Menu
SARI KIRMIZI MAVİ BEYAZ BALIKLAR 3
Öykü • SARI KIRMIZI MAVİ BEYAZ BALIKLAR 3

SARI KIRMIZI MAVİ BEYAZ BALIKLAR 3

bismillahirrahmanirrahim

FİRUZ AĞA -1-

(cinniler su içer mi?)

şehrazad ablamı aradım. dedim ki:

–iyiliğine, sağlığına, sıhhatine duacıyım sevgili şehrazad ablam. Ne vakitdir içime tenbellik ifriti girdi. zihnimi uyuşturdu. bilhassa yollarda, gidip gelirken, yazma imkânım yokken zihnime girer, dünyanın köşe bucağında duyulamayacak en nadide fikirleri yerlere saçar gibi döktürür, gösterir, hikayeleri kurdurur, masalları düzdürür, zihnimi yorgun düşürür.. ki, yazma imkanına kavuşunca, yorgunlukdan bitab düşmüş, tükenmiş, gözleri kapanmış bir zihin ile başbaşa, çaresiz kalayım. ve çıldırayım… benim bu çıldırmalarım, tenbellik ifritinin gıdası… lûtfen bana bir masal anlat! lûtfen bana öyle bir anlat ki, ifritleri bile baştan çıkarıp esir etsin; ve, içimde iyice yerleşmiş, yerinden kımıldatılamazca şişkolaşmıştenbellik ifriti çıkıp bu masalı dinlemeğe mecbur kalsın; dinlemeğe başlasın, ve, ben de ona tepmeyi, biiznillahi teala, kapıya-pencereye-bacaya da okuyup yazma kilidini vurup, içeri sokmayayım…

şehrazad ablam benim! canı dayanır mı hiç yalvarmamıza…

–bir bardak su getir. içip, sana su gibi bir masal anlatayım. sadece ifritler değil, melekler de durup dinlesin.. dedi.

**

o zamanlar çin diyarında, çingizgillerden çağatay han taht sahibi idi. hânın hükmü sadece çin illerinde değil, hind kıt’asının yarısında da yürümekteydi.

çağatay hanları düzeni ıskalamayan, sıkılayan bir idare usûlü tatbik ederdi. bu, sonradan geldikleri halde, çin tahtında asırlarca oturmalarını sağlamışdır.

çağatay, atası çingiz’den devraldığı töre ve yasaları sıkısıkıya tatbik etmekde, memleketde buna göre bir düzen ve düzenlilik yürümektedir. mesela, yolculara rahatsızlık vermek, hatta, lüzumu halinde yardımdan kaçınmak, ağır cezalık suç sayılmaktadır. hele seferdeki bir tüccarın, canına kastedmek değil, hayvanını veya malının bir kısmına zorla el koymak, yahut hakaret etmek.. asla affedilmez; bu cürmleri işleyen, saray çevresinden ise dahi, kellesini kurtaramaz. suçlu, bir hanzâde olsa, basit bir muvazzaf tarafından yakalansa, bir şey değişmez. yakalayan muvazzaf, suçluyu, hanzâdedir diye kellesini göndermezse, kendi kellesi gider...

böyle tedbirler sayesinde, yolcular, memleketin her köşesinde rahatca seyahat edebilmekde, ticaret, insanların zenginlik ve rahatını arttırmakdadır. bu bollukda, bu tavzisiz idarede, hırsızlık için yol kesme, adetâ unutulmuştur.

memleketin ilerigelen tüccarlarından firuz ağa, katırının sırtında, keyfi yerinde, yoldadır. çin’in batısındaki kendi kentinden, on günlük mesafedeki hind şehrine doğru gitmektedir. sene sonu geldiğinden, hindli ortaklarıyle hesaplaşıp, elde edilen kârı çıkarması gerekmektedir. bu kâra göre de, devlete senelik haracını/vergisini ödeyecekdir.

evinden, ailesinden, dostlarından, şehrinden ayrılalı bir hafta olmuş, hind’e doğru dağları-tepeleri aşmağa çalışmaktadır. dağ yolculuğunda en iyi vasıta katırdır. çünki bu hayvanın ayak ve tırnakları pek sağlamdır. uçurum kıyılarında ve meyilli güzergahda yürüyüşü ustalıklı, emniyetlidir.

Firuz ağanın katırı, bir tüccar bineği olduğundan, bu yollarda tecrübelidir; iyi beslenmekle, güç ve takat sahibidir. bu bakımdan binicisi, gönlü rahat, dağları kaplamış nevruz yeşilliğinin, tazelenmiş tabiatın tadını çıkarmaktadır. sadece yeşillik mi.. kimi ağaç ve sarmaşıklar öylesine çiçeğe durmuşdur ki, san ki mor, penbe, sarı, kırmızı renk cünbüşleri... ya kuşların cıvıltılarının bir yamaçdan diğerine çınlayışı... bört ü böceğin şarkıları... gökyüzünün mavi enginliği... bütün canlı hücreleri yenileyen, hayat katan, neşve bahşeden hoş kokulu dağ esintisi...

tüccar firuz ağa, bu güzellik şenliğinin ortasındaki bir firuze gibi mutlu hissediyordu kendini. doğrusu buna hakkı vardı. çünki, çin ve hind’in sadece en varlıklı tüccarlarından değil, en dürüst ve cömertlerindendi de.

elini siper edip güneşe bakan firuz ağa, onu tam tepede görünce, öğle vaktinin girdiğine karar verdi. bunun üzerine, bir saat kadar dinlenip kendini ve katırını doyurmak için uygun bir yer bakındı. yabancısı olmadığı bu yolda, bir süre daha ilerleyince, küçük bir akarsu kenarı bulabilecekdi. içme suyunu tazeleyebilecek, katırını bolca sulayabilecek, abdest alıp serinleyebilecekdi. birkaç bal arısına rastlayınca, suya yaklaştığını anladı. hemen katırın gemini çıkardı, başını okşayıp, gülümsedi. katır bunun ne anlama geldiğini biliyordu. önüne geçen firuz ağanın peşisıra sevinç hırıltıları çıkarıp, canlı adımlarla ilerlemeğe başladı. nitekim çok geçmeden, küçük bir derenin şırıltısı duyuldu.

katırı derenin kenarına bırakan firuz ağa, yakında uygun bir ağaç altı seçdi. sonra gidip, aşırı su içip şişmesin, biraz da otlamağa yer kalsın diye, katırı sudan ayırdı. seçtiği ağacın yanındaki bir ağaca, ipi uzunca tutarak bağladı. sonra gidip derede elini yüzünü yıkayıp serinledi. karnının ne kadar acıktığını, iki yudum suyun midesine buz gibi inivermesinden anladı. heybesini açıp, yaydığı sofra bezinin üztüne yiyeceklerini yerleştirdi. ellerini zevkle oğuşturup, yemeğe oturdu.

senede birkaç kere aştığı bu güzergahdaki köyleri, kasabaları, aralarındaki mesafeleri ezberlemişdi. vaktini buna göre ayarlayıp, gecelerini bu köy ve kasabalarda geçiriyordu. senelerdir tekarlandığından, konakladığı yerlerde dostluklar kurmuşdu. böyle, sene sonu hesap yekûnu kesmek için olmayan seferlerde, bu yolları, müşterek bir ticaret kervanıyle aşıyordu. o zaman, şimdiki on günlük yolculuk, alışverişlerle kesildiğinden, yirmi gün-bir ayı buluyordu.

firuz ağa, başlangıçdaki yeme hızını kaybetmiş, lokmaları ağır ağır çiğnerken, kafasından hesab-kitab işleri, dönüşde yakınlarına, torunlarına alacağı hediyeler geçiyordu. yediği meyvelerin çekirdeğini sağa sola atıyordu. belki bunlardan ağaç biter, büyür, hayvanlar ve yolcular gölgelenir, diye düşünüyordu. yakındaki bir ağacın gövdesinden, binbir sakınma ile yere süzülen sincaba doğru fırlattı bir tane. sincap, yakına düşen çekirdekden ürküp, hemen gerisingeri ağaca tırmanıp kayboldu. bazen, yakında otlayan katırının kafasına bir çekirdek fırlatıyordu. katır, koca kafasına inen çekirdekdan huylanıp kafasını iki yana sallayıp kaldırıyor, sahibine bakıyordu. bunun üzerine firuz ağa, hayvanına gülerek: «merhaba, merhaba dostum; afiyet olsun. rahatsız olma. otlamana bak. karnını iyi doyur. daha yolumuz var. haydi afiyet olsun» diyordu. sahibinin kendisiyle ilgilendiğini anlayan emekdar katır, ağzındaki otları çiğnerken, burnundan hışırtı ve hırıltıyle soluyup, sahibine, keyfinin yerinde olduğu karşılığında bulunuyordu.

bir ara, suya doğru gayet yavaş, ya’ni salyangoz hızıyle ilerleyen bir salyangoza attı elindeki çekirdeği. vurmak için değil, öylesine o tarafa atıvermişdi. çekirdek isabet edip, hafif bir tık sesi çıkdı. firuz ağa gülümseyip: «haydi yürü tenbel mahluk! suya gidene kadar susuzlukdan gideceksin» dedi. bu dağ başında edebi bir sanat, bir kelime oyunu uydurmasını, kendine ‘dağların edibi’ unvanını vererek kutladı.

bir çekirdeği de, sarı bir çiçeğe ikisi birden konmak istedikçe, pek narin çiçeğin eğilmesiyle ürküp tekrar havalanan, morlu-mavili-sarılı iki kelebeğe doğru attı. sonra çıkışdı: «bana bakın şen yaramazlar! sırayla, sırayla… görmüyor musunuz, zavallı çiçekcik ikinizi birden taşıyamıyor! ne için acelecilik ediyorsunuz? böyle paylaşmama size yakışıyor mu? başka çiçek mi kalmadı?..»

firuz ağa böyle, neşve içinde karnını doyurdu. şükür duası etdi. oldu olacak, o neşve ile, sevgili katırına da, irticalen, bir güzelleme manzumesi inşad edip okudu. uydurduğu güzellemeyi seslendirirken, dağ başında yankılanan sesinin güzelleşip gürleştiğine hükmetdi.

güzellemeyi bitirince, katırına vaaza başladı:

«güzellik sadece dış görünüşde bulunmaz. gören gözler için başka pek değerli güzellikler mevcud. senin bana etdiğin fedakarlıklar, arkadaşlıklar, yardımlar.. gibi.»

sofrasını topladı. derenin kenarına gidip elini ağzını temizledi. bundan sonra karşısına çıkacak, gecelemeyi düşündüğü köy pek uzak sayılmazdı. burada bir saat daha geçirebilirdi. böyle düşünüp, boş heybeyi katlayıp yastık ederek, ağacın altına uzandı.

*

gözlerini, gürültülü bir at kişnemlesi ile açdı. simsiyah, yerinde duramayan bir atın üzerinde, belinde kılıcı, elinde kargısı, savaş kıyafeti kuşanmış, heybetli, burnundan soluyan bir süvari gördü. gördüğünden ürküp şaşıran firuz ağa doğrulup oturmuş idi ki, süvari, ayağa kalkmasına fırsat vermeden, atını ayaklarının dibine sürüp, selama gerek duymadan, hışımla konuşmağa başladı:

«ey âdemoğlu! böyle uzanmış keyif çatıyorsun, ama, sen bir katilsin! benim biricik oğlumu öldürdün! biraz önce arkadaşları ölüsünü getirdi. dediklerine göre, sağa-sola fırlattığın meyve çekirdeklerinden biri oğluma isabet edip öldürmüş. şimdi senin ölümün de benim elimden olacak! ölümlerden ölüm beğen!»

kızgın süvarinin dediklerinden bir şey anlayamayan firuz ağa, işin içinde bir yanlışlık bulunduğuna hükmetdi. şaşkınlık ve ürküntüsünü bastırmağa çalışıp, ayağa kalkdı.

«anladığım kadarıyle, oğlun olduğunu söylediğin bir kişinin öldüğünü, ya’ni öldürüldüğün söylüyorsun. ve beni suçluyorsun. onu ben öldürmüşüm… oysa ben hayatımda bir kişi öldürmüş değilim. bir saate yakındır bulunduğum burada da böyle bir olay, ne benim elimle, ne başkasının eliyle, vuku bulmuş değil. burada birini öldürseydim, yatıp uyur muydum? kaçıp gitmez miydim? mümkün mertebe hızla uzaklaşmaz mıydım buradan?.. bence, sana bu haberi getirenler ya yalan konuşmuş, ya sen yanlış yere geldin. ya’ni, bu işde bir yanlışlık bulunduğu muhakkak. oğlunu ölmüş gördüğüne göre, onu getiren arkadaşları bunu kendilerinin işlemediğini ispat etmişse, bil ki, ben de ne şimdi, ne geçmişde birini öldürmediğime eminim…»

«biraz önce burada yemek yemedin mi?»

«yedim.»

«yediğin meyvelerin çekirdeğini sağa sola fırlatmadın mı?»

firuz ağa, bu soruya gülmemek için çaba sarfetdi. bu süvari, kendisiyle alay mı ediyordu? yoksa, uzun zamandır görüşmediği eski dostlardan biriydi de, tanıyamadığından istifadeyle, şaka mı ediyordu? süvarinin yüzüne dikkatle bakıp hafızasını zorladı. yok, hatırlayamadı. ilk kez görüyordu bu hiddet ve öfke saçan yüzü, ve, şimşekler çakan gözleri.

tedirgin, hayret içinde cevap verdi:

«evet, burada karnımı doyururken yediğim meyvelerin çekirdeğini sağa sola fırlatdım. ama, ne çıkar bundan! küçücük bir meyve çekirdeğinini çarpmasıyle koskoca bir kişinin öldüğünü söyleyecek değilsin herhalde! birinin kafasına çarpan bir meyve çekirdeği onu öldürür mü hiç! olacak iş mi bu?! yoksa şaka mı ediyorsun? beni eski bir dostuna mı benzetdin? veya bir düşmanına mı? seni daha önce gördüğümü hatırlamıyorum, ki, bilmeden de olsa, sana bir zararım dokunmuş bulunsun!»

(tabii, oğlu öldürülmüş, silahlı birinin karşısında bu kadar konuşmak, ancak masallarda mümkindir. şehrazad ablanın masal kahramanı, karşısındaki kızgın süvarinin yüzünde şakaya gelir bir ifade bulunmamasına rağmen, dilinin ucuna gelmiş şu aşağılayıcı soruyu da sormadan edemedi –çünki, süvarinin selam vermemesine kızmışdı–:)

«yoksa oğlun, küçücük bir çekirdek darbesiyle yere serilip ölüverecek kadar cansız ve ödlek miydi?!»

bunun üzerine süvari, hışımla kılıcını kınından sıyırıp, firuz ağaya tehditkâr salladı; öfkeden yılan gibi tıslayan bir sesle konuşdu:

«koparırım senin o uzayan dilini! oğluma uzanan elleri kıracağım gibi, uzanan dilleri de koparacağım! o ilkel aklınla eğlenmeğe kalkışıyorsun, toprakdan biten mahluk! o aklın ilkel olmasa, benim kim olduğumu anlardın. ben, bu civarın cin taifesinin ifritiyim, ya’ni, kralı… oğlum buraya, arkadaşlarıyle, avlanmağa gelmişdi. bir ara susamış. ama, suyun başında seni görünce, ürkmeyesin ve bir zarar da vermeyesin diye, küçük bir salyangoz şekline girmiş. suya ilerlerken, fırlattığın bir çekirdek hızla gelip çarpmış ve oğlumu oracıkda öldürmüş… şimdi hatırladın mı oğlumu nasıl öldürdüğünü?.. ah, biricik oğlum susuz gitti!.. şimdi ben de seni öldürmem mi!!!»

(cinniler su içer mi? masalın dışında içmez, içinde içer.)