bismillahirrahmanirrahim
anlatan: şehrazad
yazan: kamil doruk
FİRUZ AĞA (3)
(Geyikli Yolcu)
kararlaştırılan günde, tüccar firuz ağa, öğle vakti, ağacın altına geldi. cinni kralı ifrit, görünürde yokdu.
firuz ağa katırından inip, hayvanı serbest bırakdı. bundan sonra tamamen serbestdi. bir fukara köylü bulur, veya bir yolcuya rast gelir, işine yarardı. tabii, vahşi hayvana rastlaması sözkonusu idi, ama, yiyeceği bol böyle bir yerde, aç kalmayacağından, bunların katıra saldırma ihtimali pek zayıf idi.
cinni, ne şekilde ölmek istediğini sorduğunda, ne cevap vereceğini yol boyunca, zaman-zaman düşünmüşdü. sonunda, kelime-i şehadet getirmesi biter bitmez, kılıç ile tek vuruşta boynunu vurmasını istemeğe karar vermişdi. düşünebildiği en keskin ve kestirme ölüm/idam şekli buydu.
katır, dereden suyunu içip, otlaya otlaya, geçmişden kazandığı alışkanlık icabı, yan taraftaki ağacın altına yöneldi. herhalde, firuz ağanın, onu, uzunca ipiyle ağaca bağlamasını bekliyordu.
tüccar firuz ağa, hayvana bakıp, buruk bir ifade ile gülümsedi. «boşuna bekleme sayın yoldaş, seni bu defa bağlamayacağım. yeni sahibine rastlayana kadar serbestsin» diye mırıldandı. sonra, entarisinin kollarını kıvırarak, dereye doğru yürüdü. çömelip abdestini tazeledi. hamd ve istiğfar namazını kılıp, uzun-uzun tesbih etdi. cinni gelince, vakti uzatıp, sıkıntılı bekleyişi uzatmak istemiyordu. hazırlıklı ve beklemeden ölmeliydi.
namaz ve duayı bitirince, kendisinin duyacağı bir sesle kur’an-ı kerim’den okumağa başladı. tam hafız değilse de, kur’an’ın yarıdan fazlası ezberindeydi. senelerdir, günde hiç olmazsa bir-iki ayet ezberlemeği ihmal etmemeğe çalışmışdı. okurken etrafına bakınıyor, eş-dostdan sonra, bu dünya ile, tabiat vasıtasıyle, vedalaşıyordu. yol boyunca, hatta son yirmiiki gündür, baktığı her şey, san ki ölüme gittiğini anlamış gibi, hüzün boyasıyle boyanmışdı. taze filizler koyulaşmış, çiçekler açmağa duracağına, gözyaşına durmuşdu... gökyüzünün mavi parlaklığı da, san ki matlaşmışdı... güneş, parlamağa doyamayan güneş, parlaklığından utanmış da kızarmış gibiydi... ya böceklerin ve kelebeklerin, onu bu son demlerinde rahatsız etmek istemezcesine sessizleşmesi.. ağırdan alan, isteksiz uçuşları... kuşların ötüşünde bir yas havası, bir veda bestesi... el sallaya sallaya uzaklaşan dağların tepeleri... şırıltısı duyulmasın diye elinden geldiğince yavaş akan küçük dere… ya katırcığı! bağlanmamakdan dolayı, her şeyi anlamış gibi, sık sık başını kaldırıp, mahzun gözlerle sahibine bakan katırcığı.. konuşabilse, san ki, haydi bin sırtıma da seni buradan uzaklaştırıp kurtarayım, diyecekdi…
*
tüccar firuz ağa böyle dalgın, bir yandan okur, bir yandan etrafına bakıp düşünürken, yol tarafından kulağına sesler geldi. başını çevirip baktı. bitkin görünümlü bir yolcu, peşinde, ipini tuttuğu bağlı bir geyik bulnduğu halde, yoldan ayrılmış, yanına geliyordu. yaklaşınca selam verdi:
«selamünaleyke efendi.»
«ve aleykesselam ve rahmetullah.»
«anlaşıldığı kadarıyle, sen de benim gibi yolcusun. sadık katırını bağlamağa lüzum görmeden oturmuş dinleniyorsun. ancak, nedendir bu dalgın, mahzun halin? beni farketmedin. başında bir derd mi var?»
«sorma kadeşim.. başıma pek tuhaf bir iş geldi ki, inanılır gibi değil…»
yolcunun yanındaki geyiğin arka ayakları, yürümesini değil, ama, koşup sıçramasını engelleyecek, gevşek bir zincir ile biribirine bağlıydı. firuz ağa bunun üzerinde pek durmadı. dağ başında rastladığı bu yolcuyla bir an önce konuşup içini boşaltmak istiyordu. belki biraz rahatlardı. nasılsa cin kralı henüz görünürde yokdu. gelene kadar vakit geçirmiş olurdu.
«hele şöyle yanıma otur. yorgun görünüyorsun. soluklan biraz» dedi, geyikli yolcuya.
«şu geyiği bağlayayım. beni merak içinde bırakdın…» diyen yolcu, ipinden çekip, geyiği en yakındaki ağaca doğru götürdü.
firuz ağa, bu garip yolcu dönüp yanına oturarak meraklı gözlerle, dinlemeğe hazırım, manasında bakmağa başlayınca, başına gelenleri anlatmağa başladı…
başına gelenleri başından sonuna anlatan firuz ağa, sözlerini şöyle bitirdi:
«işte kardeşim, bu cin kralına verdiğim sözü tutmak için, bu ağacın altında, onu beklemekdeyim…»
firuz ağayı dikkat, merak ve hayretle dinleyen geyikli yolcu, hayranlık mı duysun, yoksa bu tüccarın alıklığına mı hükmetsin, bilemiyordu. bir insan, verdiği sözde durmak için malından-mülkünden vazgeçebilirdi, tamam, ama, canından?!.. işte bunu anlayamıyordu… hele bu kişi bir tüccar ise…
böyle düşünen geyikli garip yolcu, dayanamayıp sordu:
«kardeşim, kusura bakma ama, verdiğin söz uğruna bütün menkul ve gayr-i menkulünü son kuruşuna kadar bu cinniye vermek üzere burada bulunduğunu, hatta el-ayak gibi beden azalarının birinden veya birkaçından vazgeçtiğini söyleseydin, seni tebrik eder, hayranlık duyardım… amma, canını vermeğe gelmişsin! hayret içindeyim ve ne diyeceğimi bilemiyorum… hazır elinden kurtulmuşken, bu işlerden anlayan, seni koruyacak maharetdeki cinci hocalara başvurabilirdin. onlar bir çare bulabilir, cinniyi defedemese de, hiç olmazsa seni koruma altına alabilirdi. ne bileyim.. muska falan hazırlayıp bunu boynuna asabilirlerdi…»
«sen böyle düşünebilirsin. ama, beni sürekli gözleyen gözcüsü, bu teşebbüsümü haber verebilir, muska hazırlanmadan cinni bana kastedebilirdi… bu durumda, sözünde durmamış biri olarak terketmez miydim dünyayı?.. bundan önemlisi, insanoğlu cinniden üstündür. üstünün, üstünlüğü bulunduğuna verdiği sözde durmaması uygun mudur? hem de, bu dünyada yeterince yaşamış sayılırım. çocuklarım büyüdü… dürüst bir ömür sürdükden sonra, suçlular gibi, saklanmağa çalıştığım yerde ölmek istemedim. ölüm nasıl olsa, şöyle veya böyle, bu gün veya yarın, gelip bulmayacak mı?! şimdi, hiç olmazsa, iyi/kötü, elden geldiğince hazırlıklıyım… ya, âniden, kimseyle helalleşemeden ölüverseydim?!..»
bu sözlerden sonra, geyikli garip yolcunun diyeceği bir şey kalmamışdı.
«ne diyebilirim ki efendi!.. böyle konuşmakla, hakikati dile gitirdin. bana düşen, bu dünyada, senin gibi, verdiği sözü canından üstün tutan, bu uğurda canından vazgeçebilen insanların da yaşadığına inanmak. insanoğlunun ne sebebden, yaradılmışların şereflisi, diye anıldığını anlayabiliyorum, galiba… eğer müsaade edersen, şurada kenarda oturup, bu işin nasıl neticeleneceğini görmek istiyorum… bu dürüstlüğün, dünya durdukça anılsa, nesilden nesle bir masal gibi anlatılsa yeridir…»
geyikli yolcu biraz ötedeki ağacın altına gidip oturunca, firuz ağa tekrar düşüncelere daldı.
gerçeği söylese, kendisine inanmayıp, akıl hastalığına yakalandığına hükmedip, salmayacakları kuvvetle muhtemel olduğundan, kadınlarına, oğullarına, kızlarına ve yakın dostlarına, hacca gideceğini söylemiş idi. yolculuk bu, demişdi, gidip de dönmemek var. vasiyetini açıklamış, dönse de, yeterince yaşlandığı ve yorulduğundan, ticarete devamı düşünmediğini belirtip, mirasını paylaştırmışdı. bu, etrafındakilerin itirazıyla karşılaşsa da, kararlılığı karşısında, yeis içinde, boyun eğmişlerdi. bu arada pek sağlıklı ve neşveli görünmeğe dikkat etmişdi. buna rağmen, oğullarının en büyüğü, bir konuşma sırasında, san ki ölüme gidiyormuş gibi bir hali bulunduğunu, söyleyivermişdi. son gün, aynı şeyi kadın ve kızları da söylemişdi. bunun üzerine, bir sene kadar sürecek ayrılığın pek kısa sayılmayacağını belirtmek zorunda kalmışdı. evet, o güne dek, bu kadar uzun süre birbirlerinden ayrı kalmamışlardı. öte yandan, kutsal topraklarda, nebi’nin yanıbaşında yatmak, bu yolda yeksan olmak da arzu edilebilir, deyince, kendisinin de bunu arzuladığını söylemesine fırsat kalmadan, hepsi ağlaşmağa başlamışdı…
ah, o toruncukları… onları düşününce içi.. sadece onları düşününce içi sızlıyordu… giderken hepsine oyuncaklar götürmüş, ayrılma dakikasına kadar onları her gördüğünde öpüp koklamışdı. koklamışdı da, doyabilmiş miydi?!..
biri, dedesinin hacı olmağa gideceğini duyunca, son günün akşam yemeğinde, “bütün hacı dedeler beyaz sakallı mıdır” diye sormuşdu. beş yaşındaki yumurcağın aklındaki kurgudan habersiz, kaale almadan, evet, deyip geçiştirmişlerdi. çocuk, bunun üzerine dışarı çıkmış, çok geçmeden, elinde beyaz kedisiyle içeri girip, kediyi dedesine göstererek, “benim kedim de hacı olabilir; götürür müsün dedeciğim” demişdi… bocalayan firuz ağa, nihayet, kedisinin de kendisi gibi küçük olduğunu, ikisi birden büyüyünce, beraber gidebileceklerini söylemişdi. yumurcak ne cevap vermişdi: “biliyorum dedeciğim; bu şaka ile seni neş’elendirip güldürmek istemişdim…”
o anları yaşayan firuz ağa, kendi-kendine mırıldanmağa başladı:
«çiçeğim benim! inşaallah,boynun bükülüp yüzün sararmasın hiç… hep çocuk kal da, insanların yalan söylemek zorunda kaldıkları talihsizliklere uğrama. dedenin sana ne için yalan söylemek zorunda kaldığını anlayacağın gibi çaresizlikler, semtine bir daha uğramasın. deden senin gözünde yalancı kalsın da, o masum gözlerin, çaresizliğin selleriyle yıkanmasın, kanlanmasın, kararmasın…»
firuz ağa içlenmiş, bunları mırıldanırken, yanına yaklaşanı farkedememişdi.