

Genzin yanmaya başlayınca bilirsin ki gırtlağına ulaşmıştır zift. Hemen ağzını sardığın tülbenti çözer kuvvetlice tükürürsün bir kıyıya. Avcunu siper edersin tükürürken öyle ortaya tükürmek ayıp kaçar elalem içinde.

Haa yanılıp da gözünü falan kaşıdın mı yanarsın. Zift bu şakaya gelmez.

En önde ben olurum, kimse yetişemez hızıma. Tütün karıklarını bir boydan bir boya geçer, kırılan tütünü küfeye doldurur, herkesi arkamda bırakırım. Kırkayak derlerdi...”

Çoğu zaman anlatırken uykuya dalıverirdi. O uyuyunca yanında bekleyen, beyaz tülbenti yavaşça yüzüne örter ki sinekler yüzüne gözüne konmasın. Uyandığında tülbenti hala yüzündeyse ondan kurtulmak için üflerdi olanca nefesiyle

Bazen sinekler sözleşmiş gibi yüzüne gözüne saldırırdı. Yanında biri varsa kovalardı. Ama kimse yoksa sinekler kaçsın diye dilini o yana bu yana çıkarabilirdi ancak. Sonra da kendi kendine “Ey Allahım hayvanlara niye kuyruk vermişsin benden daha iyi anlayan kulun yoktur herhalde!”derdi. Der de ardından kendine gülerdi.

Kocası doktora götürmemezlik yapmadı. Yıllar önce, bastonla hemhal olmasının ilk günlerinde şehre doktora götürdü. Kamyonun  kasasından inip ayak bastığı şehri pek beğendi.

Yollarda ne hayvanlar ne de pislikleri vardı. Ta hastaneye kadar yürümüşler ama sokaklarda bir tek horoz, tavuk bile görmemişti.

”Bunca millet yumurta, tavuk yemiyor muydu ne!” dedi. Köpek, kedi de tek tüktü. Buna da şaştı Kamile.

Sonra “İyi ki doğurmuşum!”dediği beş kızından biri şehre gelin gitti. Kızı da hayırlı  çıkınca… Her yaz iş zamanı “Köydekilere sıkıntı olmasın, anamı da rahat ettireyim.”diye alıp götürdü şehre.

“Şehrin gecesi de gündüzü gibi aydınlık. Şehirde gece yok. Ne çok ışıklık her yer!. Odadan odaya geçince lamba, idare yakmaya hiç lüzum yok. Evleri bırakın, kapı önleri, sokaklar bahçeler de hep alentirikli. Bu şehir adamı azmetmiş geceyi de gündüze çevirmiş maşallah.” derdi.

Yattığı yerde boş durmadı, gönlündekileri yumak eyledi, sardı, nakış nakış dokudu. Hayallerine  siyahı beyazı sokmadı. İncik boncuk, pullar simler hiçbir şenlik eksik olmadı hayallerinden.

“Bu alentirik…Olmaz ya, köyde de bir oluverse. Önce ahırlara takılsa kışın günler kısa, hava hemen kararır. Yok inek lambayı tepti, süt bakracını devirdi derdin olmaz. Basarsın duvarda bir yere, al sana idare, al sana lamba. “diye geçirdi içinden.

Kızı, anasının yürüyeceği gibi bir düşünceyi tabi ki taşımadı. Ama belki ağrıları bir nebze hafifler umudu, onun için bir şey yapmak arzu ve rıza isteği...

Zaten tam anasının hizmetini yapacakken evlenmiş. İşte şimdi tam sırasıydı onun için ne yapabilirse yapmalıydı

Kızı, anasını evlerinin yakınındaki sahile sırtında indirdi. Anasını küçük kızının sırtına yasladı. Kumdaki çakılları, dikenleri temizledi. Eliyle onu yatıracağı yeri düzledi. Sıcak kumlara boylu boyunca uzattı. Birden içi cız etti.

“Elleriyle toprağa bırakıvermek, kim bilir ne zordur! Böyle olsun hiç kımıldamasın. Anam olsun, yanı başımda olsun. Varsın kötürüm olsun. Sesi kulağımdan kesilmesin. Nefesi yanımda olsun.” diye geçirdi içinden.

Kamile kızının içinden geçirdiklerini tabi ki duyamazdı, duymadı da.

“Aman kızım ömür dediğin eni boyu iki nefes arası değil mi? Bir aldın, bir veremedin olacak, puff, tamam işte! Az yaşa çok yaşa akıbet gelir başa, derdi dedem. O zamanlar anlamazdım. Niye az yaşayayım derdim. Çok yaşayayım, hiç gitmeyeyim bu dünyadan derdim. Ama bakıyorum şimdi ne kadar yaşasam yaşadım demiyor, nefs. E ee gözün karnı yok ki.“ dedi.

Kumların üstüne domur domur damlalar düştü. Kızının alnından mı, yanaklarından mı belli değil.

Başına kara şemsiyeyi diktiler. Etraftan sıcak kumları avuçlarıyla çekti, anasını, boynuna kadar kuma gömdü. Sıcacık kumlar, ayakları kolları duymasa da onları ısıttı.

Burnunun üstü boncuk boncuk ter oldu. Torunu sildi. Susadıkça ağzına su verdi. Torun anneannesinin toprağa tamamen gömülmüş haline bakıp endişelendi:

“Anneanne, kumun altında böyle hiç kımıldamadan nasıl duruyorsun?” dedi. Kamile bu söze o kadar güldü ki üstündeki kumlar pıtır pıtır döküldü.

“Ah be kızım, benim kumsuz halim nasıl ki? dedi.

Yatakla hemhal olmasının on beşinci yılı geldi çattı. Yaz. Tütün, mısır zamanı. Köyde işten güçten kimsenin kimseye imdadı yok.

Şehirdeki kızı alacaktır almasına onu, ama hastalıklar sebep olur. Bir türlü salmazlar. Neresinden tutsan ele geliveren yıpranmış çul bebektir artık. Kucağa da alınmaz.

İyi ki görmez kalçalarında açılan şunca oyukları. Ve oyuklardan ığıl ığıl süzüleni. Anlaşılmaz gelen kan mıdır, irin midir? Öylesine karışmış birbirine.

Zaten nefesler sayılıyken bir de öksürük çıkıp gelmez mi?

Hep “Üç gün yatak, bir gün toprak “derdi. Dediği de lütfedildi. Üç gün, tütünmüş, mısırmış demedi, dünyadan bihaber yattı. Yerde döşeğin ayakucunda kedi bir başka mırladı.

Sabah ezanı henüz başlamamıştı. Yanıbaşında bekleyenler günün yorgunluğuna yenilmiş, yanmayan ocağın taşları arasına gizlenmiş çekirgeler pek bir telaştaydı. Bir şeyler sezdiler zahir.

Nefes namına neyi kalmışsa geldi, göğsünde toplandı. Kesik kesik hırıltılar aralıklarla geldi. Sonuncusunu verdi yenisini alamadı. O kadar.

Puff!

Diğer Yazıları