Menu
SARI KIRMIZI MAVİ BEYAZ BALIKLAR
Öykü • SARI KIRMIZI MAVİ BEYAZ BALIKLAR

SARI KIRMIZI MAVİ BEYAZ BALIKLAR

bizim bir şehrazad teyzemiz vardı. bize masallar anlatırdı. Bu bakımdan, bizim mahallenin çocuklarının ne kadar şanslı olduğunu, her geçen gün daha iyi anlıyoruz. şimdi artık nine oldu, ama, o hâlâ biz yaştakilerin şehrazad teyzesi.

içimizden bazısı, benim gibi, gidip masallarını dinler, ayrı kaldığımız süre uzayacaksa, telefon edip hal-hatırını sorarız. eğer sesinden, keyfinin ve sıhhatinin yerindeliğini anlarsak, telefonda dahi, kısaca da olsa, o günkü kendi meselemiz, derdimiz veya gelişen dünya olaylarına uygun kısa bir masal anlatıp anlatamayacağını sorup, buna pek ihtiyacmız bulunduğunu belirterek gönlünü gönendirmeğe özen gösterirdik. o da bizim neyi dert edindiğimizi sorar ise, değmeyin keyfimize… çünkü bu, şehrazad teyzenin hafızasndaki masal makinasının çalışmağa başladığının belirtisidir… önce pek içden, hüzünlü, üzüntülü bir ah, çekip, masalcı teyzenin o duygusal ve diğerkam gönül kuşunu kışkırtırdık. artık açsın kanatlarını ve masal semaının uçsuz bucaksızlığında süzülüp dursundu, dünyalar güzeli, masum hanımların koruyucu eli şehrazad’ın anka’sı… binlerceden bir masalı, elbet, bizim veya dünyanın haline uygun düşerdi elbet. iyilikde nazın çirkin ve ayıp sayıldığını en iyi bilen olarak, anlatacaksa, asla naz etmeden başlardı, masalına. bizden beklediği tek ücret, esnemeden ve uyuklama ayıbına düşmeden dinlememizdi…

bazen masallarda rastlanabilecek tuhaflıklar da vuku bulmuyor değildi. yani, diyelim, şehrazad teyzenin masal anlatmasından, istediğimiz süre veya an içinde, sıhhi veya keyfi bir engel sebebiyle, mahrum kalacağız. amma, bir mesele aklımızı pek kurcalıyor ve gece geç vakte kadar uykumuzu kaçırıyor. ah, diyoruz, şehrazad teyzeye ulaşabilsem de, bir masalını dinlesem, ne iyi olurdu! böyle iç geçirirken, uykuya daldığmızı farketmiyoruz. farketmeme, rüya gördüğümüzü de farketmemeyle sürüyor ve şehrazad teyzenin anlattığı, kafamızı kurcalayan konuya dair bir masalı, rüya olarak seyre koyuluyoruz. bu, sadece şimdi değil, çocukluğumuzda da başımıza geliyordu. mesela, okulların kapanmasından sonra, bir yaz tatilinde, hem gezip hava alma, yani mekan değişikliğiyle ferahlanma, hem hısım-akrabayı ziyaret ile gönül alma amacıyla, anne-baba ve kardeşlerimle yolculuğa çıkmışdık. bindiğimiz otobüs denize yakın bir yoldan geçiyor ve ben sahilde gezinen ve güneşlenen insanlara gözucuyla bakıyorken, dalıp gitmişim.

***

yoksul alıkçının küp ile imtihanı

şehrazad teyze, omuzunda, serpme denen ağıyla, sahile yürüyen, balıkçı komşusu ile selamlaştı. rastgele, allah bereketli nasib vere, deyip, onu uğurladıkdan sonra, dönüp anlatmağa başladı:

şimdi bu iyi yürekli balıkçıyı iyi seyredin çocuklar. bugün onun başına pek tuhaf, önce biraz korkutucu ve üzücü, sonra talihli ve sevindirici işler gelecek.

onun maceralarına başlamadan, hakkında biraz bilgi vereyim.

güneşin sıcak merhabalarını göndermeğe hazırlandığı, sabah serinliğinin henüz sürdüğü bu saatte virane evceğizden çıktığını gördünüz. giysilerinden, görünüşünden ve yüzünden anladınız ki, yoksul ve yaşlanmağa yüz tutmuş bir adamcağız. evli ve üç çocuk babası. hanımı ve kendisiyle, beş kişilik bir aile. her gün sabah evinden çıkar, ağır ağır denize yürür, ağını açıp hazırlığını bitirir, sonra, besmele ile serpme ağını denize atar. ağ atması, eğer ilkinde nasibi gelirse, tekrarlanmaz. günlük nafakasını çıkaracak balık yakalanmışsa ağına, sepetine koyar, götürüp şehirde satar ve yiyecek alıp evine döner. birincide balık yakalayamazsa ikinciyi atar. yine balık yoksa ağda, üçüncüyü atar. üçüncüde de yoksa, dördüncü sefer dener. eğer yine bir şey yakalayamazsa, bugün kısmetimiz yokmuş, deyip, evine döner. yani, ağ atışı günde dördü geçmez. böyle bir düstur edinmiş kendine.

şimdi gelin bakalım, ağını çekiyor, boş mu çıkacak, dolu mu?

hey bakın, hayli zorlanıyor ağı çekmekte! acaba ağ balık ile tıkabasa dolu mu, yoksa, koskocaman bir balina mı yakalandı bizim balıkçının ağına? kaç kere denediyse, gelmiyor ağ… bakın, pes etti. besbelli, ağ suyun dibinde bir şeye takılmış. şimdi çuvalından çıkardığı kazığı yere çakıyor. ağının ipini buna bağladı. soyunduğuna göre, denize dalıp, ağını kurtaracak…

tamam, kurtardı. zor da olsa kıyıya çekiyor ağını. oh, nihayet kıyıya kadar getirdi. aceleyle giyindi. şimdi zor çektiği ağına bakmağa gidiyor. giyinmeden bakmadığına göre, sürprizden hoşlanıyor balıkçımız… aaa, o da ne! onu onca uğraştıran, leş gibi ağır bir eşek leşi değil miymiş!!! hareketlerine bakın, üzüldüğünü belli etmek istemiyor. yüzüne bakın, nasıl da hafifçe gülümsüyor… ellerini açıp dudaklarını kıpırdattığına göre, bir şey mırıldanıyor. ne diyor, biliyor musunuz: “la havle ve la kuvvete illa b’illah’il’aliyy’il’azim.” yani: güç ile kuvvet, ancak ve ancak, yüce ve azametli allah’ındır.

bu teslimiyete rağmen, insanoğlu bu ya, eşek leşine şaşırmadan edemedi. ama, leşi ağdan kurtarınca, denize atmak fikrindeyken, şimdi caydı. “ola ki, bu leşin kaderi, denizdeki canlılara değil, karadakile yemlik etmekdir. bunun için onu çıkarmış olabilirim. ayakaltından ve gözden ırak bir kenara çekip bırakayım, kara hayvanlarına yem olsun” diye düşündü.

eğer bunu denize atarsa, nasibine nankörlük etmiş olabilirmiş. hem, başka bir balıkçı da, ağıyla yakalayıp aynı şaşkınlık ve zahmeti çekmesinmiş.

bizim âlemin yoksul balıkçıları dahi, duygulandıklarında, haline uygun birkaç mısra deyiverecek kadar şiirden haberdardır. bakın, yoksul iyi yürekli balıkçımız da, ağını ikinci kere atmağa hazırlarken, şunları söylüyordu:

«gece yatağında dönen gibi

denizin dibine sevdalı dalgıç

derinliğin yatağını ne kadar bozsan,

bozulmaz nasibinin açılmış çarşafı

sıkma canını sil pasını gönlünün

hayrola deyip çık

sabah bulursun canını cananını»

besmeleyle, ağını açıp, havalandırarak ikinci kere attı. serpme ağ dibe çöktükçe elindeki ipi saldı. ağ dibi bulunca, biraz bekleyip, çekmeğe başladı. ama, o ne, yine gelmiyor ağ! bu sefer nasip daha mı kocaman, yoksa, dibte bir kayaya mı takıldı? çok yavaş da olsa geliyor, ama, ya iplikler koparsa?! iyisi mi, yine suya girip, ağı yırtılıp parçalanmadan kurtarmalı… yok, dibe takılmamış, ama, ağın içindeki pek ağır bir  şey. zor mu zor geliyor kıyıya… sonunda geldi işte. ne var? ah, kocaman, bir küp! içi ne dolu acaba? en iyisi hemen kırmak. balıkçı etrafına bakınıp, bir kaya parçası buldu. sonra onunla kübe vurunca, içinden yıllanmış, kararıp kokuşmuş çamurdan ve çakıldan başka bir şey çıkmadı…

bu sefer balıkçı, balık yakalayamadığından değil, üst-üste zahmete girip, ağının parçalanma noktasına gelmesine hayıflandı. balık tutamadığına aldırmıyordu. çıkan nasibin tuhaflığına anlam veremiyordu. bunun için şöyle söylendi:

«boş talihe aldırdığım yok

ağımın içinde zahmet çok

dünyanın boşluğuna değil

gönüllerin hoşluğuna eğil

nasib nasıl verilir dersen

bil ki yeteneğe değil

öyle olsaydı eğer

eğilir miydi alimler melelere

sanatkarlar zenginlere

zenginler kabirlere»

bir süre dinlendikten sonra, tekrar besmele ile ağını attı. yine bileğine doladığı ipi, ağ dibi bulana kadar saldı. yeterince bekleyip, çekmeğe başladı. bu sefer de boş değildi, ama, çekilemeyecek kadar değil. biraz zorlanarak, dikkatlice kıyıya çekti ağını. sonra kaldırdı. ağdan etrafa eski ayakkabılar, ağırlaşmış keçeler ve çanak-çömlek parçaları saçıldı… dağılan parçaları eline alıp, dedi ki:

«sen beni bilir misin deniz

ben seni bilirim

ama bugün nedense ben

görüyorum ki sendeki bütün bilgelik gitmiş geriye kala kala şu çör-çöp kalmış

aklını başına al deniz

sen ki bize nasib ve nimeti bol veresin diye yaratıldın

bunun için yaradılmışken

korkmuyor musun hışmına uğramakdan yaradan’ın»

/

bundan sonra, av takımını sepetine doldurup, ağını omuzuna atarak yakındaki ağacın gölgesine dinlenmeğe gitti. ağaca yaslandıkdan kısa süre sonra ayağa kalkıp, kıbleye yöneldi. aklına şöyle bir düşünce gelip takılmıştı: acaba bir canlıya karşı, farketmeden bir hata mı işlemişti? veya başka bir haksızlık mı?.. hatırlayabildiği bir şey yoktu, ama, her şeye rağmen, iki rekat tevbe-istiğfar namazına niyetlenip durdu.

namazı bitirince, ellerini açıp, uzun uzun afv ü merhamet niyaz ettikden sonra, yeniden ağını ve sepetini aldı. denize doğru yürüdü. havanın ısındığı pek belirgindi. bir kere daha atacaktı ağını. ne çıkarsa bahtına. sonrası yok. bu saatten sonra sığ su ısınacağından, balıklar derinlerin serinliğine kaçacakdı.

sepet ve çuvalını, hayli ısınmış kumların üzerine bıraktı. çuvaldan serpme ağını çıkardı. kıyıya yürürken ağını suyun üzerine mümkün olduğunca geniş serpmek için derip düzenledi. dizlerine kadar suya girip “ya rezzak ya allah bismillah” ile ağı havalandırıp denizin yüzeyine serpti. yayılıp suya düşen ağın dibi bulmasını bekledi.

yeterince beklediğine kanaat edip, çekmeğe başladı. ama.. bugün nasıl bir gündü, ya rabbi! bu sefer bir çekimlik olsun gelmedi ağ. kımıldamadı. kocaman bir kaya kütlesine sarılmış gibiydi. çekelemenini hiçbir netice vermeyeceğini tecrübesiyle anlayan balıkçı, bu, kımıltısız nasib, nasib mi ola ki, diye söylenerek soyunmağa başladı. bu son atışıydı ve ağını kurtarıp gidecekdi. “lahavlevelakuvveteillabilahilaliyyilazim” diye mırıldanarak dibe daldı, kayalıklardan ağını kurtardı. ağ boş değildi. biraz zorlanarak da olsa, dolu ağını kumların üzerine kadar sürükledi.

kumların üzerinde, orta boy, sarı metalden bir küp. ama sıradan bir küp değil. balıkçımız ne ümitli ne ümitsiz. şaşkın-şaşkın, küpün ağzını kapatan kurşun tıpadaki davud aleyhisselam oğlu süleyman aleyhisselam’ın mührüne bakıyor. ilk şaşkınlığı geçince: “bunu çarşıya götürünce, en azından on altın dinara satabilirim. hem küpün madeni, hem ağzındaki mühür değerliye benziyor” diye hesab etmeğe başladı. bir yandan da, gitmek üzere toparlanıp, üst-başını silkeledi. küpü koltuğunun altına sıkıştırmak üzere kaldırmağa çalışınca, ağırlığından, boş olmayıp, içinde bir şey veya hatta birden fazla şeyler bulunduğunu anladı. merakı küp gibi ağır basıp, küpü açmağa karar verdi.

Küpden ne çıksa?!

küpü açmağa karar verdi vermesine, ama, ne kadar uğraştıysa, iki eliyle küpün ağzındaki mühürlü kurşun tıpayı çıkaramadı. sepetin içindeki irice bıçağını aldı. tıpanın kenarından, uğraşa uğraşa bıçağın ucunu biraz sokabildi. sonra, bıçağın sapını aşağı bastırmağa başladı. bunun üzerine tıpa fırlayıp yere düştü. böylece ağzı açılmış küpü, balıkçı kucaklayıp kaldırdı. içindekiler dökülsün diye başaşağı çevirip salladı. kara bir parça dumandan başka bir şey çıkmadı küpden. balıkçının şaşkın bakışı önünde, bu kara duman yayıldı. hem ne yayılma! yerden göğe, doğudan batıya ortalığı kapladı. sonra şekillenmeğe başladı. başı en yüksek binalardan daha yüksekte bir kubbe gibi. ayakları yüksek ve kalın ağaç gövdesi. kolları uzun ve kalın birer sütun. elleri yaba. gözleri hamam ocağındaki ateş. burnu su kabağı. ağzı mağara. dişleri kazma. kulakları yelken. saçları mısır püskülü gibi, uzun ve kirli…

yoksul balıkçı korkudan neredeyse bayılacak. zangır-zangır titremeğe başladı. gözleri karardı. nefes alışı zorlaştı. ağzı, dili-damağı kurudu. “lahavle..” demeyi akledemese, belki düşüp bayılacak, hatta kuyruğu titretecek. son bir çabayla dişlerini birbirine kenetleyip, “lahavle..”yi içinden geçirdi. sonra gözlerini açıp “hasbinallahvenı’melvekil..” diye tekrarlayarak, canlanıp kendine geldi.

bu arada dev ifrit, şekillenmesini tamamladı. yoksul balıkçıyı karşısında farkedince, tuhaf bir şekilde saygıyla eğildi. “allah’dan başka ilah yokdur, süleyman allah’ın rasulüdür” diye birkaç kere tekrarladı. duyduklarına inanmakda zorlanan balıkçı, kendini biraz daha toparlayıp, omuzlarını dikleştirdi. ifrite dik-dik bakmağa başladı. hemen ardından, ifrit, balıkçıya şöyle demesin mi:

«ey allah’ın rasulü süleyman, lutfen bana kıyma! bundan sonra sana asla karşı çıkmayacağım. ne dersen, ne emredersen hemen yapacağım!»

balıkçı ifrite, hayretini yenmeğe çalışarak, ne diyor böyle bu çirkin dev, tarzında dikkatle bakınca, ifritin korkudan titrediğini farketti. cesaretlendi. besbelli ki ifrit, karşısında bir insan görünce, başına en son gelen şeyin korkusunu üstünden atamadığından, böyle konuşmuştu. bizim yoksul balıkçıyı allah’ın peygamberlerinden süleyman aleyhisselam zannetmişti… balıkçının inancı kendisini harekete geçirdi ve ifrite, hiddetle seslendi:

«Ey şaşkın ifrit, ey ahmak dev! ne diyorsun sen böyle?! saçmalama! süleyman peygamber öleli bin küsur sene geçti. kendine gel. şimdi son peygamber muhammed aleyhisselamın zamanı. ben de süleyman peygamber değil, ahir zaman peygamberi muhammed aleyhisselamın ümmetinden müslüman bir balıkçıyım… senin bu halin nedir böyle? bu küpe nasıl girdin? denizin dibinde ne işin var? kim attı seni oraya?..»

dev ifrit balıkçıdan bunları duyunca, sakinleşti. sevindi.  başını kaldırıp “lailaheillallah” dedi. sonra balıkçıya eğildi.

«sana bir müjde vermek istiyorum, ey talihli balıkçı» dedi.

balıkçı «neymiş müjden, söyle» diyerek merakla kulak kabarttı.

ifrit balıkçıya manalı-manalı gülümseyerek dedi ki:

«müjdem şu: sana ölümünü bildiriyor, ne şekilde ölmek istediğini seçebileceğini müjdeliyorum!»

başına gelen bu tuhaflığın ilk şaşkınlığını atlatmış bulunduğundan, balıkçı, ifrite lanet okumakdan geri durmadı:

«bu müjden için allah seni kahretsin, ey nankör ifrit! iyiliğe böyle mi karşılık verirsin sen ey küstah, ey lanete çarpılası edebsiz! seni küpteki dar ve denizin dibindeki kapkara zındanından kurtardığım için mi beni bu ödüle layık görüyorsun kör olası! allah’ın rahmet ve merhameti senden hep uzaklaşsın!..»

ifrit, balıkçıya aldırmadan, yine şöyle dedi:

«fazla söylenmekle kararımı değiştireceğini zannetme. bir an önce nasıl ölmek isteğini bildir. yoksa seni en korkunç usullerle öldürürüm. kararımı çok önceden vermiştim.»

balıkçı «ne kararıymış o, pek merak ettim» diye sorunca, ifrit anlatmağa başladı:

«bil ki balıkçı, ben cin cinsinin ifrit taifesinin reislerindenim. sakr’dır adım. davud oğlu süleyman aleyhisselam, büyük bir işe girişince, emri altındaki işçiler yetmez göründü. bunun üzerine, veziri asaf’dan, yeni işçiler için, cin taifesinin en güçlü taifesi olan dev ifritlerin emrine girmesini temin etmesini istedi. asaf üzerimize gelip, kahredici gücüyle bizi yendi. hepimizi esir ederek, burnumuz yere sürterek, hazret-i süleyman’ın önüne götürdü. “âlemlerin rabbine hamd olsun” dedikden sonra, peygamber, bizi kutlu bir işte, temiz bir yapıda çalıştırmak istediğini, ancak, bu kutlu işte çalışmak için öncelikle allah’ın dinine girip temizlenmemiz, müslüman olmamız, yani allah’ın birliğine ve kendisinin peygamberliğine inanmamız gerektiğini bildirdi. bu teklifi, ifritlerin reisi olduğumdan, öncelikle benim kabul etmemi istedi. reddettim. üç kere tekrarladı. üç kere reddedince, inadımda ısrarıma kanaat getirdi ve bir küp getirilmesini buyurdu. ne olacağını anlayamadan, beni kübe tıktı. son andaki pişmanlığımı dile getiremedim. son pişmanlık fayda vermezcesine dilim tutulmuştu. yüce allah’ın adını anarak kübün ağzını kurşunla tıkadı, mührünü bastı. bunu görünce, taifemden geri kalan bütün ifritler şehadet getirip müslüman oldu ve süleyman aleyhisselamın emrinde çalışmayı kabul etdi. peygamber aleyhisselam da, onlara ilk işlerini buyurdu: “alın bu kübü, denizin en derinine bırakın.”

«diğer ifritler şehadet getirip allah’ın birliğini ve süleyman aleyhisselamın peygamberliğini tasdik ederken, ben de aynısını söyledim, ama, ne fayda, artık kübün içindeydim. karar kesinleşmeş, kesilmişdi.

«denizin en derininde yüz sene kaldım. bütün umudum, denizin dibindeki akıntı ve değişikliklerle, kübün yer değiştirip, kıyıya yaklaşmasıydı. bu yüz sene boyunca, şunu tekrarlayıp durdum: “beni kim kurtarırsa, ona denizlerdeki ve karalardaki bütün gömülü hazine ve defineyi verip, dünyanın en zengini haline getireceğim.” kurtaran olmadı.

«birinciden sonra ikinci yüz sene boyunca da, şöyle tekrarlayıp durdum: “beni kim kurtarırsa, ona, karada gömülü ve saklı tüm hazine ve defineyi vereceğim.” ikinci yüz sene de geçip gitti. kurtaran olmadı.

«üçüncü yüz sene boyunca da şöyle dedim: “beni kim kurtarırsa, ona, en çok istediği üç şeyi vereceğim.” ama, kurtaran olmadı.

“üçüncü yüz sene bitip, dördüncüsü başlayınca, artık umudum tamamen yittiğinden, kendimle alay ederek, şöyle söylenmeğe başladım: “beni kim kurtarırsa, onu öldüreceğim.” kendimle alayı iyice arttırmak için de, acı bir tebessümle ekliyordum: “iyilik olarak, kurtarıcıma, nasıl ölmek istediğini soracağım. ona ölüm tarzını seçme şansını tanıyacağım…” ama, kurtaran olmadı. bundan sonra seneleri ve yüz seneleri saymağı bıraktım. artık, kendi kendimle alay edecek kadar olsun, umut namına, umudsuzluğum dahi kalmamıştı. seneler, yüz seneler geçip gitsindi. kıyamete kadar, çaresiz, bekleyecekdim…

«ama…

«ama.. işte, ey balıkçı, bilmem kaç yüz, senin dediğine göre belki bin seneden sonra, bugün, sen beni kurtardın. kurtardın ve aldığım en son kararı hakettin, müjdelerim! sana ölüm şeklini seçme şansını tanıyorum. haydi, söyle bakalım, nasıl, ne tarz bir ölüm istiyor, nice bir can vermeyi yeğliyorsun!?!»

balıkçı, kendi duyabileceği kadar hafif bir sesle mırıldanmağa başladı: “ya rabbi, başıma gelen bu tuhaf hal nedir? nasıl bir imtihandır bu? nasibimi ararken, ölümümü mü buldum? böyle mi olacakdı bu dünyadaki sonum? ama, sen bize ölümü temenni etmemeyi, tedbiri elden bırakmamayı, umudsuzluğa düşmemeyi buyuransın. bana bu buyruğuna uymak için, aklımla hareket etme güç ve kuvveti ver. güç ve kuvvetin tek sahibi sensin. güç ve kuvvetin hepsi senin elindedir. istediğine istediğin kadar verirsin…  eğer ecelim gelmemişse, sen bana sabır, dayanma, akıl ve konuşma gücü ver. sükunet ve kalp dayanıklığı lutfet…”

«hey, balıkçı, ne mırıldanıp duruyorsun! bir an önce nasıl ölmek istediğini söyle, yoksa, seni, kendi bildiğim gibi en acımasız ve dehşet verici bir tarzda öldüreceğim. sana tanıdığım seçme şansını bir an önce, sabrımı taşırmadan kullan!»

«ey cinlerin ifriti, ey kibirli ve nankör yaratık! eğer seni kurtarmama karşılık beni öldürürsen, buna ne denizler, ne karalar, ne gökler razı gelir… bütün bunların yaradanı ve sahibi ve devam ettiricisi, her şeyin görüp gözeticisi, sana da bir ecel müjdecisi gönderir, aklının ve hayalinin almayacağı aşağılık bir ölümle ölürsün. sana iyilikde bulunana edeceğin sefilliğin cezasını bin kat sefillikle çekersin. belki senelerce, yüzlerce, binlerce sene sürecek, ölmeyi her an istetecek bir can çekişme acısını tadarsın… allah’ın her şeye gücü yeter.

«amenna ve saddakna/inandım ve güvendim bu sözüne. ama, ben de en son bir karar almışım. kendime bir söz vermişim. bunu yerine getirmeyeyim mi? sözünü yerine getirmemek iyi bir şey mi? uğursuzluğu davet etmez mi? kabahat sende, beni kurtarmasaydın…»

«ey kara ifritlerin kapkara reisi, bilmez misin ki iyiliğe nankörlük etmenin şerefsizliği, uğursuzluğu bütün insanların dilinde özlü sözler şeklinde dolaşır. herkes bunları bilir, söyler.

«eğer ıstırabı tanımak istersen tatmadan

kendine gelmeden başkasının ıstırabına bak

ortak ol ve gidermeğe çalış

akılsız vahşi hayvan işidir nankörlük

insana yakışmayan belki sana yakışır bu körlük

işte insanın üstünlüğü ki iyiliği iyilikle görürlük»

balıkçanın son söylediği, ifrit ecinninin ağırına gitti ve hışımla bağırdı:

«kısa kes insanoğlu! beni boşuna aldatıp verdiğim sözden döndürmeğe çalışma. bunun sonu yok. vaktin kalmadı, son defa şans veriyorum sana: nasıl ölmek istediğini hemen söyle bana!»

balıkçı, ifritin öfkesinin kabardığına biraz sevindi. çünkü bu onun harekete geçmesini geciktirirdi. içinden düşünmeğe başladı: “yaradan bana, sakince düşününce pek çok zorluğun üstesinden kolayca gelebilecek bir akıl vermiş. bununle çeşitli yollar bulabilir, kurnazlıklara başvurabilir, hatta tuzaklar kurabilirim. bu ecinninin öfkesi kabardığına göre, merakı da kabarabilir. onu bu yanıyla yakalayıp bağlar, hatta yere serebilirim. allah’ın izniyle, bana verdiği aklımı sür’atle kullanarak, onun inatçı taş kafasını dağıtabilirim. şimdi onu merak boyunduruğuna koşacak bir tertib kurayım…”

«şimdi sen, ey reis, beni öldürmekde kararlısın, bunu anladım ve kuşkum kalmadı. ancak, biz insanlar arasında, ölümüne karar verilene son arzusu sorulur. şu an ikimiz insanların yaşadığı ve yönettiği bir kara parçasında bulunuyoruz. bu soruyu bana sormanı istemem tabii olsa gerek. bana bunu sormanı istiyorum.»

«tamam kabul ettim. soruyorum: ölmeden önceki son arzun nedir?»

«sana bir şey soracağım, ama, seni ve beni yaradan’ın adı üzerine, doğruyu söyleyeceğine yemin eder misin?»

«kabul. yemin ederim ki son soruna doğru cevabı vereceğim.»

«senin bana, bu kübe sokulup hapsedildiğine dair anlattığın hikaye bana inandırıcı gelmedi. bu kübe sığabildiğine ikna olmadım. bu kadar küçük bir kübe, senin gibi devin, yüz katı iriliğindeki bir ifritin sığması mümkün görünmüyor. buna asla inanamam.»

«banim sana yalan söylediğimi mi ima ediyorsun, insanoğlu?!»

«ima ediyorumdan öte, korkudan sana inandığımı söylesem de, görmeden kalbim tatmin olmayacak, zihnim rahat etmeyecek.»

insanları hor ve hakir gören reis gururlu ifrit ecinni, balıkçının bu konuşmasına pek alındı, pek içerledi. şu biçare insancık ona nasıl inanmazdı! böylesine apaçık üstün durumdayken, sözleriyle onu nasıl aşağılayabilirdi! o ki ecinnilerin reislerinden… o ki bin sene kadar deniz dibinde, bir kübün içinde durmaya dayanabilmişti! hangi zavallı zayıf insan buna güç yetirebilirdi?! olacak iş değildi! ve bu balıkçı parçasının sözleri, aklını yitirdiğinin bir göstergesiydi ancak. şimdi ona gösterirdi…

«gözlerini dört açıp iyi bak balıkçı. bu, yeryüzünde görebileceğin son görüntü olacak» deyip, ifrit, duman halinde incelerek, kübün açık ağzından girmeğe başladı.

balıkçı, sevinçten çığlığı basmamak için dişlerini kenetlemiş, tırnaklarını avucuna batırmıştı. duman halindeki ifritin son zerresi de kübe girince, hemen fırlayıp hazreti süleyman mühürlü kurşun tıpayı kaptı ve kübün ağzına yerleştirdi. yumruklayıp sıkıştırdı. sonra derin bir nefes aldı. sevinçden hoplayıp zıplayacaktı, ama, kolay mı, pek bitkin hissetti kendini. güneş yeniden güzel güzel ışımağa başlamışdı.

keyfi yerine gelip ferahlanan balıkçı, derin bir nefes alıp, kapı tıklatır gibi kübü tıklatarak, sevinçli ve alaycı bir sesle bağırdı: «hey, kübdeki, iyice sığdın mı! rahatın iyi mi! yerin dar değil mi! yiyecek içecek bir şey ister misin! yoksa, bir ölüm tarzı seçmeyi mi istersin! söyle bana, ölmek için ne dersin! karada mı ölmek istersin denizde mi! çabuk söyle, bekleyecek halim ve vaktim kalmadı. söylemezsen, kübün üstüne, “bu kübde kurtarıcısını öldürmeğe ahdetmiş kalleş, aşağılık bir ifrit var. eceline susayan varsa bu kübü çıkarıp kapağını açabilir!” yazıp, derizin, mümkün olduğunca en uzak, en derin yerine atacağım seni.»

bunun üzerine, ifrit, dışarı çıkmağa çalıştı. ancak, kübün ağzının mühürlü tıpayla tıkandığını, bu mühür sebebiyle cin cinsinden herhangi bir ifritin kübü açıp kendisini kurtarmasının mümükün olmadığını, yani,  dışarı çıkma imkanının kalmadığını anladı. balıkçıya yalvarmağa başladı:

«aman balıkçı yaman balıkçı, ben ettim sen etme. beni gerçekten denize atmaya kararlı değilsin, değil mi?»

«kararlıyım, hem de pek kararlı. işte şimdi seni kaldırıp, denize doğru götürüyorum. sana demedim mi, iyilik edene kötülük edersen, allah senin belanı verir! sana belanı verecek kişiyi gönderir!.. bunları duymak istemedin, ama, haklı çıkan ben oldum. işte beni gönderdi. ben senin gibi, iyiliğe kötülükle karşılık veren nankör bir ifritin belasını vermekden, iyilikseverler adına zevk duyacağım. beşyüz sene, bin sene değil, kıyamete kadar belanı bulup, cezanı çekeceksin bu daracık kübün zifiri karanlığı içinde, denizdibi zındanında.»

kübün hareket ederek yuvarlanıp tekerlenmesinden, balıkçının şaka etmediğini anlayan ifrit, yalvarıp yakarmasını arttırdı:

«beni affedip salarsan, ey balıkçı, seni, hayal bile edemeyeceğin kadar çok zengin ederim. seninle çoluk çocuğun ve hatta gelecek yedi sülalen, asla yokluk görmeden bolluk içinde yaşar.»

«hayır, akıllı insan bir delikden bir kere ısırılır. aynı hataya, bile bile düşmek, ahmaklığın ta kendisi olur!»

«ey balıkçı, sana yeryüzündeki bütün defineleri buldururum. ben uğraşmam, dersen, hepsini ayağına getirips yığarım!»

«aç aslanın inine ikinci defa gitmek, ancak tamahkar, ahmak eşeklere yaraşır!»

«sadece yeryüzündeki değil, yeraltındaki defineleri de çıkarıp ayağına sererim, iyi kalpli balıkçı kardeş!»

«bu senin, artık geçerliliği kalmamış eski vaadin değil miydi! geçip gitmiş bir vaade inanmamı mı bekliyorsun benden! hem, nereden kardeşmişiz! kardeş, deyip beni yumuşatacağını sanıyorsan, bundan etkilenmeyeceğimi bil: sen cinsin ben ins. sen ateşten yadılmışsın, ben toprakdan.»

«pekala, sadece yeryüzündeki ve yeraltındaki değil, denizler dibindeki bütün defineleri ve değerli taşları, inci mercanları da ayağına sererim; kıyamete kadar, adın karun’u bile gölgede bırakır!»

«tamahkar eşekden daha beyinsiz,  gurur kapanındak fareden farksız karun’dan daha akılsızca, rezilce ve sefilce hareket etmemi bekliyorsun yani!? bu türlü konuşman, beni pek ziyade sinirlendirdi. şimdi kübün üzerine, senin, kurtarıcısının katili olmak isteyen aşağılık ve nankör bir ifrit olduğunu yazıp denize atacağım; ki, akıntılarla küp kıyıya vursa, veya benim gibi safdil bir balıkçının ağına takılsan, serpmesine yakalansan dahi, seni çıkarmadan kübü denize fırlatsınlar ve kıyamete kadar orada kalasın!»

balıkçının, yaradılışça mal-mülke pek düşkün olmadığını anlayan ifrit, usûl değiştirdi:

«tamam, senin akıllı, uzak görüşlü ve tedbirli bir insan olduğunu kabul ediyorum. zengin ve çalkantılı bir hayat değil, kimseye muhtac olmadan sakin bir hayat sürmek istyorsun. sana bunu da sağlayabilirim. şimdi sana karşı ileri süreceğim delil, yine sana aid olacak. sanırım böylece, senin üstünlüğünü tanıdığım, haklılığını teslim ettiğim ve böylece senin emrinde bulunmakdan gocunmayacağım kanaatine varmış olursun: senin bana söylediğin kendi düsturun neydi? iyiliğe iyilikle karşılık vermek. aksine, kötülük edersen, karşılığını er-geç bulursun… bunu ben şahsen yaşadım işte ve bundan âlâ ibret olamaz. hem, bilirim ki, siz insanların arasında, daha doğrusu senin gibi iyi kalbli, faziletli ve inançlı insanlar arasında şöyle bir söz dolaşır: iyilik et denize at, balık bilmezse hâlık bilir… şimdi sen beni denize atmayıp kurtarma iyiliğinde bulunursan, artık hâlık’dan korkmayı ve utanmayı unutmayacak kadar ders almış ben, bu iyiliğine iyilikle karşılık verceğime söz veriyorum! sana çalkantılı bir zenginlik değil, hayatını sakince sürdürecek bir iyilkde bulunmayı vadediyorum.»

balıkçı, ifritin çok korktuğuna, pişmanlığının son raddeye varıp yelkenleri iyice indirdiğine kanaat getirir. nihai bir emniyet olarak, der ki:

«allah için aklının başına geldiğini, allah’ın güç ve kudreti karşısında boyun eğdiğine inanır gibiyim, ey ifrit. umarım yanılmıyorumdur. seni serbest bırakırım. ancak, her şeye gücün yeten, seni ve beni yaradan adına, kötülük etmeyip hayatımı kolaylaştıracak basit bir iyilikde bulunmağa yemin edersen, seni salıveririm. eğer kötülüğe kalkışırsan, allah seni kahretsin mi?!»

«etsin. eğer sana vaadimi tutmaz ve kötülüğe kalkışırsam, allah hemen o anda beni kahretsin!»

bunun üzerine, balıkçı, kübün ağzındaki mühürlü tıpayı çekip çıkardı. ifrit, kara bir duman olarak kübden yükselmeğe başladı. tamamen çıkınca, balıkçının karşısında, yeniden çirkin bir dev şeklinde belirdi. belirir belirmez, kocaman ayağıyla kübe öyle hızlı bir tepme vurdu ki, küp, denizin ortasına doğru havalanıp, gözden kayboldu. bunun üzerine balıkçının ödü koptu. başladı titremeğe. kendi kendine lanet dahi edemeyecek kadar aklı başından gitti. topuklarına doğru ılık bir sıvı akdı ve ayakları altındaki kumlar ıslandı. kübü hemen tepmeleyip kurtulmak istediğine göre, besbelli, kahrolası ifrit yine yalan söylemiş, yine kandırmıştı. ‘ah eşek kafam’ demenin yararı var mıydı artık! mahvolmuş, kendi ecelini kendi eliyle davet etmişti işte!

son bir gayretle, kekeleyerek mırıldanabildi:

«ey ifrit, allah’ın adı üstüne yemin ettiğini unutma!»

balıkçının korkudan sararmış yüzüne ve titreyen dizlerine bakıp gülen ifrit: «beni takib et» diyerek yürümeğe başladı. balıkçı, biraz mütereddid, ifritin gülmesinden cesaret alıp, peşisıra takibe koyuldu.

ifrit önde, balıkçı arkada, şehirden çıkıp uzaklaştılar. balıkçı hem yürüyor, hem, ifrit görmeden dönüp hızla kaçıp gitsem mi, diye aklından geçiriyordu. ama, biraz cesaretlenmiş, aklı başına gelmiş ve ‘bakalım ne iyilkde bulunacak’ merakına kapılmıştı.

uzun lafın kısası, şehirden uzaklaşıp bir tepeyi aşınca, etrafı yüksek ağaçlı yeşil ormanlıkla çevrilmiş, adeta gözlerden saklanmış, şirin, sakin, berrak, mavi bir gölün bulunduğu bir düzlüğe indiler. gölün kıyısına gelince, ifrit dönüp, balıkçıya şöyle dedi:

«ey saygıdeğer balıkçı! seni korkutup üzdüğüm için lûtfen beni affet. o kadar uzun müddet deniz altında ve daracık küp içinde kaldım, o kadar canım sıkıldı ve içim daraldı ki, pek çok ölçüyü ve neye neyle karşılık verileceğini, neyin neyin karşılığı olabileceğini unutmuşum. yani muvazene kaybına uğramışım. kübden kurtulup yürümek biraz kendime gelmemi sağladı. bana inandığın, güvendiğin ve daha önemlisi, bana allah’ın güç ve kudretinin sınırsızlığını hatırlattığın, ve esas olarak seni şuursuzca ölümle tehdit ettiğim halde buna iyilikle karşılık verdiğin için, çok teşekkür ederim. seni pek zengin etmek elimde. ancak, hayatını sakin sürdürmeği tercih edenler için bu istenir şey değildir. her şeyin çoğu gibi, zenginliğin çoğu da insan hayatında maddi-manevi çalkantılara yolaçar. sana, tam istediğin gibi, vasat ama sürekli, yani hayatını rahatca devam ettirecek, sükunetini koruyacak, seni ve aileni merde ve namerde muhtac etmeyecek bir iyilikde bulunacağım. haydi, ağını hazırlayıp göle serp. yakalayacağın balıkları şehrin emîrine götürüp takdim et. balıkları pek beğenip, muhakkak sana iyi bir ödül verecek. bundan sonra da her gün gelip bu göle ağını bir kere serp ve yakaladığın balıkları sat. bu sana, ailenin her günkü nafakasını rahat rahat temin edecek gelir demekdir. ömrün boyunca, geçim tasası çekmeden yaşarsın… şimdi bana müsaade. haydi allaha ısmarladık.»

bunu söyledikden sonra koca ifrit, ormanın, dalları biribirine geçmiş dev ağaçları arasında mı, yoksa yeraltına doğru mu, nereyeyse, balıkçının şaşkın bakışları karşısında buharlaşıp kayboldu.

bir süre, şaşkınca kalakalan balıkçı, kendine gelince, ağını açıp, göle doğru fırlatıp serpti. ağ dibi bulunca çekti. baktı, dört tane iri, gözalıcı güzellikte, renkli balık. biri sarı, biri kırmızı, biri mavi, biri beyaz. balıkçı, onca senedir balık avlamasına rağmen, bunlar kadar güzelini bu güne kadar ne yakalamış, ne görmüşdü.

balıkları, sepetine, acele topladığı ot ve yapraklar arasına yerleştiren balıkçı, hayvanlar ölmeden eve yetişmek üzere hemen yola koyuldu. niyeti, balıkları su dolu bir kaba koyup, canlı canlı saraya götürüp sultana takdim etmek idi.

evine geldiğinde öğlen geçmişdi. balıkları hemen su dolu kaba koydu. balıklar hareketlenip yüzmeğe başladı. balıkçı pek sevindi. duş alıp üst-başını değiştirdi. allah’a şükür duasından sonra, ikindiye kadar emîrin konağına yetişmek üzere evden çıkdı. ikindileyin konakda olursa, akşam yemeği için getirdiği balıklar makbule geçerdi.

konakda, emîre ulaşması zor olmadı. yılların balıkçısı idi ve nöbetçiler de, saraydaki pek çok kişi de onu tanıyordu. az mı leziz balıklarından alıp yemişlerdi. bu kez pek heyecanlı hareketiyle, kapıdaki nöbetçiler dahil, herkesi meraklandırmış, emîre acele haber salınmışdı. emîr de kabulde gecikmedi. balıkçının sunduğu dört balığa bakınca, “bunlar şimdiye kadar görülmemiş güzellikte balıklar” dedi. balıkçıya memnuniyetini bildirip, hemen bir kese altın verilmesin emretti. sonra vezirine dönüp: «bunları pek beğendim. gözümde değerleri büyük. akşam yemeğine hazır olması için, bizzat ilgilenmeni istiyorum» dedi. bunun üzerine vezir, kendinin de pek hayran kaldığı balıkları alıp, bizzat mutfağa götürdü.

yoksul balıkçı, keseyi alıp teşekkür ederek, ailesine en iyi yiyecek ve giyecek alışverişi için, sevinçle çarşının yolunu tutadursun, vezir de baş aşçı kadına balıkları teslim edip: «akşam yemeği için özenle pişirip hazırlamalısın bu balıkları. emîrimiz bunları pek beğendi. bunun için en değer verdiği dostlarını ziyafet için çağırdı. bütün hünerini göstermenin günüdür bu gün. haydi göster kendini!» diye tenbihledi.

“başüstüne efendim” diyen baş aşçı kadın, mutfakdaki yardımcılarına bırakmadan, balıkları kendi elleriyle temizleyip, paklayıp, önceden ateşin üzerine bıraktığı, yeterince ısınmış tavaya yavaşça bıraktı. bir süre bekleyip, üste gelen tarafın da kızarması için balıkları çevirmeğe başladı. son balığı çevirmişti ki, mutfağın, aşçı kadının karşısındaki duvarı yarıldı, veya aşçıya öyle geldi. duvardan, pek alımlı, giysisi ve takılarıyla pek süslü-püslü, eli değnekli bir genç kız belirdi. aşçı kadın kızın güzelliği ve giysisiyle takılarının gözalıcılığından mı, yoksa elindeki değneğin korkusundan mı, her neyse, ayakda duramayıp olduğu yere çöktü. aşçıya aldırmayan eli değnekli, gerdanı pırıl-pırıl incili-köstekli, bilekleri işlemeli altın-platin bilezikli, parmakları en değerli mücevher ve tek taş pırlanta yüzük dolu güzel genç kız, değneğiyle tavaya vurup, seslendi: «ey balıklar, balıklar! bağıdınıza her an bağlılar mısınız? sadıklar mısınız? sabitler misiniz?» bunu üç kere tekrarlayınca, tavadaki balıklar canlanıp dikilerek, bir ağızdan cevap verdi: «evet! evet! evet!»

tavada kızarmış balıklar canlanıp konuşmağa başlayınca, artık bu kadarına tahammül edemeyen baş aşçı kadın, sırtüstü uzanıp gözlerini kapadı. bayıldı.

bayıldığı için, balıkların, bir ağızdan şöyle dediğine duyamadı:

«biz bağlıyız bağlılarız

biz sadıkız sadıklarız

biz sabitiz sabitleriz

aynen seninle hemkademiz

eğer bizi bırakmağa kalkarsan

biz de kalkıp haykırırız

bütün dünyayı ayaklandırırız»

bu sözlere kızdığından mı, yoksa başka bir sebebden mi bilinmez, alımlı, giyimli, takım-taklavatlı genç kız, elindeki değnekle tavaya vurup devirdi. sonra, belirip geldiği duvarın yarığında süzülüp kayboldu. duvar eski, pürüzsüz haline döndü.

burnunu dolduran yanık kokusundan kendine gelen baş aşçı kadın, doğrulup, balıklyarın ateş içinde kömürleştiğini görünce, korkudan ne edeceğini şaşırdı. olanları anlatsa, kim inanırdı?! hem, bu, vezirin dediği gibi, aşçılığını emîre beğendirme ve yüklüce bir bahşişe kavuşma imkanın da yanıp kömür oluşuydu! buna mı yansındı, gördüğüne inanılmayacağına mı? gözlerinden sular seller gibi yaş boşanmağa başladı…

ne kadar ağladığı bilinmez, baş aşçı kadın, omuzuna hafifce, şefkatle dokunan vezirin seslenişiyle kendine gelip, toparlanmağa çalıştı. emîr ve misafirleri balıkları bekliyormuş.

vezir, aşçı kadının ağladığını farkedince, teselli edip niçin ağladığını anlamağa çalıştı: «hayrola kızım, neden böyle sızlanıp ağlıyorsun? kötü bir haber mi aldın? değerli bir şeyini mi kaybettin? sevdiğin bir yakınının vefat haberi mi geldi?»

aşçı, hayır bunlar değil, anlamında başını salladıktan sonra, elini uzatıp parmağıyla ateşin içindeki kömürleşmiş balıkları işaret etti.

vezirin: «nasıl oldu bu?» diye sorması üzerine, kendisini sakince dinleyen yaşlı saygın adama, gördüğü inanılmaz şeyi, “belki inanmayacaksınız ama..” diye başlayıp anlattı.

duyduklarına inanmakda zorlansa da, vezir, onca hayat tecrübesiyle, aşçı kadının anlatışındakı samimiyetden kuşku duymadı. ikna oldu. bu garip hadiseyi anlamanın yolunun, balıkçıyı buldurup dinlemekden geçtiğini düşündü.

«üzülme, kendini harab etme. bir çaresine bakarız» deyip mutfakdan ayrılan vezir, adamlarına, ikindi üzeri değişik renkli dört güzel balık getirip emîre sunan yoksul balıkçıyı bulup getirmelerini buyurdu. adamlar, balıkçının evini bilen birini bulup, yolladı.

balıkçı gelince, vezir, balıkların kızartıldığı tavanın devrildiğini, getirdiği güzel balıkların yanıp kömürleştiğini, bundan dolayı, aynı balıklardan tekrar tutup getirmesini söyledi. ancak, balıkçı, bu balıkları uzakça bir yerden tuttuğunu, dolayısıyla bu saatten sonra oraya gidip, balıkları tutup getirmesinin zaman alacağını, bu akşam yemeği vaktine yetişmesinin mümkün olamayacağını belirtti. ama, yarın aynı balıklardan yakalayıp getirebilirdi. bunu kabul eden vezir, balıkçı gidince, ziyafetin verildiği çiçekli bağçeye geçti. emîrin yanına sokulup, alçak sesle, balıkların bir kaza kurbanı olduğunu, ama, balıkçının, yarın aynı balıklardan dört tane daha getirmeğe söz verdiğini fısıldadı. bunun üzerine emîr, diğer yiyeceklerin getirilip yemeğe başlanmasını işaret etdi.

devrisi gün

devrisi gün balıkçı, şehrin dışındaki saklı göle gidip, ağını serpti. çekince, yine sarı, kırmızı, mavi ve beyaz renkli dört güzel, iri balığın ağın içinde bulunduğunu gördü. onları da aynı şekilde sepetinde, yapraklar arasında sıcaktan koruyup evine getirdi. su dolu bir kaba koydu. saraya yollandı. yine kesesini alıp, sevinçle saraydan ayrıldı.

vezir, mutfağa gidip, baş aşçı kadına: «bunları hazırla, tavaya koyacağın zaman bana haber sal. gelip gözümle görmek istiyorum anlattığın tuhaf hadiseyi» dedi.

aşçı kadının haber salması üzerine, vezir de mutfağa girip, bir köşeye oturarak beklemeğe başladı.

aşçı kadın, bir tarafı kızarmış renkli balıkların dördünü de diğer yanlarına çevirince, mutfağın duvarı yine yarıldı. dünkü güzel kız, aynı alımlı giysi ve takılar ve elindeki değnekle, yarıkdan çıktı. tavaya yaklaştı. elindeki değnekle tavaya dokunup seslendi: «ey balıklar, balıklar! bağıdınıza her an bağlılar mısınız? sadıklar mısınız? sabitler misiniz?» bunu üç kere tekrarlayınca, tavadaki balıklar canlanıp dikilerek, bir ağızdan cevap verdi: «evet! evet! evet!»

baş aşçı kadın bu sefer, vezirden güç alıp, bayılmadan, kenara çekilerek, olanları seyretti.

sonra balıklar, hep bir ağızdan, kıza karşı dile geldi:

«sözümüz baki senedimiz kavidir

sen yürürsen yürür dönersen döneriz

bizi ve bağıdı çiğnersen

biz de ilenir beddua eder

seni bulasıya bela dileniriz»

genç kızı elindeki değnek ile vurup tavayı devirdi. balıklar ateşe düştü. korlar arasında kızarıp yandı.

kız duvarın yarığından kayboldu. yarık bitişip sıva eski halini aldı.

vezir hayretler içinde köşesinden çıktı. aşçı kadına: «bu gördüğümüz çok tuhaf bir şey kızım. bunu emîre söylemeliyim. sen kalbini metin tut. bakalım yarın ne olacak…» deyip, mutfakdan çıktı.

yine misafirleriyle balıkları bekleyen emîrin yanına gitti. kulağına eğilip, biraz önce gördüğü, balıkların başına gelen tuhaf hadiseyi anlattı. duyduklarından heyecanlanıp meraka kapılan emîr, balıkçıya hemen haber gönderilmesini, aynı balıklardan yarın yine getirmesini istedi. «yarın kendi gözlerimle görmek istiyorum bu anlattığını» diye ekleyip, diğer yemeklerin getirilmesini buyurdu.

emîr mutfakda

balıklar geldiğinde, emîr ve vezîr, etrafındaki kibar insanlarla çeşitli konularda görüş alışverişinde bulunuyordu. baş muhafız görününce, gözü kapıdaki vezir ayağa kalkıp ona doğru yürüdü. baş muhafız, balıkların geldiğini bildirdi.

vezir gidip balıkçıya kesesini verdi. balıklarla mutfağa gidip, aşçı kadına, balıkları yine hazırlamasını ve tavaya koyacakken haber salmasını söyledi.

mutfak kahyası görününce, vezir, diğerlerinden izin isteyip, emîri, “hususi bir işi”  görüşmek için, davet etdi. birlikte mutfağa gittiler. kuytu bir köşeye geçip oturdular.

aşçı kadın balıkları, parıl parıl yalımlı kırmızı korlar üzerindeki kızgın tavaya yaydı. bir tarafları kızarıp diğer taraflarına çevirince, mutfağın duvarı yine yarıldı. bu sefer duvardaki yarıkdan kara ifrit gibi çirkin, iri-kıyım adam görünümünde biri çıktı. elinde yeşil kabuklu bir ağaç dalı vardı. tavaya yaklaştı. elindeki dal ile tıklatıp, seslendi: «ey balıklar, balıklar! bağıdınıza her an bağlılar mısınız? sadıklar mısınız? sabitler misiniz?»

bunu üç kere tekrarladı.

tavadaki balıklar canlanıp dikilerek, bir ağızdan cevap verdi: «evet! evet! evet!»

tavada kızarmış balıklar canlanıp konuşmağa başlayınca, emir, muhafızlarına seslenmemek için kendini zor zabtetdi. emirin şaşkınlıkdan uğuldamağa başlamış kulakları balıkların şöyle dediğini de duydu:

«biz bağlıyız bağlılarız

biz sadıkız sadıklarız

biz sabitiz sabitleriz

aynen seninle hemkademiz

eğer bizi bırakmağa kalkarsan

biz de kalkıp haykırırız

bütün dünyayı ayaklandırırız

ilenin ilenir sana lanet ederiz»

bu sözlerden sonra, çirkin kara dev adam, elindeki dal ile tavaya vurup devirdi. balıklar yalımlı korlar arasına düşüp cazırtıyla yanmağa başladı. kara dev, geldiği yerden gidip kayboldu. duvardaki yarık bitişti.

nedir bunun sırrı?

gördüklerinden elbet hayli etkilenmiş emîr ile vezir, dostlarının yanına dönmeden önce, konuyu süratle müzakere etdi: bunda bir sihir işi bulunabilir. sihir ve diğer gizli ilimlerle ilgilenmiş tecrübeli kişilerden yardım istenmeli…

dostları dağıldıktan sonra da, vezir ve emîr başbaşa verip, yarın öğleden önce, bu meseleye aşina bilgili kimseleri çağırıp görüş alışverişinde bulunmağa, sonra balıkçının çağrılıp bu toplulukça dinlenilmesine karar verdi. çağrılacak isimleri belirlediler. yarın sabah ulaklar bunları davet edecekti.

balıkçı konakda

balıkçı emîrin konağına davet edilince, pek heyecanlandı. içinden, kendini o göle götürüp tuttuğu balıkları emîre takdim etmesini tavsiye eden ecinni ifrite lanet okumağa başladı. ancak, emîrin konağa davetini bildiren ulak, saygılı davranışını sürdürdü, kibar bir dille, konakdaki ziyafete çağrıldığını açıkladı. bunun üzerine, biraz rahatladı ve yolda, emîrin onu misafirlerine, o eşsiz güzellikteki leziz balıkları yakalayan usta balıkçı, diye tanıtacağını hayal etdi.

konağın bağçesine girdi. misafirlerin kimisi sedirlere kurulmuş, kimisi yer minderlerine oturup, arkalarına yerleştirilmiş yumuşak yastıklara yaslanmış, sohbet ediyor, kahve veya şerbetlerini yudumluyordu. emîr ortalıkda yokdu. hizmetliler tarafından ona da bir yer gösterildi ve yemekden önce içecekbir şey isteyip istemediği soruldu. sakinleşmesine yarayabilir, düşüncesiyle, bir şerbet istedi.

şerbetini yudumlarken, içi serinledi, sakinleşti ve tahminde bulunmağa devam etdi: şu an emîrin bir işi vardı da, biraz sonra gelip onun karşısına mı oturacakdı? bize fetirdiğin balıkların ne kadar leziz olduğuna bir bak, diye, birlikde yemekle mi onurlandıracakdı?..

tahminde bulunmayı uzun boylu sürdüremedi. başını kaldırıp etrafına bakındı. bu ilerigelenlerin, bu emîr dostlarının çoğunun yüzüne çarşıdan aşina idi. içlerinden kimisi bizzat, kimisinin hizmetlisi kendisinden balık almışdı. tabii, çarşıdan balık aldıkları balıkçılardan bir balıkçıyı hemen hatırlamaları düşünülemezdi. yine de biraz önce yanlarından geçerken verdiği selamı samimiyetle alıp ziyadesiyle iade etmiş, buyur edip sağlık-afiyet dilemişlerdi.

balıkçı bir an için, bu bilgili, değerli insanların kendisini, eşsiz balıkları yakalayan maharetli balıkçı olarak tanıdığını düşünmeğe yeltendi, ama hemen bundan vazgeçdi. çünki balıkları getirdiğinde, bu bağçeye kadar girmemişdi, dolayısıyla kendisini muhafızlar, emir, mutfak görevlileri ve emîrden başka, o balıkçı diye tanıyan yokdu herhalde.

balıkçı böyle kâh misafirlere bakıyor, kâh konağın bağçesinin güzelliklerine, yani süslü tezyinatına ve rengarenk çiçeklerine, sarmaşıklarına hayran kalıyor, bu arada emîrin ne soracağını merak edip duruyordu.

neyse, sonunda, gayet kibar bir ses: «lûtfen beni takib eder misiniz efendim! emîrimiz sizi görmek diler» dedi.

emîrin huzurunda

balıkçı içeri girmeden hemen önce, emîr, etrafındakilere son sözlerini söylüyordu: «(…) duyduğumda inanmakda zorlandığım bu tuhaf, bu çok acaib hadiseyi, böylece, aşçı kadın ve vezirimden sonra, şahsen gözlerimle gördüm. bunun üzerine, siz bilge dostlarımızın değerlendirmelerine, yardımlarına başvurmak istedik. işte bunun için buradayız. balıkçı da biraz sonra burada olacak. hep birlikde bu fevkaladeliği anlamağa, mümkinse çözmeğe çalışalım. zavallı balıkçının tutup getirdiği balıkların fevkaladeliğinden haberdar olduğunu sanmıyorum. ama, herhalde anlatacakları bize bir yol gösterebilir, bir ipucu verebilir.»

emîr susunca, vezir kalkıp kapıya gitti. tıklattı. kapı açıldı ve balıkçı göründü. vezir elinden tutup getirdi ve selamlaşmadan sonra yanına oturttu.

balıkçı içeride emîr ve vezirden başka beş kişinin daha bulunduğunu görünce, sanki bir suçlu gibi sorguya çekileceğini zannedip korkmağa başladı. yüzü değişti, gerginleşti. bu hal gözünden kaçmayan güngörmüş yaşlıca emîr, sakinleştirmek için balıkçıya gülümseyerek seslendi:

«gel bakalım evladım, şuraya yanıma otur. korkacak bir şey yok. seni has balıkçım tayin etmek istiyorum, kabul edersen. yakaladığın balıkları konağa getirir, bahşişini alırsın. yakayaşamadığında da gel al. hatta, allah üzerine sıhhat ve afiyeti daim eylesin, rahatsızlanıp yatakdan kalkamadığında da evden birini gönderip yevmiyeni aldırabilirsin.»

balıkçı vezirin öbür yanına, emîrin tarafına geçip oturdukdan sonra: « emredersiniz efendim. başım gözüm üstüne. lûtfunuza ve bahşettiğinizi şerefe layık olmağa gayret edeceğim» diyebildi.

vezirsormağa başladı:

«söyle bakalım evladım, kimlerdensin? adın nedir?»

«merhum balıkçı ömer’in oğlu osman’ım efendim.»

«evli misin?»

«evet.»

«kaç çocuğun var?»

«üç efendim.»

«maşaallah, allah bağışlasın. adları nedir?»

«asiye, ebubekir, ali.»

«maşaallah, maşaallah. allah hepsini doğru yolda daim eylesin. bereketli, korunaklı bir ömür ihsan edip, iyilerle karşılaştırsın, sonlarını hayretsin.»

balıkçının vezire teşekküründen rahatladığı, sakinleştiği anlaşılınca, emîr, asıl meseleye geçti:

«evladım osman; buraya kadar sana zahmet verişimizin asıl sebebi, getirdiğin renkli dört balığın bizi son derece merak içinde bırakmasıdır. getirdiğin o güzelim balıklardan tadmak nasib olmadı. çünki, tam kızarırlarken, kaşla göz arasında yanıp kömürleşiyorlar. acaba neden böyle oluyor? şimdi sen bize, bu balıklarla ilgili bilgi verir misin: nerede yakaladın? nasıl yakaladın? tek başına mı yakaladın? bir tuhaflık sezdin mi?..»

bu arada vezirin yardımcısı araya girdi:

«efendim, izin verirseniz, bir şey söylemek istiyorum, ki, osman kardeşimiz de bu arada balıklarla ilgili her şeyi düşünüp hatırlama fırsatı bulur.»

emîrin, “haklısın, seni dinleyelim” demesi üzerine, söylemeğe başladı:

«efendim, osman kardeşimizin babası rahmetli ömer amcayı hatırlıyorum. çocukluğumda babamla çarşıya çıktığımızda, mutlaka ondan balık alırdık. yoksa, ya’ni balıkları satıp bitirmişse, veya o gün balık tutamamış da çarşıya çıkmamışsa, almazdık. kimi vakit yakaladığı nadide, neredyse satmağa kıyamadığı balıklardan bize hediye eder, ücetini asla kabul etmezdi. “bunların değeri parayla ölçülmez ve zaten bugünki ehl ü ı’yalin nafakısını yaradan rezzak gönderdi. onun tarafından gönderdiği mutluluk kaynağı iyilikden başkası değildir. nefsimiz doymaz da ihtiyacdan fazalasını istersek, nefsimizin oyununu gelmiş ve rahatımızın kaçmasına yolaçmış oluruz” derdi. bunun üzerine babam, fakirhanemizi uygun bir vakit şereflendirip acı kahvemizi içme sözü karşılığında bu nadide hediyesini kabul edeceğini, kararlı bir sesle dayatırdı. bize kahve içmeğe geldiğinde, babamla sohbete başladığında, kulak misafiri olduğumuz anlattıklarına hayran olur, babamın niye bu kadar ısrarla davet ettiğini anlar, hak verirdik. onun sohbetine ve ilginç hikâyelerine, balıkları kadar doyum olmazdı. osman’ı çarşıda babasının yanında görmüşlüğüm vardır. sonra ben tahsil için şehirden ayrıldım. uzun sayılabilecek senler sonra döndüğümde, balıkçı ömer ustanın vefat ettiğini, onu yerine oğlu osman’ın en dürüst balıkçı olarak yerini aldığını öğrendim. fakirhaneye balık istendiğinde, osmadan başka balıkçı tanımam… demem o ki efendim, bu osman kardeşimiz, bize ömer ustanın yadigarıdır…»

emîr: «elbet» dedi. «bunu anlattığın iyi oldu.»

«efendim, müsaade ederseniz bir-iki şey söylemek isterim» diyerek araya giren, sihir ve tılsım gibi gizli ilimlere aşinalığı bulunan yaşlı kişi de şöyle konuştu:

«vezirimizin yardımcısı değerli kardeşimizi dinleyince, merhum balıkçı ömer ustayı, şehrimiz balıkçılarının pîrini hatırlayıverdim… bilindiği gibi, bir zamanlar sihir ve tılsım ilmiyle yakından meşgul olmuş, bu sahada merak ile araştırmağa koyulmuşdum. konuya dair hikayelerin, çeşitli meslek sahipleri, esnaf arasında nasıl anlatıldığını toplayıp derlemeğe çalıştığım sıralarda, balıkçılar arasında da bol malzemeye ulaşmıştım. balıkçılar arasına varıp ömer ustayla tanışmamak mümkün mü?

«bilindiği üzere, balıkçılar zaman-zaman gecenin karanlığında da denize açılır. bunu, topluca olduğu gibi, yalnız başına da gerçekleştirirler. bu gece avlanması esnasında başlarından gelip-geçen tuhaflıkları, kimi abartılarla veya yanılsamalarla birbirine anlatırlar. bu tür hikayelerin en mantıklılarını ömer ustadan dinlediğim gibi, en tuhaflarını da ondan kaydetmişimdir. dahası, ortalıkda dolaşan bu tür hikayelerin neresi neresi gerçeğe uygun neresi değil, bunu ayırt ve tesbitte en makul ve işe yarar kıstaslara da onu sayesinde vakıf oldum. kimi gecler sabaha kadar süren sohbet ve mütalaalarımız vakidir. tabii, bu derlemelerimi birkaç kitabda topladıkdan sonra, biraz da amacıma ulaşmış gibi bir doygunluk sonucu, sihir ve tılsımla daha az ilgilenir oldum, zamanla uzaklaşdım.

«ömer ustayla hemen her gün görüştüğümüz günlerde, bu osman kardeşimiz ya pek küçükdü, belki doğmamış idi… vezirimizin değerli yardımcısı kardeşimizin isabetle ifade etdiği gibi, osman bize ömer ustamızın yadigarıdır, oğlumuz yerindedir.»

yoksul balıkçı, böyle seçkin kişilerin babasından sitayişle bahsetmesi karşısında son derece hislenmiş, gözyaşlarını tutamamıştı.

«teşekkür ederim efendilerim, teşekkür ederim. gönlünüzün yüceliğidir. allah sizden razı olsun» diyebildi.

hazır bulunanların hepi az-çok durgunlaşmışdı.

araya sığan kısa suskunluğu, emîrin müşfik sesi bozdu: «görüyorsun ki oğlum osman, hep dostlar arasındasın… şimdi bize içecek getirilsin, sohbetimize ağız tadıyle devam edelim.»

isteğe göre çaylar, kahveler, şerbetler geldi.

bardak ve fincanlardan ilk yudumlar içilince, emîr tekrar sordu: «haydi evladım, bu balıklarla ilgili bildiğini bize anlat: nereden tuttun? kiminle tuttun? nasıl tuttun?»

«efendim; görüyorum ki mesele hayli mühim bir hal arzediyor. ben de üç gün öncesinden başlayacağım…»

balıkçı, üç gün önce, her günki gibi erken kalkıp deniz kenarına gittiğinden başladı. o gün öğlen geçmesine rağmen, ağına balık yerine bambaşka şeyler takılmış… kısmetinden umudunu neredeyse kesmişken, son kere denize attığı ağını çekince, sağlam bir metal destiyle karşılaşmış... ağzındaki mühürlü tıpayı açtığında, destiden siyah bir duman çıkmış... çıkan bu duman korkunç bir dev şeklini almış ve kendisinin cinnilerin ifrit taifesinden olduğunu söylemiş… ifrit onu öldürmekle tehdit etmiş… hile ile ifriti tekrar kübe hapsetmiş... sonra yalvarmasına dayanamayıp tekrar salıvermiş... buna karşılık ifrit onu şimdiye kadar bilmediği ve görmediği, şehrin falanca tarafındaki bir göle götürmüş…

emîr acele edip sordu: «ama nasıl olur! senelerdir şehrin cıvarını avlanmak, teftiş, veya diğer türlü sebebler münasebetiyle gezip dolaştım; ancak, ne böyle bir göl gördüm, ne de duydum!.. dostlarım, aranızda bu gölü duyan, gören var mı?»

hepsi birbirine bakdı. kimseden ses çıkmadı.

sonunda vezir konuştu: «bu gölü hep beraber gidip görmeği teklif ediyorum…»

bu teklif kabul görmüşken, birinci alim konuştu: «kıymetli vezir dostumuz bu teklifi, elbet isabetlidir. ancak, daha önce, yani şu an için, balıkçı kardeşimizin anlatacakları bitmemişti, yanılmıyorsam. onu dinleyelim, söyleyeceklerini tamamlasın. bundan sonra, şimdiye kadar haberdar bulunmadığımız bu gölü görmeğe birlikte gideriz.»

emîr: «üstad doğru söyledi dostlarım, balıkçı kardeşimizi dinlemeğe devam edelim. sözüne devam edebilirsin osman kardeşimiz. göle gittiğinizde neler oldu?» dedi.

balıkçı kaldığı yerden anlatmağa devam etdi:

«efendim; gölün kıyısına vardığımızda, dev ifrit bana, ağımı göle serpmemi söyledi. ya’ni balıkları serpme ağım ile yakaladım. ağımı çekip çıkarınca, sadece dört balık görüp biraz şaşırdım. balıklar irice ve güzel görünüşlüyse de, devin vaadettiği zenginlik bu muydu?! benim bu hayal kırıklığına uğramış halimi görünce, ifrit, balıklara dikkatli ve araştırıcı bakmamı söyledi. dediği gibi bakınca, bunların sıradan balıklar olmadığını anladım. keyfimin yerine geldiğini gören dev ifrit, bu balıkları konağınıza götürüp size takdim etmemi, iyi bir bahşişe kavuşacağımı söyledi. her gün gelip, ağımı bir kere bu göle atarak aynı balıklardan yakalayabilirmişim. böylece geçim sıkıntısına düşmeden hayatımı devam ettirebilirmişim… bunun ardından, başlangıçta bana kötü konuşup yüreğime korku saldığı için bağışlanma diledi ve, elveda, deyip, ayaklarını bir burgu gibi kullanarak, yerin dibine geçip kayboldu. ben de aklım başıma gelince, balıkları sepetime koydum, güneşten korumak için üzerlerini yeşillikle örtüp eve koştum. evde balıkları su dolu kaba koyup canlanmalarını sağladıktan sonra, getirip size takdim etdim… balıklar hakkında benim anlatacağım bu kadar…»

balıkçı susunca emîr: «tamam oğlum, anlattığın, balıklar hakkında bizi hayli aydınlattı. sağol» dedi. «sen balıkları bırakıp gidince, gayet lezzetli bir yiyecek sunmak amacıyla, balıkları mutfağa gönderip, dostlarıma haber saldım. aşçımız balıkları tavada kızartmağa başlayınca, duvarın biri yarılmış ve içinden çok güzel ve gözalıcı giyimli, eli değnekli bir kız çıkıp, balıklarla konuşmuş. bunu gören aşçı kadınımız korkudan bayılmış. balıkların gecikmesi üzerine mutfağa giden vezirimiz, kadıncağızı perişan vaziyette, ağlarken bulmuş. balıklar kömürleşmişlermiş. bunun üzerine vezirimiz kadıncağızı teselli edip, bana da balıkların başına talihsiz bir kaza gelip yandıklarını söyleyerek, senden aynı balıklardan istemişdi. devrisi gün getirdiğin balıkların kızartılması esnasında aşçı kadının yanında duran vezirimiz, aynı şeye tanık olmuş. bu tuhaf durumu bizzat gözümle görmek istedim. sonraki gün, ya’ni dün, getirdiğin balıklar kızartılırken ben de mutfakda hazır bulundum ve anlatılan tuhaf hadiseye tanık oldum. balıkların başına gelen bu hali anlamak üzere, bugün seni çağırttım…»

emîr diğerlerine döndü: «işte dostlarım, balıkların hikayesi şu ana kadar bundan ibaret. şimdi, herhalde, balıkçı kardeşimizin, şehrimizin yakınında bulunduğunu söylediği, bizim bilmediğimiz gölü görmeğe gidebiliriz. bu iş kafamı pek kurcaladı. bu meseleyi çözmeden bana, sanırım, bu acayip hikayeyi dinledikden sonra, siz dostlarıma da rahat yok.»

başvezir: «efendim; gitmeden, konaktaki muhafızlara ve kaledeki komutanlara, biz dönmeden şehirden uzaklaşmamalarını bildirmek yerindedir, diye düşünürüm. ancak, başka bir açıklamada bulunulmamalı. gölün mevcudiyetini görür-görmez, atlı bir ulakla gereken talimatları ulaştırabilirsiniz.»

emîr: «vezirimiz uygun olanı söyledi. başka teklif var mı?» deyince, kimseden ses çıkmadı. bunun üzerine: «haydi, atlar hazırlansın, yola çıkalım» buyurdu.

/

diğer misafirlerin dikkatini çekip telaşlandırmamak, keyiflerini kaçırmamak için, çoğunlukla kapalı tutulan arka kapıdan çıktılar. küçük kafile, balıkçının rehberliğinde, çok geçmeden göle ulaştı. balıkçı osman’dan başka herkes hayret ve hayranlıkla, akşamın alacakaranlığı çökmek üzereyken, yaldızlı güzelliğe gözünü dikti. ancak, usta ressamların elinden çıkmış renkli resimlerde rastlanabilecek harika bir manzara. etrafını tepelerin çevrelediği yemyeşil, ağaçlıklı ovanın ortasında, şirin bir göl. yeşil ve mavi ile mordan sarıya rengarenk çiçekler… meşhur sihirli uçan-halı gibi.

kafilenin hayret ve hayranlığı, balıkçının macerasını ve o tuhaf balıkların bu gölden yakalandığını bilmekden dolayı, hadsiz-hesapsızdı.