Menu
PENCEREDENİZLER 22
Deneme/İnceleme/Eleştiri • PENCEREDENİZLER 22

PENCEREDENİZLER 22

bismihi teala

…24 şaban 1433, cumaertesi…

yazma isteksizliği, tenbelliği, gevşekliği (nefsin/keyfin) ile mücadele et; ki, işte senin büyük cihadın bu! (eğer gökden yardım alamaz isen, başarı şansın sıfır. çünki şeytana ve nefsine belden aşağı yalakalık edip başvurmayı beceremedin gitti, şu ana kadar; bundan sonra da başarabileceğini umma –eğer kırıntı kadar aklın var ise.)

...27 şaban1433, salı...

«ey çok işler ki, evveli güç oldu, ondan sonra açık oldu, zorluğu geçdi.» (msnv şerh, a.a. konuk; 6/144)

...01 ramazan 1433, cuma...

mübarek ramazanın ilk günü gayet tatlı.

...02 ramazan 1433, cumaertesi...

kaztelerde yazılanlar, radyo ve televizyonlardaki ramazan ukalalıklarından uzak kalmak çok hoş bir şey; adeta psikolojik ve ruhi rehabilitasyon gibi.

...03 ramazan 1433, pazar...

«nefsinize haşîn muamele edin, onu neşv ü nemâdan (hal’edip) kuru odun hâline getirin ve tarîk-i hakda beşeriyet pabucunu çıkarıp yalın ayak yürüyün; kalbiniz ile hakkı (doğru ve faydalıyı) görürsünüz ve nefsinizin şerrinden kurtulursunuz.» (hadîs-i şerif)

...04 ramazan 1433, pazarertesi...

(3261) «ibreti ve uyanıklığı hâlık’dan iste, kitâbdan ve mütalâadan ve harfden ve dudakdan değil.» (6/232; mesnevi; a.a.konuk)

...

kıraathanede oturur iken, ramazanın gelmesi münasebetiyle ortalığın din renkli kâğıt/kartoon süsleri ve elvan-elvan balonlarla velveleye verilmesine bakınca, mahallenin namus cazgırı doğrucu davud dedi ki:

–bunlar ramazanda ölmeliler. aksi halde işleri zor! biri bunlara demeli: “duanız arasına, ramazanda ölmeyi katın.”

–sanırsın ki, ramazan vecd ve sükûnet ve perhiz (az yeme) ve taat ayı değil, bilakis, festivaller, panayırlar, çılgınlıklar, tozu (sucuk ve kebab) duman(ın)a katıp gezmeler, yiyip içme (zıkkımlanma) ve ziyafet yarıştırma ayı... bu ayı ayı anlayışı bu.

...

bu âlemde elemin aslı/anası emeldir. bu anayı öldürmeden sana  rahat yok. her iki dünya cehennemi bu ananın ayakları altındadır.

...11 ramazan 1433, pazarertesi...

ne müdhiş bir şey, ne müdhiş bir şey.. ve, ne vahşi bir şey, ne kadar hasedce bir şey.. ve ne kadar apaçık düşmanca bir şey (“şeytan apaçık düşmanınızdır”): o kadar yazmak istiyorsun (veya bir şeyi yapmak/yapmamak istiyorsun), kendine o kadar “sana fındık-fıstık ve şeker alacağım” diyorsun, buna rağmen, adeta görünmez bir el (herhalde elbet seni her açıdan gören, yemi atıp satlanan bir avcı gibi görünmeyip seni gören –amma senin göremediğin– bir el), elini tutup kalem tutmanı (istediğini yapmamanı/yapmamanı: verdiğin kararı uygulamanı) engelliyor, düşünce yakalamanı engelliyor, yazdırmıyor...

hayatımızdaki pek çok takıntı halleri de aynı şekil(müdhişlik)de: aklın, takma, diyor, amma, bir şey (şeytani bir el?) getirip-getirip, döndürüp-dolaştırıp üstüne atıyor (bir ibadullah’ın üstüne atılan işkenbe gibi) ve, aklına takmamağa çalışsan da, bütün sinir sistemin boğuluyor; hatta, adeta damarlarında akan kan bu takıntı (zehri) ile akıyor, bu takıntı zehir olup kanına karışmış.. bu kadara kadar, sen takmamağa çalıştıkça, sana takılıyor/taktırılıyor; hatta, sana katılıyor ve gerçek, senden bir parça haline geliyor... (bu bir hulk/ahlak, yaradılış, tabiat, huy hali ise, ahlak-ı alaiye’de ve benzeri kitablarda, uğraşıp çalışmakla, temrin ve terbiye ile, tamamen sökülüp atılamasa da, şiddet derecesinin azaltılabileceği yazıyor.)

...

her ne kadar bu deftere böyle saçma-sapan şeyler yazsan da, yayımlanmağa değer bir sahife, saçmaladığın/karaladığın on-onbeş sahife arasından çıkıyor; aksi halde (saçma-sapan şeyler –deyip– yazmazsan), bu –işe yarar– bir sahife de çıkmıyor...

(neden çok istiyorum bu işi? çünki: meleki bir iş: kiramen katibin işi. /her şey yazılıyorken ve defter olarak elimize verilecek iken, yine de dedi-kodu ve küfretmemiz dahi pek, pek ve pekçok müdhiş bir şey değil mi?! işbu ahmaklığımla hadbilmezlik edip –zaten hadbilmezlik ahmakların işi– nasıl bir işe talibim, değil mi?! amma, bu öncekiler kadar müdhiş bir hal olmasa gerek? yoksa, hepsinden müdhişi de bu mu?! takdir, önce her şeyin sahibinin, sonra sizin ey âkılân! // ne kadar haklı olsan da, vakara uygun düşmeyecek aşağılık sözler ve hareketler sarfettiğinde, yüksek bir şahsiyetin bunu görüp işittiğini farkediversen, utanmaz mısın, ey öküz nefsim? –daha alt/dünyevi bağlamda: insan isen, utanırsın elbet!.. uhrevi bağlamda: ister-istemez, beynine çivi çakar gibi öğretecekler sana utanmayı ey allah’dancc korkmaz kuldan utanmaz-sıkılmaz öküz. // ve dahi şu: “eğer daha değerli bir şey olsa idi, gökden söz değil, o iner idi!” –bu, horasan veya iran, huzistan taraflarından bir gayret erinin deyimi. bunu, tahminim üzre, cami’nin hayat hikayesinin anlatıldığı kitabda arayıp bulamadığıma göre, üstad firûzenfer’in bize pek değerli mesnevi’yi hediye eden mevlana’nın hayat hikayesini anlattığı kitabındaki bir dipnotda görüp okudum, herhalde diye düşündüm, ancak, milli eğitim baskısı mevlana kitabımın raflarımdan gaibliği sebebiyle tedkiki sürdüremedim.)

...12 ramazan 1433, salı...

«kâfirlere yapıp-etdikleri süslü gösterilmişdir. böylece, her şehrin büyük günahkârlarını, hilelerle düzen kursunlar, diye liderliğe getirdik. aslında onlar kurdukları tuzağa kendileri düşmüşdür de farkında değiller!» (en’âm 123)

...

«gerçek şu ki: allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü islama açar; kimi sapıklıkda bırakmak isterse, onun kalbini daraltır ve öyle sıkıştırır ki, ona (islamı düşünmek, islam kelimesini duymak bile) sanki ruhu göğe çıkıyormuş gibi gelir. böylece allah, inanmayanları (hakdan kaçıp nefret edenleri) pislik içinde bırakır.» (en’âm 125-126)

...

(moralmen) şeker koması, diyeyim.. şanzıman dağıtma, diyeyim.. yatak sarma, diyeyim.. balataları sıyırma, diyeyim.. ne dersem diyeyim bir engellenmişlik iflası içindesin, dostum... onca günler, haftalar, hatta aylar boyu kendini gaza getirip, şevke getirip, binbir rica ve mihnet ile cemaatle namaza başlatıyorsun, birkaç günden sonra bakıyorsun ki, cami kapalı! komaya giriyorsun. motor istop ediyor ve arabayı garaja çekiyorsun... tamire ne zaman canın ister ve tamir kaç gün, kaç hafta, kaç ay sürer, belli değil...

...

şu an önümde duran, okullarda kulanılmamasına rağmen, hangi akla hizmet ise, parasız yatılılara eğitim yardımı diye dağıtılan dmo (devlet malzeme ofisi) damgalı, nüfus kütüğüne yakın ebadlarda (bundan mıdır acaba, şimdilerde ufak defter taşıma ve bu defterlere yazma temayülüm!), nüfus müdirliklerinde işe yarayacağı için, ilk sahifesine “elde kalan” yazıp, hemen altına “Maziden sadece hatıralar kalmıştır elde / Sürüklenip gitmekteyiz hayat denen bu selde” iki mısra(!) düşürdüğüm defterdeki yazı(m)nın tarihi 1. 3. 1975. –lise bire gidiyorum. bursa imam-hatip lisesi (devlet parasız yatılısı), lise bir g şubesi. –

ilk paragrafı buraya aktarayım ki, bir tutuam tuz ola:

«1-3-1975

«Bugün cumartesi, okul [virgül] yarın da olmak üzere tatil. [paragraf] akşam, setbaşında MTTB de [Setbaşı’ndaki MTTB’de, okulumuz meslek dersi öğretmenlerinden] Hidayet Aköz’ün verdiği “Hakkı Tavsiye” isimli semineri dinledim. İyi güzel, ama şimdi ne yapacağım ben? Öğlen geçeli bir, birbuçuk saat oluyor. Gezsem zevk alamıyorum; ayakları yormaktan başka birşey değil. Ders çalışsam, katiyyen canım istemiyor. Bir iki arkadaşı ders çalışmaya inerlerken [inerken] ellerinde kitaplar gördüümde [gördüğümde], çok yemiş, karnı haddinden fazla tok olan bir kimsenin, en iyi yiyecekleri bile görünce nasıl ters bir tepki gelirse içinden, ben de aynı hale geldim. Birkaç dersdışı kitaplar [kitap] var, fakat onları da okumak istemiyorum. Sanki hep onlarla imişim de, ayrılmak ister gibi bir durum var içimde. Onları okumak istedikçe okuyamıyorum sanki. Bunu için de zemini, sıcacık bir soba yanı, sırtımı dayıyacak bir yastık bulamayışımı bahane ediyorum. Bir an kendimi bir camiinin [caminin] imamı veya ilkokul öğretmeni yerine koyuyorum. Ufak bir cami ve sıcak bir yuva... –Burada sıralardan bıktığım için hayalime yazı  masası ve sandalyeyi sokamıyorum.– Öğle yemeğini afiyetle yemiş [yatılı öğrenciler için yemek müzmin bir meseledir] ve odama [yalnız kalabilmek de müzmin bir hasretdir] durumda; kitaplığımdan arzuladığım bir kitabı alarak, bir mindere veya cam boyunda [–mahalli– pencere kenarında] sekiye oturup, sırtımı rahat [yumuşak] bir yastığa dayayarak başlıyorum okumağa. Zaman-zaman yazıyorum; hem bu yazdıklarım şimdikiler gibi yetersiz ve yarım değil; [neymiş: yetersiz ve yarım kalsa da, hanidir yazıyormuş!] başladığımı bitiriyor ve tamamlanmış eserler meydana getiriyorum. Kitapların [Kitaplarımın] çoğu şimdi [Kirmasti’deki] evde; oysa o zaman hepsi birarada ve elimin altında olacak.»

inşaallah, allah ömür ve fırsat verir de, bunun (bu ve diğer defterlerdeki yazıların) devamını dizmeğe canım ister, hatıra kabilinden kendi-kendime okurum.

(...)

sonra bir sanat sitesi. güncelleme problemi yok, çok şükür; ancak, bir hafta on gün kadar site uçtu-gitti kül oldu! sonra küllerinden doğamayıp bir kirpi postuyle geri geldiğinde olan oldu ve bütün yazılar ve, bir nüshası daha elimde bulunmayan üç-dört tane güzelim hikaye, o zamandan beri içimi acıtan hikayeler, uçan balon gibi uçup gitti...

sonra, iş arkadaşım ve hemşehrim ayrılıp bir haber sitesinde başlayınca, yayın yönetmenini de yiğirmi küsur senedir tanıdığım sitede misafir kalemlik edeyim, dedim (ilk yazımın bir istanbul gazetesinde yayımlanışından otuz küsur sene sonra). bir-iki, derken, üçüncü (veya dördüncü) yazı, devrisi gün yok. sonraki gün yine yok. çocukluğumuzda, nereden geliyor ise, “allah’ın hakkı üçdür” diye bir deyim vardı, bununla teselli bulup, amma, dördüncü gün, acaba misafirlim bitti mi, diye, arıyorum: “yazı(ları)m daha çok kişi tarafından okunma şansı elde etsin” diye bekletiliyormuş! (peki, bekler iken daha çok yazı yazamayış?) yine, kendime, fındık-fıstık, leblebi-şeker alıcam, gazları... nihayet bir tuz-biber.

meğer, yanılmışım, çok, çok yanılmışım. internet bir süreklilik, bir yenilenme harikası, değil imiş...

(...)

(...)