Anlatan: Şehrazad
Yazan: Kamil Doruk
EMÎR SEFERE ÇIKIYOR
dönüşte, tekrar, giderken çıktıkları arka kapıdan konağa girdiler. kaleye, bin kadar suvarinin hazır beklemesi için buyruk yollandı. emîr, yanındakileri divan odasına gönderip, bahçeye, diğer dostlarının yanına çıktı. hal-hatırlarını sorduktan sonra, veziri ve diğer yardımcılarıyla divanhanede toplanıp bazı meseleleri görüşeceğini, toplantının biraz uzun sürebileceğini, yanlarında bulunamayacağı için kusura bakmamalarını, gönüllerince hoşca vakit geçirmelerini söyleyip ayrıldı. divanhaneye gitti.
balıkçıyı yolda evine bırakmışlardı. Karısı ve çocuklarına, bu gece biraz geç gelebileceğini, merak etmemelerini haber verecekti. bunu söyleyip, isterlerse onları kaimpederinin evine bırakacakdı. sonra konağa gelecekdi.
divanhaneye dönen emîr, bin suvarinin hazır olduğu haberi gelene kadar, dostlarıyla, divan üyeleriyle görüş alışverişinde bulunmak istiyordu.
sordu:
«arkadaşlar, aziz dostlarım; balıkçıyı ve vezirimle beni dinlediniz. tuhaf meseleyi, balıkların başına geleni biliyorsunuz. biraz önce de, evvelce mevcud değilken, veya mevcudiyetinden bizim haberdar olmadığımız tepeleri ve esrarengiz gölü gördünüz… bütün bunlarla ilgili ne söylenebilir? Bunların izahı nedir, nasıldır?»
kısa bir sessizlik. gözler sihir ve tılsım ilmiyle ilgilenmiş bilgeye çevrildi. o da fazla geciktirmeden söze başladı:
«arkadaşlarımın bu konuda söyleyecekleri var elbet. tevazu ve iltifat ile sözü bana bıraktılar. teşekkür ederim. vaktimiz pek geniş olmadığından, söz perdesini hemen aralamak gerekiyor.»
diğerleri:
«estağfirullan! üstadımız, bu konuda söz önceliğinin sizde bulunduğunu hepimiz teslim etmişiz. bizimki had bilmeğe çalışmakdan başka bir şey değil. elbet, söz perdesini sadece aralamak değil, tamamen kaldırıp açmak dahi ilminizin kuvveti dahilindedir…» tarzı cümleler sarfetdi.
«teveccühünüz için teşekkür ederim. hepimiz emîrimizi, vezirimizi ve balıkçı kardeşimizi dinledik. etrafında tepeler ile, balıkların yakalandığı gölü gördük… denizin dibinde balıkçının ağına takılan destinin kapağı açılınca, dışarı siyah bir duman olarak çıkıp, sonra deve dönüşen, kendisinin de balıkçıya söylediği gibi, gerçekden cinnilerin ifrit taifesindendir. destinin kapağındaki mühre gelince, elbet hazret-i süleyman aleyhisselamın meşhur mührüdür. allah’ın peygamberi süleyman aleyhisselam, bildiğiniz gibi, sadece insanlara, hayvanlara, nebatata değil, rüzgârlara ve yaradılış cevheri değişik, yani ateşden olan cinnilere de hükmediyordu. kendisinin elçilik edip anlattığı dini kabul etmeyen, yani müslüman olmayan cinnileri esir edip köle muamelesine tabi tutuyor, burunlarını sürtüp, çeşitli işlerde, bilhassa insan gücünü aşan işlerde çalıştırıyordu. bunu, kitabımız kur’ân belirttiği için hepimiz biliyoruz. hatta süleyman aleyhisselamın, allah azze ve cellenin ihsan edişiyle, cinler üzerinde, gerekirse hapsetmeğe kadar varan güç ve tasarrufu sözkonusu idi… balıkçıya dev şeklinde görünen bu ifrit cinnin ta o vakit hapsedilip denize atılması mümkin. biz insanlara nisbetle, cinlerin çok uzun ömürlü olması muhtemeldir. tepeler ve aralarındaki göl ile balıklara gelince… bundan önce orada, yani şehrimizin bu kadar yakınında mevcud olmadıklarında hemfikir bulunuyoruz. yani onlar buraya sonradan gelmiş ve bu elbet çok garip bir şey! balıkların halindeki tuhaflığın, sihir ile alakalı olduğu apaçık. sanki cezalandırılmışlar. göle hapsedilip tutsak edilmişler gibi. bunların aslınada balık olmadığı, balık haline dönüştürüldüğü kuvvetle muhtemel. ancak gerçek hallerinde ne olduklarını bilemem. cinni de olabilirler insan da. hatta, veya başka canlılardan…»
vezir araya girme lüzumunu hissetti:
«sözünüzü böldüğüm için bağışlayın lûtfen üstadım. bendeniz aciz, iki sefer, kızartılma esnasında, tavada insan gibi konuştuklarına şahidlik edip duydum. söyledikleri, işin aslını bilmediğimden, anlaşılır gibi değil idiyse de, kelime olarak açık-seçik idi. bizim kullandığımız kelimeler idi…»
«evet vezirimiz, onların insan olma ihtimalinin ağır bastığını söyleyecek idim. bunu söylemeyi mahsus geciktirdim. bunun iki sebebi var: olay insanların önünde cereyan etdiğinden, beşer dilinde, anlayabileceğiniz kelimeleri kullanma gereğini duymuş olabilirler. yani bir tanıklık husule gelsin… bir de, bu şekilde araya girip konuşmanı bekledim. onların kullandığı kelimeleri açık-seçik duyup anladığını belirtmen iyi olacaktı. çünkü, emîr efendimiz hadiseyi anlatırken, sen sadece başınla tasdik ile yetinmiş idin… şu halde, balıkların sihir ile değiştirilmiş insanlar olduğu varsayımı ile tahmin yürütmeğe devam edersek, bunların bir kasaba, bir şehir halkının tümü veya büyük bir bölümünü kapsadığı söylenebilir… hatırlayacağınız gibi ifrit dev, balıkçıya, her gün gidip gölden balık yakalayabileceğini söylemiş. yani göl balık dolu… buna göre, diyebiliriz ki, gölün içinde hayli kalabalık bir şehrin halkı mahbus… ilave etmek istediğim bir şey de, bu kalabalık şehrin, yine o civarda, yani bu tepelerin yakınında, hatta ortasında bulunabileceği… öyle ya, bu göl, göle dönüştürülmüş o şehir olabilir. doğrusu bunu şu ana kadar nasıl düşünemedim! şimdi susayım. belli ki bildiklerimin sınırına dayandım. şimdiye kadar, aklımın erebildiğince anlattıklarımı, geniş ve derin bilgisiyle temellendirmesini, alimlerin üstadından istirham ediyorum. buyurun üstadım, dinliyoruz.»
kendisine söz verilen diğer alim konuşmağa başladı:
«ilminin kıymeti herkesce tanınıp takdir edilmiş kardeşimiz câbir’e, iltifatı için teşekkür ederim. söyleyeceklerimi kendisi de biliyor ve dile getirebilirdi. ancak tevazuu hepimizce malumdur. bu meselenin içinde sihrin bulunduğu doğrudur. kitabımız kur’an sihri ve benzerlerini yasaklamışdır. var bulunmayan bir şey yasaklanmayacağına göre, sihrin varlığını inkar edemeyiz… balıkların bir göl dolusu olduğundan dolayı, kalabalık bir şehrin ahalisi çıkarımı akla yatkın. ancak, nakil, yani buraya nasıl geldikleri konusu kafaları karıştırmış olabilir. benim bu hususda aklıma gelen, süleyman aleyhisselamın, saba melikesi belkıs’ın kocaman değerli tahtını ta yemen’den filistin’e getirtmesidir. kitabımız kur’an’da geçen bu kıssada, tahtın, göz açıp kapamadan daha kısa bir anda geldiği bildiriliyor. ifritin süleyman aleyhisselama teklifi, tahtı, daha yerinden kalkmadan getirmekti, bildiğiniz gibi. şimdi burada dikkatinizi çekmek istediğim, çabukluk değil, ifritin bunu teklifi, yani mümkünlüğüdür. konumuza dönersek, tepeler ve gölün naklinin, pek uzaklardan dahi olabileceğidir. ancak, bütün bir şehir maddi olarak her şeyiyle mi? olabilir de, olmayabilir de. akla en yatkın olanı, gerektiği kadarının naklidir. ve bize eski babil, mısır, sudan, hind, iran ve turan kaynaklarından geldiğine göre, mesela musa aleyhisselam devri ve öncesinde, şehir çarşılarında, meydanlarında sihirle ilgili maharetlerin açıkça gösterildiği ve yaygınca öğretildiği vakidir. kur’an-ı kerim’de de, nice muhteşem şehirlerin yerlebir olduğu, bazısının kalıntılarının ibret için kaldığı, bazısının silinip gittiği anlatılmaktadır. tabii bu son söylediğimin sihirle bir alakası yokdur. emr-i ilahidir. bozukluğun bütün şehri, yöreyi kaplayabileceği, bütün uyarılara rağmen bozulmadan dönülmezse, cezalandırılacağına işarettir, şehirlerin yerlebir olması. tepelerin arasında, emîrimiz aramağa çıktığında bulabileceği şehir veya parçalarının nereden geldiği muhtemeldir, diye sorarsanız, biraz önce saydığım yerlere iberya’yı, yani endülüs’ü eklemek aklımdan geçer. çünki, orada yetişen âlimlerden üstad mesleme bin ahmed macritî, tertib ve te’lif etdiği eserlerde, sihir ve tılsım ilminin o diyarda pek geliştiğini ortaya koymuşdur. bir de, şimdi aklıma geldi, mağrib dediğimiz kuzey afrika’da da, bir vahada ileri gitmiş olarak, hınzırîlerden bahsedildiğini duymuş idim… şu an için bu konuda aklıma gelip söyleyeceğim bundan ibaretdir.»
vezir yardımcısı:
«üstadlar, müsaadenizle bir şey sormak istiyorum: bu tepeler ve göl, gerçekden mevcud mudur, yoksa, sihir tesiriyle bir görünüşden, bir göz yanılmasından mı ibaretdir? bunu şunun için soruyorum: peygamberimiz muhammed sallallahu aleyhi ve selleme de sihir, yani büyü yapıldığında, o mübarek insan, işlemediği şeyleri işlemiş zannı içinde kalıyordu. bizimki de, gerçekde olmayanları var zannetmemiz yönünde olamaz m?»
gözler iki âlime çevrildi. ancak, ikisi de başını önüne eğmiş, sözü biribirine bırakma vaziyetindeydi.
emîr:
«haydi üstadlar, dinlemeğe hazırız» dedi.
biraz önce konuşan daha yaşlı âlim arkadaşına bakıp, onun konuşmasını istedi:
«konuşmamı henüz bitirdim. kardeşimiz câbir bu esnada dinlenmiştir ve söylemek istedikleri birikmiştir. bilgisinden istifademizi sağlarsa seviniriz. lûtfedip bizi aydınlatsın. konunun üstadı odur.»
câbir, bu durum karşısında konuşmağa başladı:
«üstadımız, reddedilemeyecek gerekçeler sıralamakla, bendenize lütuf ve şeref bahşetme nezaketinde bulunmuştur. herkes biliyor ki, kendisi, her konuda ve her açıdan üstadımızdır, hocamızdır… vezir yardımcısı kardeşemizin sorusuna gelince: bunun için kesin bir hüküm belirtmekden uzak durmak niyetindeyim. her iki hal de mümkündür. ancak, naçizâne tesbit ve müşahadelerime ve eski âlimlerin de bildirdiğine göre, sihir ile, madde üzerinde tasarrufda bulunulabilir. bunu biraz önceki konuşmasında, üstadımız, kur’an-ı kerim’den örnek getirerek açıklamış idi. yakın örneği, balıkların tavada kızarması ve düşüp kömürleşmesidir. bence bu, peşinde bulunduğumuz hadisenin sadece görüntüden, göz yanılmasından ibaret olmadığının delilidir.»
bu sırada kapı tıklatıldı. en gençleri vezir yardımcısı kalkıp çıktı. içeri döndüğünde:
«bin suvari hazırmış. balıkçı da burada, içeriye gelsin mi?» dedi.
gelsin, cevabını alan genç vezir yardımcısı, balıkçıyı çağırdı.
içeri giren balıkçının selamı alındı ve oturması için yer gösterildi.
emîr balıkçıya:
«tamam mı oğlum, hallettin mi işini?» dedi.
balıkçının olumlu karşılığı üzerine, daha yaşlı âlime döndü:
«üstadım; söz sihirden, büyüden, tılsımdan açılmışken, bunun yasaklığının sebebi bir nükte ile açıklansa yeridir.»
âlim:
«kısaca, bildiğim kadarıyle açıklamağa çalışayım. öncelikle, bunun haramlığının sabitliğini hepimiz biliyoruz. bunun nüktesi küllidir. yani, dinimiz islamın ana direği tevhide aykırıdır. hani, yaradanımız allah celle şanuhu bize, ipine sarılmayı, boyasıyle boyanmayı, ahlakıyle ahlaklanmayı emrediyor; işte, bu ipi, tevhid olarak anlamalıyız. yani iman. iman ipi. sihirde ise yüzünü yaradan’dan başkasına döndürmek sözkonusudur. başka bir yöne başvuru vardır. kaza ve kadere razı gelmeyip, beğenmeyip değiştirmeğe yeltenme vardır. oysa müslümanlığın kat’i bir şartı, kaza ve kaderi kabul ile Allah’dan geldiğine inanmakdır. yani hayrın ve şerrin, bize iyi görünen ve kötü görünen, tatlı gelen ve acı gelen, hoşumuza giden ve hoşumuza gitmeyen her şeyin allah’ın indinde yazılı bulunduğuna inanmak. “sana isabet eden hasenat allah’dan, ve sana isabet eden seyyiat nefsindendir/kendindendir” (4/79) ilahi ifadesi, başlıbaşına bir konu ve deryadır. eğer yine de ilintilendirmek istersek, diyebiliriz ki, sihir, tılsım, kendimizin kendimize ettiği kötülükdür. ancak, sihirle, büyüyle ameli ilgilenmenin, yapıp yaptırmanın ve yaygınlaştırmanın mahiyet farkı vardır. onu kaza ve kaderin üstünde kabul etmek durumu sözkonusudur. kaza ve kader ile savaşmak sözkonusudur. bu bakımdan bütün müslüman âlimler, sihirle uğraşıp, bunu ehil olup-olmadığına bakmaksızın herkese yayanların katline hükmetmişdir. bunu bir fitne görmüş ve yaşatılmamasında, asla yaygınlaşmamasında birleşmişlerdir. sihre başvuran, büyü yapan ve yaptıran, işlediği dolayısıyle mi, yani yeryüzünde fitneye yol açıp topluma zarar verdiği için mi, yoksa, allah celle celalühüden başkasını kudret sahibi kabul edip yardım istediği, yani şirke kaydığı, kaza ve kadere karışmağa kalkıştığı için mi öldürülmelidir, fıkıhçılar bunu tartışabilir. ama, kesin olan şudur ki: büyücülüğü hayat tarzı ve geçim yolu bellediği sabit görülen, öldürülür.»
emîr:
«üstadım; meselenin özünü gösteren açıklamayla bizi tatmin ettiniz. teşekkür ederiz» deyip ekledi:
«dostlarım, arkadaşlarım, biraz sonra, allah’ın izniyle sefere çıkıyorum. başka sorusu ve söyleyeceği olan var mı?»
yaşlı âlim:
«emîrimizden bir istirhamım olacak. sefere çıkış elbet duyulacaktır. ancak bunun sebebi ve bu akşam burada yaşananlar ile konuşulanlar, mümkün mertebe bir süre gizli kalırsa, iyi olur kanaatindeyim. şehirde yayılırsa, sihre, büyüye, tılsıma merak artıp yaygınlaşır; allah muhafaza, korkarım, böylece beldemizde fitne azgınlaşabilir.»
diğer âlim:
«evet, üstadımızın söyledikleri hakikatin özüdür. çobansız kalan sürüye nasıl fırsatçı kurtlar üşüşürse, halkın durumu da buna benzer. su uyur, fitne uyumaz. boş bulduğu her delikden insanların, toplumun içine sızmağa her an hazırdır. gayesi, hakikati örterek insanları doğru yoldan saptırmak, en azından şüpheye sürüklemekdir. peygamberlerin de dünyadaki görevi bu meyandadır; yani, insanları, toplumları, hakikati örtücülerden, saptırıcılardan korumak, kurtarmak, hakikati gösterip eriştirmek... mühlet verilmiş şeytanın, insanlar arasında öyle dostları, askerleri, köleleri vardır ki, bunlar şeytanın telkiniyle kendi gururuna tapar. yani kendilerini ilahlaştırırlar. diğer insanların kendilerine karşı köpekleşmesini, tapmasını sağlamağa çalışırlar. gerçekte onların nefsi, şeytanın oturduğu kapkara karargahdır…»
emîr:
«çok doğru, çok güzel ifade ettiniz üstadlar. sizden bunları dinlemek bizim için pek iyi, ziyadesiyle yararlı olmuşdur… sevgili vezirim; sakın ola ki, ben gidince, nereye ve ne için gitdiğim şehir halkı arasında yayılmasın. uzunca sürecek bir sürek avı, de; teftiş, de; veya uygun düşecek başka bir sebeb göster; ama, aman ha işin aslını ağzından kaçırma! ümmet arasında neredeyse unutulmağa yüz tutmuş sihir, yani büyücülük ve tılsım gibi menfi işler, helak edilen topluluklar arasındaki gibi, yeniden alevlenmesin. bu konuda sorumluluğumuz kesin ve kaldırılamazdır!..»
vezir yardımcısı:
«ben de, izninizle, üstadlardan, sihir ve tılsımdan, yani büyü türü şeylerden korunmak için, bütün müslümanların bildiği felak ve nas sûrelerinden başka tedbir var mıdır, diye soracak idim…»
yaşlı âlim:
«vezir kardeşimizin bu sorusu, emîrimize sevgisinden dolayıdır. Yoksa, felak ve nas surelerinin kıymetini hepimiz gibi biliyor. her şeyi var eden yüce yaradan, bize korunmayı ne kadar güzel göstermişdir. elbet, şeytanın vesvesesine, ayartısına, huzurda bulunması, yani insanın karşısına çıkıp doğrudan saldırısına karşı allah’a sığınmayı dile getiren, başka ayet ve dualar var. buradaki dostlarımız elbet bunları biliyor. biz sadece hatırlatdık.»
emîr:
«teşekkür ediyorum dostlarım. kadirşinaslığınız beni cidden duygulandırmış ve memnun etmişdir. dünya hayatında tek arzumuz, allah’ın emri ve rızası doğrultusunda hareket edip yaşayabilmek, insanlara da bu yönde yardımcı olabilmekdir.»
genç vezir yardımcısı:
«müsaade ederseniz bir şey daha sormak istiyorum. bu sadece kişisel bir meraktır. görüyorum ki balıkçı kardeşimiz düşünceli bir halde. acaba onu da sefere götürmekden nasıl bir yarar bekleniyor?»
o esnada balıkçının, gerçekden ifritin başına sardığı bu işden dolayı canı sıkılmakda idi. ifrit ona lafda iyilikde bulunmuştu! oysa şu başına gelenler nice tuhaf şeydi! bundan dolayı ifrite beddua edip durmaktaydı… kendisinden sözedildiğini duyunca başını kaldırdı.
emîr:
«balıkçı kardeşimizi bu sefere elbet zorla, kendi rızası dışında götüremeyiz. gelmek isteyip istemediğini sorduğumuzda, bir isteksizlik belirtmemişdi. şimdi sizin huzurunuzda da soruyorum: osman kadeşim, bizimle bu sonu belirsiz sefere katılmayabilirsin. bunun için seni asla zorlayamayacağımız gibi, gelmezsen bir güceniklik de göstermeyiz. gelmende kesin bir yarar bulunup bulunmadığı, yolda üstadlarca da sözkonusu edilmişdi. muhtemelen yararın olabilir, diye düşündük. o da, eğer bu seferimiz esnasında, sana görünen ve aranızda, yardım ettiğin için anlaşma, bir bakıma dostluk anlaşması bulunan ifrit, bir sebebden karşımıza çıkarsa, verdiği dostluk sözü dolayısıyle, sayende bize yardımı dokunabilir, veya, hiç olmazsa seni görünce, bize bir zararı dokunmaz. böyle düşündüğümüzden, bize katılman uygun görülmüştü… hâlâ bizimle sefere çıkmak istiyor musun?»
balıkçı:
«efendim, lûtfen dalgınlığımı bağışlayın! bu halim sefere katılmaklığımdan değil. belirttiğiniz konuda yardımım dokunacaksa, bundan üşeniyor değilim. ancak, ifrit dev benimle dost olduğunu ve bunu ispat için iyilikde bulunmak istediğini söylemşdi. başıma sardığı bu işin ne kadar iyilik olduğunu, dostluğa ne kadar uyduğunu düşünüyordum. farkettiğiniz dalgınlığımın sebebi budur. yoksa, sefere katılmak istemeyişimden değil. huzurunuzda yinelemek istiyorum ki: sefere katılmak istiyorum. bu benim kendi irademdir. ayrıca, beni davet lûtfunuz ve itimadınız için teşekkür ederim.»
emîr:
«böyle sadık, dürüst ve cesur insanların yaşadığı bir şehre beni emir kıldığı için, allah’a hamd ve senalar olsun… şimdi dostlarım, eğer sözümüz bittiyse, sefer vaktidir. allah mübarek etsin ve yüzümüzü kara çıkarmasın. ona güveniyor ve yalnız ondan yardım bekliyoruz.»
emîr, son olarak fetih sûresini okumağa başladı.
KİMSESİZ ŞEHİR
bin silahlı atlıdan oluşan birlik, emîrin komutasında şehirden sessizce ayrılırken, vakit geceyarısıydı. geceye rağmen, bulutsuz gökyüzündeki ayın aydınlığı, etrafı rahatça görmelerini sağlıyordu. ancak, bu kadar insanın uykusuz kalması, gündüz yürüyüşünü olumsuz etkileyebilirdi. emîrin amacı da, aramağa gece başlayıp devam etmek değil, kimseyi rahatsız etmeden askerlerini şehir dışına çıkarmakdı. yeterince uzaklaşıldığına kanaat getiren emîr, durup konaklamayı buyurdu. yola, gün ışırken devam edilecekdi. herkesin yatıp, yarınki yürüyüş için dinlenmesi bildirildi. askerler de hemen çadırlarını kurup, nöbetçi çıkararak yatdı.
merakdan gözüne uyku girmeyeceğini anlayan emîr, bir zamanlar sihir ilmi hakkında araştırmalarda bulunup, kitap derlemiş âlim ile balıkçıyı çağırttı. geldiklerinde, birkaç asker alıp, araştırmağa beraber devam etmeyi isteyip istemediklerini sordu. sabaha karşı, askerler uyanmadan döneceklerdi. uykusuz kalacaklardı, ama, yarın öğle üzeri, suvariler ve atların dinlenip doymaları için durduklarında, birkaç saat uyuyabilirlerdi.
âlim: «hazırım emîrim» dedi.
balıkçı da geleceğini söyleyince, emîr, çadırın önündeki nöbetçiye seslendi. içeri giden nöbetçiye:
«evladım, sen herhalde bilirsin, uykusuzluğa dayanıklı iki arkadaşına, silahlarını kuşanıp atlanarak gelmelerini söyle. sessiz hareket etsin, kimseyi uyandırmasınlar. kimseye bir şey söylemeyin» dedi.
nöbetçi gidince, emîr ve balıkçı ile âlim kılıçlarını kuşandı. bu sırada emîr, kendileri için yedek atlardan üç tanesinin hazırlanmasını tenbih etmediğini hatırladı. hemen çadırın yakınındaki diğer nöbetçilerden birine seslendi. üç çevik atın hazırlanıp çadırın önüne getirilmesin söyledi.
iki suvari ve atlar gelince, çadırın önünde kalan nöbetçiye, emîr, etrafı kolaçan edeceklerini, hemen döneceklerini, kimseye bir şey söylememesini tenbihledi. bundan sonra birer gölge gibi uzaklaştılar.
gidilip etrafı kolaçan edilecek dört tepe vardı. emîrin amacı, bu gece en yakındakine gidip, fevkalade bir şeye rastlamazlarsa, gündüz yürüyüşünde suvari birliğini oralarda oyalamadan, doğrudan öbür tepelere ilerletmekdi.
gün ışımadan döndüklerinde, birinci tepede bir şeye rastlamamışlardı.
gündüzki suvari birliği yürüyüşünde, ikinci tepede de fevkalade bir şeye rastlanmadı.
üçüncü tepenin eteğinde suvariler yemek ve istirahat için durduğunda, uykusuzluğa pek alışmamış balıkçı, atından inip bir ağaç gövdesine dayanır dayanmaz uyuyuverdi. emîr ve âlim, aynı şeyi düşünüp biribirine bakdı.
âlim:
«efendim, zavallı balıkçı, bu işde bizden ziyade alakalı bulunduğundan, daha çok etkilenip yorgun düştü elbet. herhalde bu kadar uykusuzluk ve yolculuğa da alışkın değil. onu uyandırmadan ikimiz devam edebiliriz» dedi.
âlim ve emîr, yanlarına kimseyi almadan, yalınkılıç at binip, sanki bir meseleyi müzakere ediyormuş gibi ağır ağır konak yerinden uzaklaşıp, üçüncü tepeye doğru yola koyuldu.
üçüncü tepeye çıkıp bakınınca, gayet süslü, yapı şekli ve hatta malzemesi, yani mimarisi buralardaki yapılara benzemeyen büyük, göz alıcı bir bina farkettiler. yaklaşınca, muhteşem ana binanın etrafında daha ufak, bağlı yapılar ortaya çıkdı. bu görüntü, ek binalarıyle bir sarayı akla getiriyordu. at sürmeğe devam ettiler. güzel ve gözalıcı yapının kapısına dayanmalarına rağmen, âlim ve emîrin gözüne ne bir kimse, ne bir canlılık belirtisi ilişmişti.
seslendiler. cevap gelmeyince, atlarından inip, tıklatmak için kapıya yanaştılar. baktılar ki, kapı biraz aralık. tıklattılar. ama, yine bir ses seda, bir hareketlilik yok. bir süre etrafa bakındıkdan sonra, emîr, âlime dönüp:
«üstad» dedi, «ne olursa olsun, bu kadar gelmişken, içeri girip bakmakda kararlıyım. atıma ben dönene kadar göz-kulak olur musun?»
âlim:
«elbet, emîrim. ancak, bir canlıya, bir hayat emaresine rastlarsan, lûtfen bendenize seslenmeyi unutmayın. bir de, izninizle hatırlatmak isterim: destur, deyip, euzü besmele ile felak ve nas surelerini okumayı unutmayın. ve, âyet’el-kürsi…»
emîr, bu hatırlatmaya teşekkür edip, aralık kapıyı iterek içeri girdi. karşısına pek güzel, pek şaşaalı, bakımlı bir bağçe çıktı. ortadaki havuzun fıskıyesinden sular şırıltıyla dökülüyordu. sanki insanlar buradan biraz önce ayrılıp, öğle uykusuna gitmiş gibiydi. rengârenk çiçeklerden yayılan hoş rayihalar, emîri hayret içinde bırakdı. daha önce bu kadar güzel kokular hatırlamıyordu. bağçedeki ağaçların çeşidi saymakla bitecek gibi değildi. bağçeyi bir süre şaşkınlık ve hayranlıkla seyreden emîr, süslü ve büyük asıl binanın kapısına gidip tıklattı. sonra seslendi. tekrar. tekrar… boşuna. çıt yoktu. bunun üzerine kapıyı itti. açılan kapıdan girip, birkaç adım ilerleyince, geniş, nefis döşemeli şahane bir salonda buldu kendini. yerde gayet kıymetli, ipek halılar seriliydi. Masaların, sedirlerin, koltukların, masaların üzerindeki vazoların ve vazolardaki çiçeklerin güzelliği ise başka bir alemdi. pencerelerin rengarenk kristal camlarından içeri ağan gün ışığı ise, içeride tam bir renk cünbüşü meydana getiriyordu. ama, bu kadar hayat dolu bir yerde ne bir ses, ne bir kıpırtı, ne bir canlı vardı. salonu boydan boya geçip, karşıdaki diğer kapıdan çıkan emîr, ikinci bir iç bağçeyle karşılaştı. kristal cam tavandan bol gün ışığı alıyordu. binanın ortasında olmasına rağmen, hayli genişti bağçe. öyle ki, ortadaki büyükce havuzun etrafında, mermerden bazı ufarak oturma kümeleri vardı. ağaçlar, buraya has dikilmek üzere yetiştirilmiş gibi, sadece bir insan boyundaydı. ama, dalları, ağız sulandırıcı irili-ufaklı türlü meyva ile yüklüydü. havuzun etrafında, bembeyaz kaymak mermerden yontulmuş, sahiciymiş gibi duran ejderha ve aslan ağızlarından fışkıran su, tatlı şırıltılarla dökülüyordu. bu şırıltılı dökülüş, çiçeklerin rayihasını, bir koku sağanağına çeviriyordu. ancak, bu şırıltıdan başka, bir canlılık sesi ve eseri yokdu.
kapıdan girdiğinden beri her adımda şaşkınlıkdan şaşkınlığa yuvarlanan emîr, gidip havzun kenarına oturdu. kendini rüyada gibi hissediyor, neredeyse zihnini ve şuurunu toparlamakda zorlanıyordu. böyle ne kadar oturduysa oturdu, bir ara insan sesine benzer bir mırıltı duydu. böyle bir şey yoktu da ona mı öyle gelmişti? gördükleri aklını başından almışdı da, hayalî sesler mi duymağa başlamışdı?.. bu kuşku içinde, nefesini kesip kulak kabarttı. evet, evet bu bir insan sesiydi. geldiği yönü tayine çalıştı. şu köşe tarafından geliyordu. kalkıp o tarafa yürüdü. genç bir insan sesi, hüzünlü bir şarkı tutturmuşdu. köşeye yaklaşan emîr, ağaçların arasında oturmuş, gayet yakışıklı, asil görünümlü bir delikanlı ile karşılaştı. delikanlı, oturduğu yerden, yanına gelip merakla kendisine bakan emîre seslendi:
«ey yabancı; dost musun düşman mısın, yolcu musun misafir misin, bilmiyorum. her kim isen, seslenmene karşılık veremediğim için beni bağışla. birkaç kere seslenip gitmeni bekledim. lakin oturduğunu, kararlılığını görünce, seni aniden ürkütmemek için şarkı mırıldanmağa başladım. umarım böylesine tuhaf karşılanma usulünden pek alınmamışsındır. sebebini öğrenince bana hak vereceğini umuyorum. ancak, öncesinde, rica etsem, buraya nasıl ve ne için geldiğini, burayı nasıl bulabildiğini anlatır mısın?»
emîr, kendisinin, buraya yakın filan şehrin emîri bulunduğunu belirtip, o ana kadar olup-biteni anlattı: balıkçının getirdiği renkli, güzel balıklar, balıkların tavada başına gelenler, dört tepe ortasındaki, balıkların yakalandığı göl, sonra sefere çıkış…
bu arada, delikanlının eliyle işaret edip hatırlatmasıyle, yakınında bir yere oturmuşdu.
«işte» diye bitirdi anlatmasını «bu balıkların, gölün ve tepelerin esrarını çözüp anlamak için yola düştüm ve şimdi bunun için buradayım. bu konuda bana yardımcı olabilir misin?»
o âna kadar emîri dikkatle dinleyen delikanlı, bu soru üzerine kendini daha fazla tutamayıp ağlamağa başladı. yakışıklılığı kadar yiğit de bir insana benzeyen asil delikanlı, kendini çabuk toparlayıp konuşmağa başladı:
«ey emîr; beni bağışla, sulugöz biri sanma. sorduğun, cevabını bulmak için yollara düştüğün sorunun esrarengiz hikayesinin baş kahramanını buldun, işte karşında. bunun cevabı bende. anlatmağa başlamadan, seni niçin kapıda ve hiç olmazsa burada ayakta karşılamadığımı, görüp anlamanı isterim. belimden aşağı kısma dikkatlice bak.»
bunu söyleyen delikanlının yine gözleri yaşardı. o âna kadar karşılaştığı çeşitli tuhaflıktan iyice şaşkınlaşmış emîr, delikanlının niçin oturup durduğunu merak edememişdi. ancak onun söylemesi üzerine, belden aşağısına dikkatle bakınca, o da gözyaşlarına hakim olamadı. ilk bakışda belli olmasa da, yiğit delikanlının belden aşağısı taşlaşmıştı. böyle bir delikanlı için bundan büyük felaket düşünülebilir miydi?!
ikisi bir süre ağlaştıktan sonra, emîr konuştu:
«ey sevgili genç kardeşim! kusuruma bakmadan beni bağışla. yaranı deşip seni üzdüm… şuna inanmanı isterim ki: elimden ne gelirse senin için yapmağa hazırım.»
delikanlı:
«sağol emîrim» dedi. «allah senin bütün işini rast getirsin. iyi bir insan olduğunu sezdiğim için seni varlığımdan haberdar ettim.»
emîr:
«rica ederim asil delikanlı. burada, karşında emîr falan yok. kardeşim ve dostumsun. yoksa beni dostluğuna layık görmüyor musun?!»
«hayır, lûtfen böyle düşünme. ağız alışkanlığı. seninle dostluk ve kardeşlik etmek, büyük bir kazanç ve onurdur benim için. mert ve iyi bir insan olduğun besbelli. madem bu konuyu açdın, ben de, bu şehrin, bu şimdi kimsesiz kalmış şehrin bir vakitler emîri bulunduğumu, gösterdiğin samimi dostluğa dayanarak açıklamak isterim. şimdi kimsesiz kalmış, şehirlikden çıkmış bir yerin emîrinin bulunması sözkonusu olamaz. çünkü unvan ve payeler insanlar nezdindedir.»
«şu halde dostum, son dile getirdiğin her ne kadar gerçekliğin beyanı ise de, gözümde sen gerçek ve layık bir emîrsin. ama, demek isterim ki, insanlık ve dostluk, her şeyden olduğu gibi, emîrlikden de önce gelir. ikimiz emîrliği bir kenara bırakıp, unutup, iki kardeş, iki candan dost olarak konuşalım.»
«iyilik ve mertliğin kadar bilgili ve akıllı bir dostsun da. dünyada daha değerli ne istenir?»
kısa, huzurlu bir sessizliğin ardından delikanlı:
«şimdi, dosluk ve kardeşliğin verdiği güven içinde, seni meraktan yollara düşüren ve benim başımdan geçen her şeyi açıkca anlatmağa başlayabilirim» deyip, tane tane konuşmağa başladı.
BELDEN AŞAĞISI TAŞLAŞMIŞ
DELİKANLININ HİKAYESİ
bizim memleketimiz endülüs’dür. babam, pirene dağlarının güney eteklerindeki şirin bir şehrin emîriydi. merkezden uzak bulunduğumuzdan, yarı bağımsız hareket edebiliyor, şehrini istediği gibi, adalet üzere idare ediyordu. etraftaki arazinin gelirlerini imar işlerinde, toplanan zekat gelirini de, din ve ilim yolunda harc ediyordu. bu isabetliydi, çünki, hıristiyanların yaşadığı yere komşu bulunduğumuzdan, onların bozulmuş fikirlerinden, akıl karıştırıcı papazlarından ahaliyi korumamız gerekiyordu; bunun yanında, islam dininin yayılması için bilgili, araştırıcı kimselere ihtiyacımız vardı. bizzat babamın kendisi de, şehirdeki ilim ehli halkasından kabul ediliyordu. bunlardan bahsetmemin ve hıristiyanlara yakınlığımızı vurgulamamın sebebi, biraz sonra anlatacaklarımla yakın alakası bulunmasıdır. neyse, fazla ayrıntıya girip uzatmayayım. her fani gibi babam da, ecel saati gelince, öte dünyaya göçdü. ardından, şehrin emîrliğine layık görülüp getirildim… şu an içinde bulunduğumuz saray, bana babamdan kalmışdır. göl ve etrafındaki dört tepe de, şehrimiz, yani emîrliğimiz arazisine aiddir.
emîrliğe getirildikden sonra, babam gibi hareket etmeğe, bir yandan ahaliyi hoşnut tutmağa çalışırken, bir yandan görgü ve bilgimi arttırmağa çalışıyordum. hep ilimden idareden bahsediyorum ya, bu demek değil ki gazadan uzak duruyorduk.
bir gün, biribirine yakın iki köyden hıristiyanların oturduğu tarafdan müslümanların tarlalarına zarar verildiği haberini aldım. adam gönderip durumu yerinde incelettim. haber doğruydu. hemen askeri toparlayıp hıristiyanların üzerine ilerledim. elebaşılarını ve silahla karşı koyanları kılıçdan geçirip, karı ve kızlarını esarete alıp, topraklarına el koydum. köyün papazı da fitnenin başında yeraldığından, öldürülenler arasındaydı. bu papazın gayet güzel bir kızı vardı. onu sarayıma, cariyelerimin arasına kattım. çok geçmeden bu kıza meylim arttı. ona tutulduğumu, görmeden duramayacağımı anlayınca, eğer müslümanlığı kabul ederse, nikahıma girip, karım olabileceğini söyledim. bana, sıkı bir hıristiyan terbiye ve eğitimiyle yetiştirildiğini, islam dinine girmeğe karar verebilmesi için biraz zamana ve islamı araştırmağa, yakından tanımağa ihtiyac duyduğunu söyledi. bunu açık sözlülük ve temiz yüreklilik zannedip, sevgim daha artmışdı. istediği düşünüp araştırma mühletinin mümkün olduğunca kısa sürmesini, bir an önce bitmesini temenni ettiğimi bildirdim. bir saniye olsun onu görmeden yaşayamayacak gibiydim. o ise, dinimizi öğrenmek için okumakla meşgul bulunduğunu söyleyip benden kaçıyordu… meğer bu sahte bir bahane ve beni çıldırtma, sabrımı taşırma oyunuymuş. kadınsı tuzak yani. ne yazık bunu sonra, iş işden geçince anladım. ama, insanın gözü, kulağı ve aklı elden gidip köle olunca, bir hatunun boyunduruğuna koşulunca, şeytanın ve nefsinin esaret çukuruna düştüğünü farkedemiyormuş… böylece ben, şeytanın ve nefsimin oyununa gelip, bir kızı yaradan ve peygamberi’nden daha çok sevmenin cezasını çekecekdim.
o peri güzelliğindeki, yani, melek görünümlü şeytan papaz kızı, nihayet, bana eziyetini yeterli bulup, müslümanlığı kabul edebileceğini açıkladı. tabii, bütün dünya benim olmuş gibi sevindiğimi söylememe gerek yok. hemen nikahlandık. artık vaktimin çoğu, neredeyse her ânı onunla geçiyordu. onun da, sevgimi takdir edip, beni aynı şekilde sevdiğine, en ufak bir şüphe duymadan inanıyordum. üstelik, bir papazın kızını dinimize kazandırmanın kıvancı içindeydim. bunun, diğer hıristiyanların islama yönelmesinde katkısı görülecekti elbet.
şimdi kahrettiğim, saf sevgi dolu zannettiğim cicim ve saadet günleri, beş-altı ay kadar sürdü.
bir gün, günlük idari işlerimi bitirmiş, akşam yemeği için sofranın kurulmasını söylemiştim. karımı sorduğumda, hamama gittiği, neredeyse dönmek üzere olduğu bilgisi geldi. bunun üzerine, sofrada sevgili karıma okuyup onu daha mutlu etmek üzere, yeni bir aşk şiiri ezberlemeyi düşündüm. kütüphaneye gidip bir şiir kitabı aldım, yemek salonuna dönerek, oturup, seçtiğim şiiri ezberlemeğe koyuldum. böylece, karımı beklerken, vaktin nasıl geçtiğini anlamayıp, yokluğunun sabırsızlığını hafifletecek, hem, yemeğimize küçük bir çeşni katabilecekdim… fakat, şiiri ezberlerken, oturduğum yerde uyuyakalmışım. uyandığımda, daha gözlerimi açmadan, sofrayı hazırlamakla meşgul kızların aralarında benden bahsettiklerini duydum. uyuduğumu görüp, konuyu koyulaştırmışlardı. konuştukları şunlardı:
«doğrusu bir türlü akıl erdiremiyorum! bazan düşünüyorum da.. efendimiz…»
«hiç öyle şey olur mu! akıldan dem vuruyorsun, ama, bunları söyleyebildiğine göre, sende zerresi yok kızım!»
«ama bunca zamandır nasıl oluyor da o düşük, yoldan çıkmış karının münafıklığını, rezilliğini farkedemiyor?! doğrusu efendimize acıyorum. genç, yakışıklı, yiğit bir emîr, iyi bir insan. buna karşılık o aşuftenin yapıp ettikleri!..»
sevgili karım hakkında bunların söylendiğini duyunca, hemen fırlayıp kızın boğazını sıkmak geçdi içimden. ama, sesindeki eminlik ve bana acımadaki içtenliği, içime bir kurt düşürdü. zor da olsa sabredip, gözlerimi açmadan dinlemeğe karar verdim:
«kardeşim; emîr efendimizin ne kadar iyi bir insan olduğunu, en yakından, sarayında yaşayan biz biliriz. ama o şerir, o rezil sahtekar kadın öyle şeytani ki!.. ah, nasıl anlatayım, bilemiyorum! sanki benim zoruma gitmiyor mu zannediyorsun… ama korkum, anlatmağa çalışsak, efendimizin bize değil, o aşağılık münafığın yalanlarına inanacağındandır. güzelim efendimizi, ne yapıp etdi, nasıl efsunladıysa efsunladı, kendisine kör köle etti. zavallı efendimizin gözlerindeki bağı, kulaklarındaki sağırlığı ve aklındaki kararmışlığı, allah’ın yardımından başkası çözüp kaldıramaz. gözümün önüne geldikçe, o karıyı boğasım geliyor. bir kadın, bir insan nasıl bu kadara kadar alçalabilir?!»
«ah kardeşim, sen benim bildiklerimi bilseydin… şimdi benim de nefret ateşimi alevlendirip azdırdın. kimseye söylememeliyim, diye kendi kendime defalarca söz verdim, ama beni iyice çıldırttın. neredeyse nefretimden bayılacağım! ay, anlatmadan duramayacağım! git bak bakalm mutfakta ve yan odalarda bizi duyacak kadar yakın kimse var mı?»
«ah şu uyuyan melek gibi genç adama bak! o çeşit bir karının elinde oyuncak mı olacaktı!»
«şimdi yaklaşıp kulağınızı iyi açıp dinleyin. siz, o kadının gecenin geç vaktinde saraydan gizlice çıkıp, sabaha yakın döndüğünü biliyorsunuz sadece. dışarıda ne haltlar işlediğine dair tahmin ve zandan başka bir bilginiz yok. elbet en aşağılık şeyleri düşünmekde haklısınız, ancak, hayalinizin sınırlarını zorlayacak kadar iğrenç şeyleri görürse insan… dayanılır gibi değil!»
«anlat haydi, çatlatma bizi! ne haltlar karıştırıyor dışarda? ne gördün? çabuk anlat haydi! birazdan gelebilir şıllık! çabuk! merakdan gebermek üzereyim!»
«tamam, sus, dinle. daha sonra rahatça anlatabilirim, ama, açtınız mevzuyu, kudurttunuz içimdeki öfke ateşini. anlatıp söndürmezsem ölürüm! dinleyin.»
sofra hazırlayıcı kızlar seslerini alçaltsa da, uyuduğumdan emin bulunup yanımdan uzaklaşmadılar. pür-dikkat kulak kesildiğimden, her kelimeyi duyabiliyordum:
«bir akşam… daha doğrusu geceydi. hatta, gece yarısına yakındı sanırım. yatak odasına içecek istemişlerdi. götürdüm. sürahi ve bardakları bırakmış çıkarken, efendimiz biraz da çerez istediğini söyledi. hemen gidip birkaç kase içine çerezlerden doldurup götürdüm. kapıyı biraz acele açmıştım, veya, kadın benim bu kadar çabuk dönebileceğimi tahmin etmemişti... efendimizin şerbetine gizlice bir toz döktüğünü gördüm. efendimiz ayakta, pencereden dışarı bakıyordu. bilirsin, hizmetli de olsa, yatak odasına biri gireceği vakit, kadının yakınında durmaz. ah, melekler kadar saf ve temiz bir insandır… tam haya sahibidir… neyse. ne diyordum? tamam… o an arkası dönük efendimizin şerbetine gizlice bir toz boşaltıyordu. görmüş gibi davranamazdım elbet. farketmemiş gibi efendimizden tarafa başımı çevirip, çerezleri bırakırken hanımefendiye gülümsedim. çerez kaselerini bırakınca, kabukları koymak için boş kap getirmediğimi farketdim. çabucak getirmek üzere aceleyle çıkdım. fakat giderken ayağım halının veya başka bir şeyin kenarına takıldı, düştüm. dizim incinmiş. bu yüzden biraz geciktim. boş kabı ayağım aksaya aksaya götürebildim. kapıyı tıklatdım. kadın içeri girmem için seslendi. girdiğimde, efendimiz kadının kucağında derin bir uykuya dalmışdı. kadın bana, efendimizin yorgunlukdan uyuyakaldığını, yatağına rahatça yatırabilmek için yardım etmemi söyledi. boş kabı bırakıp kadına yardım ettim…»
«ah aşufte! demek zavallı efendimizi geceleri tozla uyutup, dışarı çıkıyormuş!»
«şimdi anladın mı kardeşim, efendimizin bu alçak kadının ettiklerinden niçin haberdar olamadığını?»
«ah hınzır karı ah!.. haklıymışsın; zavallı emîrimiz, o uyutucu tozlu şerbeti içince, nasıl da sabaha kadar ölü gibi uyuyordur… sahi, sen efendimizi yatırmak için yardım ederken, bir an gözlerini açamadı değil mi?»
«nerde! üstelik ben mahsus, elimden geldiğince sarsmışdım, ama, yok. eli ayağı paçavra gibi sarkıp sallanıyordu. tabii bir uyku hali olmadığı besbelliydi. neyse… daha odadan çıkmamıştım ki, hemen zihnimde bir şimşek çakdı, ve, abartarak topallamağa başladım. topalladığımı, yürümekde zorlandığımı kadının gözüne özellikle soktum yani. niçin topalladığımı sordu. biraz önce sakarlıkla bir şeye takılıp aniden düşerek ayağımı burktuğumu, çok acı çektiğimi söyledim. maksadım, benden şüphelenmemesi, yani, uyumamı beklemeden saraydan çıkması idi. onu bu sefer ne olursa olsun takib etmek niyetindeydim. bana “hemen yat uyu, dinlenince sabaha kadar bir şeyin kalmaz” dedi. hemen gidip yatmağa can attığımı söyledim. “haydi bir an önce gidip yat” diyerek beni kovar gibi gönderip ardımdan kapıyı kapattı. bu halimden dolayı, kadının gözlerinin içi gülüyor gibime geldi. anlayacağın, odanın kapısının ardımdan kapandığını işitene kadar abartılı topallığımı sürdürdüm. kendi odama girer girmez, hemen dışarı kıyafetimi giyindim. yatar gibi ışıkları söndürdüm. beklemeğe başladım. çok geçmeden yatak odasının hafifce aralanıp kapandığını, sakıngan adımların, kulağım kirişte olmasa işitemeyeceğim sesini, belki sadece hisettim. yeterince uzaklaştığını hesaplayıp, aynı şekilde sessizce çıktım ve gölge gibi peşine takıldım. ‘bu gece topal kargan bütün mel’anetine şahid olacak; elimden kurtulamazsın hınzır karı’ deyip acıyla gülümsüyordum. ayağım biraz aksasa da, takibi sürdürmeme engel değildi.
«saraydan, o güne kadar bilmediğim gizli bir kapıdan çıkdı. hınzır, nasıl etmiş de kimden öğrenmiş o kapıyı bilmem… artık şehrin sokaklarından, o önde ben arkada, birer birer geçip gidiyorduk. nihayet şehrin surlarına vardık. girip çıkanı pek bulunmayan sapa bir sur kapısına gelince, giysisinin altından, şıngırtıyle bir anahtar destesi çıkarıp, kapıyı açdı. eyvah, dedim, kapıyı dışardan kilitlerse çıkamam ve onu takibe devam edemem. ama kilitlemedi. çekip bıraktı. herhalde dönüşte şehre yine buradan gireceğinden, kilitlemeğe gerek görmedi. gecenin o saatinden sonra kimse gelip kapıyı kontrol edecek değildi ya… hem, böyle bir şey olsa da, kim şüphelenecekti ondan? bir ihtimal, kilitlenmesinin unutulduğu zannedilirdi. pek kullanılmayan bir kapının kilitlenmesinin unutulmasından daha tabii ne olabilirdi? diyelim kilitlendiği anlaşıldı ve şüphelenilip nöbete kalındı. o kadar anahtarı bulunduğuna göre, herhalde diğer kapılardan birinden girmekte zorluk çekmeyecekti… lafı fazla uzatmayayım; ardından ben de kapıyı yavaşca aralayıp surun dışına çıktım. biraz daha ilerleyince, çöplük gibi, izbelik bir yere geldik. etrafda tek-tük kulübemsi, kümesimsi, kırık-dökük yapılar vardı. buralarda ayak takımıyle bazı gayr-i müslim kölelerin barındığını, daha sonra araştırıp öğrendim. emîr efendimizin karısı olacak münafık nankör, bu izbelerden birine girdi. içeriden çalgı sesleri ve serhoşlukları besbelli kadın-erkek kahkahaları geliyordu. gidip pencere demeğe bin şahit ister aralıklardan içeri bakmayı çok istedim, ama, doğrusu gecenin o karanlığında, izbeliğin hali pek ürkünçdü. biri beni yakalayıp öldürse, ne çığlığım duyulur, ne kimsenin haberi olurdu. içimi kaplayan korkuya daha fazla dayanamadım, hızlı hızlı yürüyüp, geldiğimiz yoldan saraya döndüm. o iğrenç yerde neler olup-bittiğini anlamak için görmek gerekmiyordu… işte böyle kardeşler; sanırım şimdi anlayabil…»
kız son kelimeyi yarıda kesip sustu. çünkü kapılar açılmış, hemen ardından, hamamdan mı yoksa bilmem ne halt başka yerden mi dönen sevgili karım, aceleden hayli pembeleşmiş bir yüzle görünmüşdü.
kızlardan biri gelip beni uyandırmak için seslenene kadar gözlerimi açmadım. birkaç seslenmeden sonra, ancak uyanabildim ve gerinerek kalkdım! kalkarken ya allah, ya rezzak, ya fettah.. diye mırıldanmayı da ihmal etmedim. sakin olmağa karar vermiştim.
kızların, beni uyuyor sanarak konuştuklarının hakikatini anlamak için sabrın gerekli anahtar olduğu, bunu elimden bırakmamam gerektiği belliydi. karıma, her zamanki gibi gülümseyip sevgi gösterisinde bulundum. sonra, yemek boyunca, bu akşam bana cilvelerle sunacağı, uyku tozu katılmış şerbeti, ona farkettirmeden nasıl içmeyip dökebilirim, diye düşündüm. halimi farkeden karım, dalgınlığımın sebebini sordu. “bu gün işler çoktu” dedim. biraz yorulmuşdum. yemek öncesi onu beklerken uyuyup kaldığımı kendisi de görmüşdü ya…
yemekden sonra bağçe gezintisine çıkdık. sonra yatma vakti odamıza çekildik. yine her geceki şerbetlerimiz geldi. pencereye gidip dışarıya bakmağa başladım. tozu şerbetime dökmesi için fırsat tanıyordum. yani ipler bu akşam benim elimdeydi. bilgi işte böyle bir güç. pencerenin bir kanadını öyle açık bırakmışdım ki, bana aynalık ediyor ve karımın her hareketini gösteriyordu. şerbetime uzanıp tozu usulca döktüğünü gördüm. yeterince oyalandıkdan sonra, pencereyi açık bırakıp karımın yanına döndüm. toz kattığı şerbet bardağını bana uzattı. aldım. içmeden, açık pencereden serinlik geldiğini, üşümeğe başladığımı söyledim. kapatmak için yerimden kalkmağa davranmadan, beni ne kadar düşünüp üstüme titrediğini ve itaatkârlığını göstermek için, nazlı ama çevik hareketlerle kalkıp pencereye gitti. arkasını döner dönmez, önceden yatağın altına sakladığım aynı bardak içindeki şerbetle, tozlu şerbeti değiştirdim. karım yanıma dönünce, şerbetlerimizi içdik. birkaç dakika sonra, yatağın bir köşesine kıvrılıp, derin bir uykuya dalmış gibi yaptım. karım beni yatakdaki yerime yerleştirirken, daha önce bana bülbül sesinden daha hoş gelen, ama şimdi tanıyamadığım kindar bir sesle ilenmeğe başladı:
«seni aşağılık katil seni! sevgili babacığıma acımadan kıyan vahşi canavar! papaz babamın hıristiyan koyunlarını boğazlayan kasap!.. ben de sana ve bütün barbar müslümanlarına bir oyun oynayayım da gör! gör dünyanın kaç bucak olduğunu! öldürdüğünüz bütün hıristiyanlar şimdi oğul ilah çobanımızın cennet çayırlarında, mutlu. en günahkârları bile, hayatında bir kere, seni seviyorum krist, demişse onun cennetine kabul ediliyor. o o kadar merhametli bir çoban ki, koyunlarının bütün günahlarının bedelini, çarmıha gerilmekle peşinen ödedi. bütün doğmuş insanlar aslında kirlidir. çünkü pis bir işin neticesinde doğmuştur. ancak tam yetkili ilah temsilcisi papazlarımızın takdis merasimiyle, biz hıristiyanlar temizleniriz. siz ise bunu yapmamakla, pis kalırsınız. gelip bu hıristiyar topraklarımızı da kirlettiniz. sizden geri alınacak her karış toprak, aziz papazlar tarafından önce kutsal tütsülerle tütsülenmeli. ancak böylece bastığınız yerlerdeki şeytani kokular giderilebilir… size, cinleri, ifritleri ve bütün şeytanları çağırarak öyle oyunlar edeceğiz, üzerinize öyle rezillikler yağdıracağız ki, dünya dünya olalı böylesini ne görmüş, ne geçirmiştir! hepinizi parçalayıp, pis belleyip uzak durduğunuz, yemediğiniz domuzlarımıza yem edip yedireceğiz! uydurma kur’an’ınızı, bir tek nüsha kalmamacasına, toplayıp yok edeceğiz! yalan yanlış zırva kitablarla dolu kütüphanelerinizi yakıp külünü savuracağız! camilerinizin bir taşı dahi ayakta kalmayacak!.. biz akıllıyız. sizse ahmak. fazilet, iyilikseverlik, dürüstlük dediğiniz bu ahmaklığınız sayesinde, koynunuzda beslenebiliyoruz… köyümüzün yaşlı sihirbazını, tecrübeli büyücüsünü öldürdünüz, ama, işte ben yaşıyorum; onun en yetenekli ve bilgili öğrencisi olarak ben yaşıyorum. öcümüzü en acımasız bir şekilde almak üzere sizin sarayınızda yaşıyorum. kanınızı emmek üzere yüreğinizde yaşıyorum… sadece ben mi? diğer çömezlerimiz de burnunuzun dibinde, surlarınızın yakınında öç ateşiyle yanarak bekleşiyor… Şimdi oraya gidiyorum. elbet bir gün senden de, pis müslümanlarından da intikamımızı alıp kurtulacağız. her gece bunu tasarlıyor, cinlerle, şeytanlarla, ifritlerle hazırlanıyoruz… elimizden aldığınız bu kutsal hıristiyan topraklarımızı, her karışını kanınızla sulayıp geri alacağız…»
gece yarısına kadar, buna benzer söylenmelerle, içindeki bütün kinini kustu. sonra bir köşeden çıkardığı siyah erkek elbisesini giyinip, sessizce çıkdı. tabii ben de hemen kalkıp kılıcımı kuşanarak peşinden gittim. sofrayı hazırlarken kızın söylediği gibi, çok az kimsenin bildiği, yer altından sarayın dışına çıkan geçitten geçip, şehirden, pek kullanılmayan sur kapısından çıkıp, izbelikdeki viraneye geldik. karım olacak mendebur içeri girdi. ben de yaklaşıp, serhoş kahkahalarının yükseldiği viranenin bir deliğinden içeri bakdım. her bakımdan bir batakhane görüntüsü. gözlerim, karım olacak alçağı aradı. hemen farkedemeyişim, üstündeki erkek kıyafetini çıkarıp, yarı üryan kalmasıydı. gidip, bıyıkların girdiği ağzına içki kupasını diktikçe, sakalına ve pis üst-başına içki sızan kapkara suratlı, insandan çok gorile benzeyen birinin yanına oturdu. oradakilerin hepsinin en pis, en iğrenci olan bu kara goril adamın boynuna sarılmağa kalkıştı. goril onu itip, niye geç kaldın, diye azarlayıp suratına tükürdü. sarayımızda gurur ve kibirinden yanına yaklaşılmayan yüksek şahsiyet bayan, burada böyle bir pisliğe, affetmesi için yalvarmağa başladı:
«biliyorsun ki emîr ile evliliğimden, hazırlığımızın tamamlandığı güne kadar kimse kuşkulanmamalı.»
«evet, biliyorum. senin o katil, babanın ve koyunlarının katili müslümana gitgide meylettiğini, gönül verdiğini de biliyorum!»
«hayır. sen benim hayatımın erkeğisin. senden başkasına gönlümde asla yer yok. o pislik, eli kanlı müslümanın yanında iştahım kaçıyor, yemek yiyemiyorum. oysa seni görünce bütün iştahım ve keyfim yerine geliyor. sadece senin yanında mutlu olabiliyorum. yiyecek bir şey var mı?»
«arka tarafta, ocağın üstündeki kara tencerede çiyan dolması var. git zıkkımlan.»
geberesice karı gidince, yüzümü bir mendille gözlerime kadar örtüp, kılıcımı sıyırarak, içeri daldım ve ne olduğunu anlamadan, “allahuekber” diyerek goril herife var gücümle kılıcı indirdim. öyle hırs ve şiddetle vurdum ki, bu kılıç darbesini bir manda yese sağ kalamazdı. onun işini bitirir bitirmez, en yakındaki birkaç tanesini daha yere serdim. diğerlerinin şaşkınlığı geçip üstüme çullanmasına fırsat bırakmadan, çıkıp, koşarak uzaklaştım. saraya dönüp, lafta karımın çıkarken beni en son gördüğü şekilde yatağa yattım.
sabaha karşı mendebur karı geldi ve yatağın, benden en uzak yerine uzandı. ses çıkarmamağa çalışarak, için için ağlıyor, inliyordu…
sabah kahvaltıda, yaslı ve perişan halini belli etmemeğe çalışıyordu. bunun için öyle güç harcıyordu ki, bir şey yiyip içmesine imkan yokdu. zor-zar bir bardak su içip, başanın ağrıdığını söyleyip kalktı. istirahat etmeğe ihtiyaç duyduğunu söyleyip, odasına kapandı.
akşam, saçını hayli kısa kestirmiş ve karalara bürünmüş vaziyette karşıma çıktı. ne olduğunu sordum. çok sevdiği bir akrabasının bugün ölüm haberini aldığını söyledi…
birkaç gün sonra da, çok sevdiği bu akrabasına, saray bahçesinin kuytu bir köşesine bir anmalık türbe yapılmasını istediğini bildirdi. onu hâlâ çok sevdiğimden şüphelenmemesi için, kabul ettim ve gereken emri verdim. bakalım iş nereye varacaktı? hem böylece, saraydan ayrılmazsa, tehlike azalır, diye düşünmüşdüm. arka bahçenin sol köşesindeki, beton sütunları ve duvarları mermer, damı zift kaplı yapı, bu türbedir.
bundan sonra yaslı kadın, bütün gün ve saatlerini bu türbede geçirmeğe başladı. aylarca böyle devam etti. sabredeyim, kendiliğinden umudu tükensin, her şeyi itiraf edip defolup gitsin, diyordum; ama, bir şey değişeceğe benzemiyordu. üstelik kapandığı türbede, dışardan duyulacak kadar yüksek sesle, ölen sevgiliyi özleyen ağıtlar yakıyor, kasideler düzüyordu. bunun dedikodusu çok geçmeden sarayda yayıldı.
*
dışarlarda geçirdiğim, canımı sıkan bir günden sonra, akşam üzeri bahçede düşünceli, dalgın geziniyordum. yana-yakıla yükselen, neredeyse etrafı çınlatan anırtı gibi bir sesle kendime geldim. anırtı, anıt türbesinde, akrabasının başında aylardır ağıt yakan karım olacak aşuftenin sesiydi. düşünmeden, acele içeri daldım, onun sesini bastıran şiddette bağırmağa başladım:
«artık yeter aşağılık kevaşe! sus! rezilliğinle beni de rezil ettin! şimdi canını kurtarmak istiyorsan, hemen, kendi eşyanı toplayıp defol, git buradan! böyle devam edersen, şurda yatan pis mahluk gibi seni de kendi ellerimle gebertirim!»
aşağılık karı, sevgilisini benim öldürdüğümü duyunca, hiddetten ateş kesildi; önce yılan gibi tısladı, sonra, ağzı köpürerek, var gücüyle anırmağa başladı:
«demek.. demek benim hayatımı karartan sensin! demek.. benim hayat damarımı kesen sensin!.. pis müslüman katil! ben kevaşeyim ha!.. bazı şeyleri bildiğine göre, her şeyi bil ve ıstırabın eksiksiz olsun. senden korkacağımı mı sanıyorsun?! kokmadığım için ve seni acıların en çekilmezine koşmak için, işte anlatıyorum. kulağını aç da iyi dinle, aptal müslüman! iyi dinle babamın katili!
«ben müslüman falan değilim. Hiç olmadım. hatta hıristiyan da sayılmam. çünkü papaz babam onu rahibe manastırından gizlice kaçırdığında, annem bir erkek cinden, yani asıl babamdan bana hamileymiş. işte o asıl babam, bizim köyün cinlerinin başıydı ve sizinle savaşırken öldü. ondan sonra başa kardeşi, yani amcam geçmişti. şurada yatan, senin öldürdüğünü itiraf ettiğin, işte o. ben de büyücülerimizin başıydım. sen bana müslümanlığa girmemi teklif ettiğinde, gidip ona danıştım. bunu duyunca, hemen çullanıp bana sahip oldu. onun malı olmuştum artık. bizde böyledir. bir kadına sahip olan erkek, o kadının ilahı gibidir. birlikte hileler tasarladık. tasarımızı gerçekleştireceğimize dair şeytana secde edip, bağıt verdik. ben, müslüman olmuş görünecek, senin yanında, sarayda casusluk edecektim…
«işte böyle. senden önce ben bunun karısıydım. artık anladığın gibi, her gece gidip onunla buluşuyordum. şimdi senin bu saldırından sonra, bütün tasarılarımız altüst oldu. benim hayatımı kararttın, pis müslüman, katil! ben de senin hayatını karartayım da gör. seni kara zındanlara tıkmakdan beter edeceğim!»
son kelimesini söyler söylemez, avucunda sakladığı tozu belimden aşağı fırlatıp serpti. bundan sakınamadım, çünkü anlatacağı her şeyi kızgınlık ve dehşetle beraber, merak ve şaşkınlıkla dinliyordum. nasıl olsa anlatacaklarını tamamladığında, onu oracıkta, puştunun leşi dibinde öldürecektim...
toz bana değer değmez, gördüğün şekilde, bedenimin belden aşağısı katılaşıp taş kesildi. beni bu hale getirdikten sonra, yalımlar saçan bir öfke topu gibi fırlayıp gitti…
şimdi, senin anlattığından anlaşıldığına göre, şehrimizin insanlarını balık haline getirmiş, bir göle doldurup hapsetmiş. dört büyük semtimizi de tepelere dönüştürüp, gölü bunların arasına saklamış…
SUVARİ BİRLİĞİ DÖNÜYOR
delikanlı susup birkaç nefeslik dinlenmeden sonra, başını önüne eğmiş, hüzün ve dikkatle kendisini dinleyen emîre şöyle dedi:
«işte dostum, sorduğun sorunun cevabı, gördüğün acayipliklerin açıklaması budur. gördüğün tepeler bizim şehrimiz, göldeki balıklar da şehrimizin insanlarıdır…»
«ah sevgili, talihsiz kardeşim benim! ne büyük felaketler gelmiş başına! şu andan itibaren derdini derdim kabul ediyor, bir saat kadar ötede bekleyen bin kişilik suvari birliğimle emrine girdiğimi bildiriyorum.»
«o büyücüyle, o şeytanın dölü cadıyla ordular baş edemez. kokarım onlara da zararı dokunur.»
«sadece o kadar değil. sarayın önüdeki ana kapıda bıraktığım alim bir dostum var ki, bir zamanlar büyücülük, tılsım gibi saha ve usullere dair bilgiler derlemişti. sanırım onun yardımı dokunabilir bize…»
«evet, muhtemeldir.»
«şu an o büyücü kadın ifrit, cadıbaşı nerededir?»
«bütün vaktini anıt türbede, sevgilisi olacak leşin yanında geçiriyor. herhalde sen gelirken yorgunluktan uyuyakalmıştı ki, bir şey duymamış. her akşam, tam güneş batarken buraya gelir ve yorulana kadar beni kırbaçlar. sonra türbeye döner. bir de sabah güneş doğarken gelip kırbaçlar. günde iki posta. sabah gelirken, bir dilim kuru ekmekle bir tas su getirir. açlıktan ölmeyeyim ki, beni günde iki kere kırbaçlama zevkinden mahrum kalmasın. defalarca karar vermişimdir: getirdiklerini yiyip içmeyeyim, açlıkdan öleyim, böylece kırbaçlanmakdan kurtulayım, o zalimi de zevkinden mahrum bırakayım.. diye. ama, intihara girer mi, şüphesi ve can tatlılığı, açlığın acılığı…»
«evet, anlıyorum… Şimdi gidip suvarileri geri yollayayım. sonra alim dostumla gelir, birlikte bir çare düşünürüz, inşaallah.»
«tamam, en iyisi bu. suvarilerin bir yararı dokunmaz. boşuna beklemesinler. güneşin batma anına kadar vaktimiz var. haydi, selametle gidip gel.»
«seni allah’a emanet ediyorum kardeşim. merak etme, en kısa zamanda döneriz, allah’ın izniyle. atlarımızın hızına diyecek yoktur maşaallah.»
*
emîr sarayın dış kapısında görününce, merak içinde bekleyen alim atıldı:
«emîrim, nihayet gelebildin, allah’a şükür! endişelenmeğe başlamıştım. hayrola, ne oldu, neler gördün? birine rastladın mı, bir hayat belirtisi var mı? neden bu kadar geciktin?»
«üstad, hemen yola koyulmamız lâzım. yolda anlatırım.»
emir bunu deyip hemen atına atladı. alim de binince, yanyana, tırısa kalkıp yola koyuldular. emîr olup-biteni kısaca anlattı.
birliğin bulunduğu tepeye yaklaşınca, etrafa yayılıp, geciktikleri için onları arayan devriyelerle karşılaştılar. dörtnala kalkıp birliğe vasıl olunca, emîr çavuşları toplayıp, şöyle dedi:
«arkadaşlar; seferimiz burada bitmiştir. daha ilerilerde dikkat çekici bir şey görmedik. şehrimizin güvenliği için bu seferimiz hayırlı olmuştur. biraz da talim etmiş olduk. hepinize teşekkür ediyorum. dönebilirsiniz. vezirimize söyleyin, merak etmesin. biz üstadımla, onun hocası yaşlı bir alimi ziyaret edip döneceğiz. haydi yolunuz açık olsun. allah’a emanet…»
bundan sonra emîr ve alim, yanlarında, birkaç gün yetecek yiyecek-içecek yüklü yedek bir atla, esrarengiz sarayın yolunu tuttular. emîr, delikanlının özetlediği tuhaf hikayesini, ayrıntılara girerek, alime anlatmayı sürdürdü.
üç atı sarayın dış kapısı önüne bağlayan emîr ve alim, delikanlının yanına geldiklerinde, vakit ikindiyi bulmuştu. delikanlıdan izin isteyip, gölgeye göre kıble tayin edip, öğlen ve ikindi namazını kıldılar.
BİR KUYUDA İKİ KELLE
emîr delikanlıya yaklaşıp, alimi takdim etti:
«işte, sözünü ettiğim değerli üstadımız…»
alim:
«sevgili kardeşim; emîrim senin başına gelenleri yolda anlattı. çok üzüldüm. allah’ın izni ve yardımıyle, kurtuluşun için, elimizden geleni yapacağız.»
«teşekkür ederim. ikinizden de allah razı olsun… candan yeni dostlar kazandığım için pek memnunum. Siz kuşkusuz bana yaradan’ın birer lûtfusunuz. demek tevbelerim kabul oldu, talihim iyiye döndü. sonsuz şükürler…»
«emîrimiz, senin de emîr oğlu emîr olduğunu söylemişdi. senin gibi değerli bir kişizadeyle karşılaşmak, bizim için de az kazanç değildir…»
delikanlı teşekkür ettikten sonra, alim sordu:
«bir kılıç darbesiyle leşini serdiğin goril kılıklı mahlukun ayaklarına dikkat ettin mi, hatırlıyor musun?»
«hayır. niçin sordun?»
«çünkü, karın olacak o büyücübaşının sana söylediği doğruysa, yani, o leş cin taifensindense, ayakları ters durması gerekir. sanırım böyle olması gerekir…»
alim susunca, emîr araya girdi:
«üstadımızla, bir tasarı belirledik. şimdi senin vereceğin bilgiler ve diğer katkılarınla, buna son şeklini beraberce verelim…»
böylece, tasarıyı delikanlıya anlatmağa başladı. elbirliğiyle tasarı son şeklini alınca, emîr ve alim delikanlının yanından ayrılıp, arka bahçeye, türbenin bulunduğu tenha köşeye doğru yürüdüler. alimin yardımıyle, emîr, delikanlının tarif ettiği kılığa büründü. birkaç kere de konuşma taliminden sonra, güneşin ışıkları zayıflayıp batma vakti geldiğinden, çalılık boyundaki sık yapraklı bahçe bitkilerinin ardına çöküp, türbeyi gözetlemeğe başladılar.
alim, emîre son kez hatırlatmadan edemedi:
«aman emîrim; içeri girerken sakın euzübesmele çekip destur demeyi unutma! içeride aşırı heyecanlanıp, kararlaştırdığımız duaları ve son iki sureyi okumayı unutmayasın, inşaallah. allah’ı vekil edip güven, içine korku giremez… işte, kara büyücü karı çıkıyor.»
türbeden çıkan kara giysili karaltı, kadın mı erkek mi, genç mi yaşlı mı, belli değildi. delikanlının bulunduğu avluya doğru geçip gidince, emîr gizlendikleri yerden doğrulup, türbeye yürüdü. kılıcını alim dostuna bırakmış, giysisinin altına, pek sağlam çelikten, zehirli hançerini gizlemişti.
içeri girince, birçok altın şamdanda yanan mumların çevrelediği, sırtüstü uzanmış leşi gördü. hemen hançerini sıyırıp, kelleyi gövdeden ayırdı. alim dostunun tahmin ettiği gibi, kan çıkmamıştı leşten. kelleyi, saçlarından yakalayıp çıktı ve türbeye girerken farkettiği yakındaki alçak kenarlıklı, üstü açık kuyuya attı. ön bağçeden, kırbaçlanan zavallı delikanlının iniltileri, cadının kahkahaları geliyordu. türbeye girerken, dayan kardeşim, inşaallah bu son, tekrarı yok, diye içinden geçirdi.
türbede, leşin üzerindeki partal, kirden lime lime olmuş giysileri çıkardı. leş kokusu dayanılacak gibi değildi, ama, adalet için, yeryüzünü fitne fesattan temizlemek için, delikanlı dostu için dayanmalı, pes etmemeliydi. başsız leşi bir kenara gizleyip, kendi giysilerinin üzerine leşinkileri geçirdi. hançerini de, kolayca alabileceği şekilde yeninin içine gizledi. leşin biraz önce yattığı yere, aynı şekilde uzandı. yukarıya baktı. kubbenin her yanı örümcek ağları ve yapışıp kurumuş türlü böcek, haşeratla doluydu. gözlerini yumdu, kulağı kirişte, okuyup dua etmeğe başladı. okudukça rahatlıyor, güveni artıyordu.
kapıdan gürültülü soluk ve adım sesini duyunca, dıştan belli olmaması için, neredeyse soluğunu tuttu. gerçi bu akşam loşluğunda, cadının, karnının inip kalktığını, özellikle dikkat etmeden farketmesi mümkün değildi. soluğunun şiddetine bakılırsa, yorgunluktan tükenene kadar delikanlıyı kırbaçlamıştı. buna rağmen, sevdiğinin ve başkanının leşi zannettiği emîrin yanına çökünce, neşeli bir sesle konuşmağa başladı:
«sevgili efendim; bu akşam yine intikamımızı aldım. sana ve babama kıyan o pisliği, bayıltıncaya kadar kırbaçladım. sevindin mi? sevindiğini söyle bana. sevindiğini ne zaman söyleyeceksin bana?»
büyücü cadı böyle konuşurken, emîr içinden dua ediyordu: “allah’ım; bana güven ver, işimi kolaylaştır. ihsan ettiğin kitabında, sana inananların imanını kat kat arttırmak için kalblerine güven indiren olduğunu bildiriyorsun. bir müslüman olarak buna imanım tamdır. göklerdeki ve yerdeki bütün orduların sadece senin olduğuna da inandım, iman getirdim. muhakkak sen her şeyi bilensin; istersen zoru kolaylaştırır, istersen kolayı zorlaştırırsın. ya rabbi, güçlükle beraber bir kolaylık var, diyorsun. sabır kolaylığın anahtarıdır, diyorsun. iman ettim. sabredenlerin yanında olduğuna iman ettim. sen berabersen daha neye ihtiyacım olur! şu an giriştiğim iş