cankuş efendi, hışımla içeri girdi. müşterek bir dostumuzun ismini zikrederek: “alenen işine son verip kapıyı göstermişler! şimdi, elbet bu, son derece normal dedikleri kazıklardan biri, liboş iktisadiyat düzeninde, normal liberal kazık, serbest piyasa kazığı –tek boyutunu bilir, zahire bakarsan. ancak, benim midemin kaldıramadığı, başka boyut: işine son verilmesi kendi kanallarından geçenlerle, daha düne kadar, asla abartmıyorum, bir hafta öncesine kadar, aynı masada yemek yeyip çeşitli meseleleri, samimi zannettirecek bir tarzda konuşuyorlar idi... şu gözler gördü, şu kulaklar duydu” diye bir solukda, sandalyesine oturmadan, soluksoluğa deyiverdi.
oturunca, çay seslendikden sonra, devamını getirdi:
medeni cesaret, dedikleri, yüze gülüp arkadan kuyu kazmakmış, öfkeyi gizlemekmiş...
(...)
ihya’da (ulûmi’d-dîn; imam gazali) gıybet ve iki yüzlülüğü okudum. elbet pek faideli şeyler yazmış üstad, allah ondan razı olsun. biz faidelenmekde korkak ve okumakda ve akılda tutmakda gevşeklik etmesek...
bundan sonra, öfke ve zararları bahsi geliyor ki, bu bölümü tekrar be tekrar okusam yeridir. çünki, öfkemi zaptetmek ve kendime söz geçirmekdeki başarısızlığım, hayatımı ve akıl seyahatlerimi zorlaştırıyor. bu konuyu iyi çalışmam, iyi hazmetmem gerekli, elzem, zaruri...
‘sen hâlâ oralarda mısın..’ diye enseden fısıldadıklarını duyar gibi oluyorum, cin gibi kurnaz ve şeytana külahı ters giydirecek denli zeki olup, enayiliği kimseye kaptırmayan kerizlerin.
ihya’yı okurken, şöyle bir hadis ile de karşılaşdım:
“kıyamet günü allah nezdinde en çok nefret edilenler, yalancılar ve mütekebbirlerdir. o kimseler ki, göğüslerinde arkadaşlarına nefret vardır; arkadaşlarıyla biraraya geldiklerinde ise onlara yağcılık ederler. o kimseler ki allah’a ve peygamber’e itaate davet edildiklerinde ağırlaşır, şeytana ve onun emirlerine davet edildiklerinde duraksamadan icabet ederler.”
dipnotda belirtildiğine göre: “ırakî, aslına rastlamadığını kaydetmektedir.”
ırakî her ne kadar bu ifadenin hadis (selam etdiğimiz peygamberimiz’in sözü) olduğuna dair aslına rastlamadığını belirtip şüphe izhar ediyorsa da; manâsından, gerçekliğinden ve geçerliliğinden, doğruluğundan, gözucuyla etrafımıza baktığımızda; ciğerlerimizin her bir molekülünü, atomunu, elektronunu (işbirlikçisi nefsimiz ile, 'canımızın istemesi’ ile) ele geçirmiş şeytanın bize düşmanlığı kadar; hem, içimizdeki mal-mülk makam-mansıb, şan-şöhret ve riyaset hırsı, düşkünlüğü, bağımlılığı kadar apaçıklığından şüphe edebilir miyiz?
iki gün sonra ayağını kaydıracağı kişi ile oturup, penbe mumlu ve beyaz güllü masada yemek yiyen kalleş münafık tipler, medeni cesaret sahibi kabul edilmiyor mu!.. briyantinli saçları ve yaz-kış taşıdıkları açık renk frenk gömleği ve koyu kravat ve ceketleri ve mikrofonik sesleri ve kilise direği gibi sırıklıkları ve sırıtkanlıklarıyle ‘vizyon sahibi’ tesmiye ve kabul edilen tipler...
bu tür medeni cesaret ve vizyon sahibleri, daha üst düzey fir’avnîlerin şirketlerinde, küçük fir’avnlar olarak müdir-i umum(i).
şimdi, böyle patronaja böyle müdir münasibdir; çünki, o patronaj dahi medeni cesaretin ve vizyonun bu türüne sahib olmaklıkdan nâşi patron ve holding sahibi olmuşdur.
imdi; medeni cesaret’in altı oyulup, bu türden ikiyüzlülük betonuyla doldurulmadı mı? yani yüzsüzlük ve utanmazlık, eşitdir, medeni cesaret. hatta: kalleşlik, eşitdir, medeni cesaret.
oysa, medeni cesaret, elbet, ilk önce öfkeyi yutmayı içerir.
ama, medeni cesaret, kalleşlik karşısında öfkeyi yutup susmayı da gerektirir mi?
yoksa, asıl ve muteber medeni cesaret, ikiyüzlülük ve kallaşlık karşısında, kontrollü de olsa, öfkelenip karşı çıkma cesaretini göstermek olmasın?!
ve bu tür medeni cesaret, “sakın, doğrucu davudluk etme”lerle, “mahallenin doğrucusu bir sen mi kaldın”larla, “mahallenin namus bekçisi misin”lerle hayatdan sürülmemiş midir? ve hâlâ daha, kırıntıları görüldükde, sürülmek istenmemekde midir?
iki yüzlü müsün, medeni cesaret sahibi misin, arkadaş?
kallaş mısın, medeni cesaret sahibi mi?
nefsine karşı korkak mısın, cesur mu?
içinde büyüyüp bir ejderha kesilmiş nefsine karşı durabiliyor musun –göreyim senin o cesurluğunu, cesaretini!
cesaret, güç ve kuvvetle karşına çıkmışlara gösterilirse cesaretdir. yoksa, yolunun üstündeki çimencikleri ezmişsin...
buna ne denir biliyor musun, ne denir? söyleyeyim mi? benden günah gitdi, söylüyorum:
buna, “şeytanın ve nefsinin çift yönlü tasallutuna uğramak” denir...
ey serseri, serhoş köle; her gün, her an tecavüze uğruyorsun, haberin yok! sonra, kalkmış, bir tahta parçasına oturmuş, taht’da (tahtda, makam mevki koltuğunda) oturduğunu sanıyorsun, saltanat sahibi olduğunu sanıyorsun... o taht zannetdiğin tahtanın bir gün sana tabut olacağını akledemeyecek kadar kölesin işte, köle...
selam olsun bu köleliğin farkında olanlara...
selam olsun şeytanîlerin allah ile aldatmasına (mesela: şer’i, fıkhi, diyaneti fetvalar vs vs) karşı allah’a sığınıp, sadece onun kulu olma özgürlüğüne erenlere...
vesselam.