–sen, sözlerinden fışkıran ahmaklığından kurtul, sonrasında gelip benimle konuş. [bu yanlış ifadeyi sana nâçarlıkdan söyledim; ahmaklığın tedâvisi yokdur, ancak, burası dağ başı değil ki var gücümle senden dağın tepesine kaçayım; hem ma’zûrum ki, ahmaklığından nâşi, ahmaklığın tedavisinin imkânsızlığını nasılsa anlayıp, beni, git tedavi ol da gel, dediğim için ayıplayamazsın!]
şeytan böyle içimi sıvamağa, nefsimi iğvaya başlayınca, sağdaki caddeden aksakallı bir ihtiyar belirdi; akkanatlı asası ile ensemi dürtüp dedi ki: ahmaka öfkelenmek dahi faideden hâli. hz isa ahmakdan var gücü ile kaçmışdır, amma, acabâ öfkelenmiş midir? bir nebî faidesizlik ile amel etmeyeceğine göre, öfkelenmeyip sâdece kurtuluşunu amaçladığını istidlâl edebiliriz... asıl mevzu şu ki: hani mesnevi-i şerif’inde efendimiz, memleketin bir ucundaki şehirden diğer ucundakine giden devenin dikkatini, her bir şehrin sokaklarındaki kavun-karpuz kabukları çeker, der... sen, şu devenin kuyruğunu bırak, deve değil isen üstüne bin de, geçilen şehirlerdeki salihleri arayıp bulmağa, ziyaret ile faidelenmeğe çevir alâka ve dikkatini... elbet bu kolay bir şey değil. dış destek gerek. dış destek de, istemene bağlı. ister isen gelir. eçeride oturur isen olmaz. kapının dışına çık; elden utanır isen de, bir mendil, bir bez, hiç olmazsa bir kırtas aç... imdi, hulkünü bunca üşütüp cemadlaştıracağına, git gaybûbet çadırında şehrazat kızımıza yalvar... ömrünün nihayetine kadar oturup durdun ayakkabı çekeceği. haydi, durma, şehrazad’ı artık bekletme.
iki rek’at şükür yakarısından sonra, keşiş’in eteğindeki namazgah’a yollandım. yıkıntıda, birazı ayakda kalabilmiş duvara yaslandım. içim mi geçdi, bana mı öyle geldi, anlayamadan bir kanat aldı beni uçurdu. o güne kadar, o kadar istediğim halde görmediğim keşiş’in tepesine bırakdı. dağlar güzeli dünyâzâd beni karşıladı. elimden tutup, ablam seni bekliyor, yürüyelim, dedi. seni görünce bütün tazeliğim kanatlandı; isterisen birlikde uçabiliriz, dedim. bana dönüp, canlara bedel tebessümü ile kirpikleri arasından öyle bir bakış attı ki, sadece ben değil, dağdaki karlar eridi, hatta koskoca keşiş delindi sandım. elimi sana verdim diye şımarmak yok; şehrâzâd ablamın hışmına uğramak istemezsin herhalde ayakkabı boyayıcısı, dedi.
içimden, aylardır çöllerde yürüyüp şehir kapısında karpuz kabuğu görmüş deve gibi aklım başımdan gitti, dedim.
şehrâzâd ablanın çadırına girdiğimizde (aslında, onun isteği üzerine, nazar değmesin, kem gözlerden gizlensin diye, abla, diyorum. yoksa, dünyâzâd gibi ablası da zamanın tesirini aşmış, akılları rüzgâra verecek dünyalar güzelidir), böyle karmakarışık bir halde idim. yüzüme dik-dik bakıp, ne bu hal, demesin mi?.. benim dilim tutulmuş iken, kulaklarım dahi sağırlaşdı. gözlerim nasıl karardı, bilemedim. ayılttıklarında, aklımın başıma geldiğine kani olunca, dünyâzâd ablasına, ben böyle ayılıp-bayılan âşığı ne ideyim abla, demesin mi?! küt, yine gittim. nereye mi? namazgâh’a kadar yuvarlandığım hayâl-meyâl hatırımda. ayağa kalkıp üst-başımı silkelerken, dünyâzâd’ın sesini duydum: ablamın selâmı var; setbaşı’ndaki kıraathaneye gidecekmişsin; aradığını oraya yollamış.