Menu
SARI KIRMIZI MAVİ BEYAZ BALIKLAR 4
Öykü • SARI KIRMIZI MAVİ BEYAZ BALIKLAR 4

SARI KIRMIZI MAVİ BEYAZ BALIKLAR 4

anlatan: şehrazad

yazan: kâmil doruk

FİRUZ AĞA [2]

karşısındakinin kararlılığını iyice anlayınca, tüccar firuz ağanın, o güne kadarki hayatı, kimi ayrıntılarına varıncaya, gözünün önünde canlandı. demek buraya kadardı… işte bu hayat, demek sona erecekdi… bir gün değil, birkaç dakika öncesine, hayatının böyle bir ölümle sonlanacağını tahmin edebilir miydi?! aniden, haksız ve beklenemedik bir neden.. ve en önemlisi, hazırlıksız… hazırlıksızlık öne çıkıp içini sızlatdı: demek, her gün, hazırlıklı bulunulmalıymış… son gün olabilir, ihtimalıyle başlanmalıymış, her güne.. ve bir sonraki günün hazırlığına… sürekli hazırlık. asıl iş-güç, sürekli hazırlık, imiş… hep bunun peşine takınılmalı, hep bunun endişe ve sancısı çekilmeliymiş.. çok parna kazanmak ve her şeyin en iyisine sahip olmak ve en iyisini kullanmak, en iyisini giymek, yiyip-içmek.. ölüm silgisi/keçesi/süngeri ile, karatahtadan silinen tebeşirle yazılmış hurufat, kelimat… silinmeden geride kalan, altını harflerle (gök tahtasına, yer tahtasına) yazılan, iyilikler, (aylmalar değil, muhtaca) vermeler, adalet… hatta, bir garibe tebessüm…

bu güne kadar hep iyi bir insan kalmağa çalışmış, bunu hayatının en vazgeçilmez amacı kabul etmişdi. kendini kandırmak adına mı, bilinmez; bu konuda içinde ufak bir ikirciklilik hissadiyordu: böyle bir ölümü kendine uygun bulmuyordu… ya’ni, dostlarıyle, yakınlarıyle helalleşemeden ölüp gitmek! alacaklı-vereceklisiyle hesaplaşmadan… kul hakkı, ifadesini hatırlamak, yeterliydi, şu anda. bu ifade, yeterince apaçık ve kesindi. şimdi, hayatı boyunca bunun tedirginliğini yaşadığını, bu yüzden böyle bir ölümü hakketmediğini düşündüğünü sezinledi. bununla biraz rahatladı. demek, nefsi değil idi, bu ölümü beğenmemesi… ama, yoksa, kendini değerli görme aldatmacasına mı gelip, sürçüyordu? kadere karşı mı getirmiş oluyonrdu içindeki şeytan ve şeytani?!

bütün bunlar, birkaç saniye içinde içinden geçdikden sonra, firuz ağa, cevap bekleyen cin kralı ifrite şöyle dedi:

«ey kral! kabul ediyorum ki, benim için bir kurtuluş yolu yokdur. bunun nedeni, bir oğulu babasından ayırmamdır. bilmeden ölümüne sebebiyet verdiğim oğulun babasının içi, üzüntü ve öfke ateşiyle yanıp kavrulmaktadır. bu baba, içinin yangınının, oğlunu öldürenin üzerine intikam ve kin selini boşaltmakla, onu kendi eliyle öldürmekle söneceğini, hiç olmazsa hafifleyeceğini ummaktadır… ancak, ciğeri yanık bu babanın hatırlamasını rica ediyorum ki, şu an öldürmek istediği de bir babadır, ciğerparesi oğulları vardır, eşleri, dostları vardır. ya’ni, kendisine bunca ağır, bunca zor, bunca yakıcı gelen acıyı, sadece öldüreceğine değil, başkalarına da yaşatmak üzeredir. kendisi için istemediğini, başkası için istemenin izahı nicedir?..»

sabırsızlıkla yerinde duramayan cin karlı, hemen tüccarın sözünü kesdi:

«beni kelime oyunlarıyle kandıramazsın âdemoğlu! bunu biraz önce de söyledim. sen benim oğlumu öldürdün! ben de seni öldürmezsem içim rahat etmeyecek. hem bunu yapmazsam, çevremdekilerin yüzüne bakamam. beni ayıplarlar. korkaklığıma hükmeder ve yüzüme bunu haykırırlar. hatta krallığım elden gidebilir… bizde âdet böyledir: biri suçsuz yere öldürülürse, onu öldüren öldürülür… şimdi, seni nasıl öldüreceğimi söyle ve hazırlan. kılıçla mı, kargıyla mı, iple mi...?»

«kararının kesinliği besbelliyken, senden, beni bağışlamanı isteyemezdim elbet. ama, sözümü tamamlamağa fırsat vermedin. isteyeceğim şeye geçmeden, sözünü etdiğin âdetinize dair, sormadan edemeyeceğim bir soru var: öldürenin öldürülmesinden evvel, muhakeme edilmesi, bir veya birkaç bilirin, yetkilinin karar gerekçesi açıklamasına lüzum görülmez mi?»

«evet, böyle bir şey sözkonusu. ancak, senin suçun apaçık sabit ve karşılığının ölüm olduğu kesin. bu yüzden, muhakeme edilip edilmemen, gerekçenin bulunup bulunmaması, bir şey değiştirmez. lüzumsuz addediyorum… şimdi, benden istemeyi düşünüp söyleyemediğin şeyi söyle, bakalım.»

«sayın kral; can ve akıl verilmiş, aklı başında her yaratık gibi ben de ölümün gerçek ve kaçınılmaz olduğunu, sonunda öleceğimi, şuur seviyesinde biliyorum. endişe ve korkum ölmek değil. zaten çocuklarım yetişkin birer insan oldu; bana torun verdiler. ancak, şimdiye kadar hep dürüst bir insan gibi yaşamağa gayret etdim. verdiğim sözleri tutmağa, kendimi ve insanları aldatmamağa, cümle mahlukatı üzmemeğe dikkat etdim… ticaretle uğraşıyorum ve iş hayatında başladığımı yarım bırakmamakla tanınmışımdır. oysa, şimdi sen beni öldürürsen, bazı işlerim yarım ve yüzüstü kalacak. bu yolculuğa da çıkışımın sebebi, senelik ticari hesabın iki ucunu yapıştırmak, kârı-zararı, alacağı-vereceği bağlamak idi. senden istediğim, işte bu konudadır: bana, işlerimi bitirmek, eş-dost ile helaleşmek, torunlarıma hediye götürmek için, izin vermen. sonra buraya gelirim. o zaman beni öldürebilirsin. beni şimdi öldürmek ile iki-üç hafta sonra öldürmek, netice itibarıyle bir şey değiştirmez. senin için, içinin yatışmasını biraz ertelemek, biraz sabretmek, demek. ama benim siçin, dediğim gibi, öyle değil. çok şey farkediyor. şimdi bana müsaade edersin, bütün günahlarımdan tevbe edir, af dileyebilirim. ama, kul hakkı öyle değil. kul hakkı, kullar arası bir mesele. allah, kendisine karşı bütün günahımızı affedebileceğini, ancak kul hakkının bunun dışında bulunduğunu bildiriyor. böyle bir müracaatı kabul etmeyeceğini, peşinen bize açıklıyor. işte, bundan dolayı, gidip herkesle helalleşmek için yetecek kadar bir süre izin istiyorum. izin vermezsen, bu, kul hakkı olarak senin boynuna dolanır ve elbet ahirette bunun hesabını verirsin. hesabını kolayca verebileceksen, bana, bu yolda izin vermezsin! iyi düşün-taşın…»

ilk anları öfkesi nisbeten biraz yatışmış cin kralı:

«ey âdemoğlu!» dedi. «ölümle burun-burana gelmiş biri, kurtulunca, tekrar aynı yere gelir mi? öldürülmek için?! buna inanmak pek mümkin görünmüyor. gitmene izin vereceğimi nasıl olur da aklından geçirebilirsin?! hayret içindeyim doğrusu…»

«evet, bunu aklımdan geçirdim; hem, umarak geçirdim. insanlarla iş görme ve diğer ilişki tarzımdan kalan bir alışkanlık olabilir. beni tanıyan herkes, bir söz vermişsem, ölmedikçe tutacağımdan, kendi adından daha emindir. ama, şu an, besbelli ki, etrafda beni tanıyan ve sana anlatıp tanıtacak kimse bulunmadığından, ikna yolu kapalı. bu güne kadar yalan söylemedim. ömrümün çoğu geçip gitmişken, tenezzül edip bu huyumu değiştireceğimi sanma… hem, bilebildiğim kadarıyle, siz cinnîler, bir insanı, diğer insanlara görünmeden takib edip gözleyebilirsiniz. sen de, tâbilerinden birini görevlendirerek, peşime takabilirsin. böylece, nereye gitsem, elinden kaçamam.. değil mi?»

«evet, doğrudur… ah, keşke görür görmez öldürseydim seni! seninle konuştukça kafam karışıyor. öfkem, güneşi görmüş kar topu gibi erimeğe başladı… galiba.. galiba beni ikna etmeği başardın, insanoğlu… tuh! ne oldu bana böyle!? (…) sözünü etdiğin işleri bitirmek için ne kadar süre gerekiyor?»

«hindli ortaklarımın şehrine ulaşmak için üç gün. dördüncü gün onlarla hesaplaşır, helalleşip veda ederim. eve dönüş için on gün. eder ondört gün. bir gün hesapları toparlama ve eş-dost ile helalleşip vedalaşma. onbeş gün. bir hafta buraya geliş. toplam yirmiiki gün eder. bugün ayın onbiri olduğuna göre, önümüzdeki ayın üçüncü gününe kadar, daha önce ölmez sağ kalırsam, dönerim. kabul mü?»

«pekala insan. bana ne olduğunun iyice farkında değilim şu an. ama, bu izni sana verdim. eğer sözünde durmamağa kalkışırsan, kapını nice felaketin çalacağını, var kendin tahmin et. önümüzdeki ayın üçüncü günü seni burada, bu ağacın dibinde bekleyeceğim... şimdi serbestsin. yoluna devam edebilirsin.»

cinni, bunu söyleyip, kılıcını kınına, kargısını atının yanına yerleştirdi ve atını mahmuzlayıp, şimşek hızıyle kayboldu.

firuz ağa, bir süre öyle kalakaldı. sonra, karnı doymuş katırının burnundan çıkan keyif hırıltısıyle kendine geldi. zihninde bir irkilme, aklında bir ayaklanma hissetdi. toprağa basıyor ve ayakları üzerinde duruyordu…  katırına bakdı. yeni görüyor gibi, hatırlamağa çalışdı, kısa bir an.

«allahım, nedir bu başıma gelen» diye mırıldandı…

bir an önce yola koyulmalıydı. bu yemyeşil, rengârenk, şenlikli yer, sıkıntı kaynıyordu şimdi. karılarını ve oğullarını, kızlarını, torunlarını düşündü. yerdeki eşya ve kalan nevaleyi heybenin gözlerine doldurup, katırına doğru yürüdü.

Diğer Yazıları