Menu
FİRUZ AĞA: KÖPEKLİNİN HİKAYESİ (BİN1FİRUZ 6)
Deneme/İnceleme/Eleştiri • FİRUZ AĞA: KÖPEKLİNİN HİKAYESİ (BİN1FİRUZ 6)

FİRUZ AĞA: KÖPEKLİNİN HİKAYESİ (BİN1FİRUZ 6)

bismillahirrahmanirrahim

anlatan: şehrazad

yazan: kamil doruk

FİRUZ AĞA

Köpeklinin Hikâyesi

biz, ana-baba bir, üç erkek kardeş idik. ticaretle uğraşan babamız, ailesine sıkıntı yüzü göstermez, hesabını-kitabını bilir, iyi bir insandı. günü gelince, her canlı gibi, ömrü sona erdi. allah rahmetinden mahrum bırakmasın…

babamızı gömdükden bir müddet sonra, üç kardeş toplandık. kalan mirası aramızda, hepimizin rızasına uygun şekilde paylaştık.

her birimiz, payına düşeni, dilediği gibi kullanacakdı.

ben, kendi adıma, kasabamızdaki çarşıda bir dükkân satın alıp, babam gibi ticarete başladım. kasabamız, bağdat ile basra arasındaki yol üzerindeydi. bu yolda gidip-gelen kervanlar, gezgin tüccarlar ve diğer yolcular kasabamıza uğrar, dinlenir ve alış-veriş ederdi. ya’ni, burada ticaret, senenin her mevsiminde az-çok devam ederdi. benim gibi dükkân sahibleri rahat ve bolluk içinde yaşadıkları gibi, az bir tutumlulukla, orta karar bir servet sahibi olabilirdi.

babamzın vefatının üzerinden beş-altı ay geçmişdi ki, bir akşam üzeri dükkanımda oturmuş, günlük muhasebeyi gözden geçiriyordum. iki kardeşim çıkageldi. o akşam bana gelme istediklerini söylediler. belli ki konuşmak istedikleri bir konu vardı. hesabımı bitirince, dükkânımı kapattım. birlikde yola koyulduk. hepimize yetecek yiyecek alıp eve gitdik.

yemekden sonra, bağçeye çıkdık. yaşlı aşçı kadın kahvelerimizi getirdi. ona, kahvelerimizi kendimizin doldurabileceğini, bu akşam bize sofra hazırlarken yorulmuş olabileceğinden, istirahate çekilebileceğini söyledim.

kahvelerimizi içip çubuklarımızı tüttürürken, iki kardeşimden büyüğü konuya girdi:

«ağabey; bu akşam sana gelmemizin bir sebebi var…»

«evet, tahmin etdim. dinliyorum. anlat bakalım, nedir derdiniz?» dedim.

«biz bir şeye karar verdik. bu kararımız konusunda senin de fikir ve tavsiyelerini almak istiyoruz… bildiğin gibi, babamızdan payımıza düşenle üçümüz de kendi çapımızda ticaretle uğraşıyor, baba mesleğinde devam ediyoruz. sen bir dükkân açdın, geçimini rahatça sağlıyorsun. herhalde ufak-tefek birikimin de oluyordur. biz ikimiz, seyyarız ve yakın köy ve kasabaları dolaşıyoruz. kazancımız iyidir, çok şükür. belki birikimimiz senden fazlacadır. ancak, bu civarda, köy ve kasabalardaki ticaretin hacmi belli; ya’ni, pek büyük değil. yarın-öbür gün evlenip-barklanacağız. çoluk-çocuk olacak; masraf artacak. bu durumda da geçim sıkıntısı çekmeyiz, amma, işte babamız en yakın misal: uzak-yakın büyük şehirlere gitmeden, bu civarda büyük tüccar olunamıyor, büyük servet elde edilemiyor. oysa biz, bağdad ve basra, hind ve mısır gibi uzak diyarlardaki büyük şehirlere büyük kervanlar düzüp, büyük tüccarlar gibi büyük alışverişler etmek ve büyük servetler kazanmak istiyoruz. ticaretde bizden becerikli olmayan birçoğu var ki, bu diyarlara gidip büyük servet sahibi oluyor. ticaret işinde onlardan aşağı değiliz... netice olaraka söyliyeyim ki: biz böyle düşünüp, babamızdan payımıza düşen parayı birleştirip, bağdad, basra ve şam taraflarına doğru büyük alışverişlere çıkmağa karar verdik. istersen sen de dükkanını satıp, bize ortak olabilirsin. böylece sermayemiz ve alışverişimiz, ticaretimiz, kazancımız daha büyür. üçümüz büyük servet sahibi büyük tüccarlar olarak anılırız... bu konuda ne dersin?»

her zamanki, alışkanlık haline getirdiğim tedbirliliğimle, söyleyeceklerimi iyice düşünüp, ölçüp-biçtikden sonra konuşmak üzere, bir süre sustum. lâkin, karşımdakiler, öz kardeşlerimdi ve sadece karar bildirmekden öte, içimden bütün geçenleri bilmelerinde bir sakınca yokdu. üstelik, büyükleri olarak, ikisine de biraz nasihatde bulunma hakkım vardı galiba. bu kanaatle, sesli düşünmeği tercih edip, suskunluğumu fazla uzatmadan söze başladım:

«aranızda konuştuğunuza ve hatta karara vardığınıza göre, benim şimdi söyleyeceklerimi siz de düşünmüşsünüzdür sanırım. bence, içimizdekileri döküp tekrar gözden geçirmek faidesiz değil. evvelen; burası doğduğumuz yer, baba ocağımız. bütün canlarımız, akraba ve dostlarımız burada. çevremizde, babamızdan gelip duran belli bir itibarımız var. dünya halidir bu, bize uğrayabilecek kötü ve talihsiz hallerimizde başvurabileceğimiz, yardım edecek, bizi ve ailemizi gözetip kollayacak çevremiz burada... tanımadığımız yerlerde, tanışıp bilişmediğimiz yabancılar arasında rahat uyumak imkanı bulunmaz. her an ve her iş için tetikde durmak gibi, gaflet kabul etmez, ağır bir zorunluluk var... evet, buralardaki ticaret o kadar büyük değil, sınırlı. insanı birden büyük servet sahibi kılmaz. amma, mutlu, huzurlu yaşamak için gerekli olan sadece büyük servet, çok büyük ticaret ve uçsuz-bucaksız mal-mülk değil. aslolan emniyetdir. bana bu, buradaki emniyetin sağladığı huzur yetiyor... amma, sanırım, ben ne dersem diyeyim, bensiz de, ikiniz gideceksiniz... unutmamanız için şunu da ilaveten söyleyeyim: başka uzak yerlerde, büyük ticaretlerin döndüğü, büyük servetlerin elden-ele geçip gezdiği büyük şehir ve limanlarda, şansınız yaver gider ve uyanık davranır, hesabı-kitabı şaşırmazsanız, hayalinizde saplantıya dönüştürdüğünüz büyüklüğü yakalamanız, büyük zenginlerden olmanız mümkin. amma, mutlak değil. üstelik, kendi memleketinizdeki huzur ve emniyeti, kafa selametini, deliksiz uykuyu asla bulamazsınız. öte yandan, burada, kendi çapınızdaki emniyetli ticaretle, hemeninden olmasa da, hayli servet biriktirebilir, mal-mülk edinebilirsiniz. hatta, canınız sıkıldıkça, dükkanınızı kapatıp, zevkine seyahatlere çıkabilirsiniz... bir başka diyeceğim: beraber çalışmak istiyorsanız, burada, benimkinden büyük dükkan alır, ortak işletir, daha kısa zamanda büyük sayılabilecek zenginler arasına girebilirsiniz. dünya hali bu; iyi günü gibi, kötü günü de gelebilir... bana karamsar, kuşkucu, cesaretsiz deseniz de, ben, burada ticarete atılmanızdan, beraber bulunmakdan yanayım. üç kardeş biribirimizi gözetir kollarsak, allah’ın izniyle, ayrı-ayrı olacağından daha büyük işler başaracağımız kuvvetle muhtemeldir... işte benim düşüncem bu yönde, söyleyeceklerim bundan ibaretdir.»

konuşurken, kardeşlerimin yüzlerine bakmış, ne düşündüklerini, etkilenip-etkilenmediklerini anlamağa çalışmışdım. ara-sıra kafa sallayıp beni tasdik ediyor, amma, tam ikna olmuş görünmüyorlardı. biraz tereddüt, o kadar. belli ki kararları kesindi. ben, sadece bana danıştıkları, düşüncemi sormak nezaketinde bulundukları için, ağabeylik sorumluluğu ile konuşmuşdum. ağzımı kapadığımda, yüzlerinde, az da olsa, terddüt bulutları dolaştı. amma, hepsi bu.

bardaklarımızdan birkaç yudum içip, parmak uçlarımızla araya-buraya dokundukdan sonra, en küçüğümüz konuştu:

«ağabey; tahmin etdiğin gibi, bu söylediklerini biz de uzun-uzun düşünüp değerlendirdik. ancak, yine de şansımızı bir kere deneyelim diyorduk. dediklerinin hepsi doğru. bu gece ikimiz, kararımızı yeniden gözden geçirip düşüneceğiz. yarın dükkanına gelip, kesin kararımızı bildiririz... vakit geç oldu. haydi allah rahatlık versin. selametle kal.»

böylece konuyu o akşamlık kapattık. amma, onları hemen salmadım. iş-güçden, eş-dostdan bahis açdım. geç vakte kadar sohbete devam etdik. sonra izin verdim, kalkıp evlerine gittiler.

devrisi gün, öğleye doğru, birlikde dükkânıma geldiler. ben de onları bekliyordum. doğrusu, ağabeylik merhametiyle, ne yönde karar bildireceklerine dair yüzde-yüzlük bir tahminde bulunmak istemiyordum. amma, yine de kendimi meraklandırmak elimden gelmedi. dükkânımda kuytu bir köşeye oturduklarında, yüzlerindeki karmaşıklıkdan, gitme kararını değiştirmediklerini anladım. bu kez büyüğü konuşmağa başladı:

«ağabey; biz, gece senden ayrıldıkdan sonra, oturup, sabaha kadar yeniden uzun-uzun konuştuk. neticede, ne olursa olsun, gitmeğe, şansımızı denemeğe karar verdik. kusurumuza bakma. dediklerin doğru şeyler. bizimki, aç gözlülük ve büyüklük takıntısı olabilir. amma, bizi rahat bırakmıyor. belki şeytanî, nefsanî bir dürtü, bir vesvese. belki büyük belalara uğrayacak, büyük badireler atlatacağız. belki bu yolda helak olacağız. amma, dediğim gibi bize burada kalmakda rahat yüzü yok. aklımızda kalacağına ayağımızda kalsın, deyip, şansımızı deneyeceğiz. sencileyin tabirle: şansımızı zorlayacağız.»

ne söyleyebilirdim... hüzünlü bir sesle: “hayırlısı olsun” dedim sadece.

akşam üzeri dükkanı kapattık. birlikde çıkıp, ticaret için götürecekleri mallardan aldık, o an bulamadıklarımızı, devrisi gün için sipariş etdik. akşam olunca, bizim eve gitdik. gece boyunca konuştuk. yabancı ellerde ticaret durumlarına, haberlerine dair bazı nasihatlerde bulunmağa devam etdim.

sabah erkenden çarşıya gidip, malların yükleneceği iki ve binilecek iki, toplam dört deve satın aldık. ikindi üzeri, hava biraz serinleyince yola koyulacak kervana katılmaları için, sipariş malları da alıp, develere yükledik. dükkânıma girip, veda kahvemizi içdik. ikindi namazını edadan sonra, kardeşlerim, şam tarafına doğru yola koyulan kervana katıldı.

*

aradan iki aya yakın bir süre geçmişdi. her günki gibi, rızkımı temin için dükkânımda oturuyordum. ikindi üzeri, içeri, kılığı hırpani, saç-sakal karışmış, zayıf ve bitkin iki adam girdi. selâm verdiklerinde, bunların, kardeşlerim olduğunu anladım. tanınmayacak haldeydiler. selâm verince, seslerinden tanıyabilmişdim, ancak. acınacak bir görünümdeydiler. biraz hoş-beş etdik. gidip, en yakındaki bir aşçıdan, midelerini yatıştıracak yiyecekler alıp geldim. sonra, akşam da yaklaştığından, dükkânı kapatıp, onları hamama götürdüm. hamama giderken, yolda, giymeleri için yeni elbiseler satın aldım. güzelce yıkanıp paklandıkdan sonra, doğruca eve gidip karnımızı doyurduk. hamamdan sonra, karınları da iyice doyunca, kendilerine gelip canlandılar. kahvemizi içerken, konuşmağa başladım:

«size demedim mi... işte, pek merak etdiğiniz şansınızı denediniz! besbelli ki, gördünüz göreceğinizi! anlatın şimdi, neler geldi başınıza, nelerle karşılaştınız, neler kazandınız?»

bütün söylediklerimde haklı çıktığımı söyleyip, üst-üste özür diledikden sonra, yaşadıklarını, başlarından geçenleri anlatmağa başladılar.

özetlemek gerekirse, gittikleri her yerde, tecrübesizlik ve açgözlülüklerinin kurbanı olmuşlar. bazan ellerindeki malları zararına satmak zorunda kalmış, bazan sattıklarının parasını alamayıp dolandırılmışlar. hatta zaman-zaman büyük tehlikeler atlatmış, ölümle burun-buruna gelmişler. nihayet başları eğik, mahcub bir halde:

«olan oldu, biten bitti; kısmetimiz buymuş, şansımız yokmuş. kaderin-kısmetin karşısında elden ne gelir! bize düşen, artık ibret almak...» dediler.

kardeşlerimin bundan böyle akıllandıklarına kanaat getirdim. sabah kalkıp, beraberce dükkânıma gitdik. kahveci kahvelerimizi getirip gidince, ikisine dönüp, nasihat etmeğe ve gelecekle ilgili tasarılarımı anlatmağa başladım:

«şimdi beni iyi dinleyin! elinizde-avucunuzda bir şey kalmadığına göre, kendi başınıza bir iş çevirmeniz, kendi adınıza ticarete atılmanız mümkin değil. bu durumda sizinle ilgilenmek, kol-kanat gerip yaralarınızı sarmak, ağabeyiniz olarak, boynumun borcu. ağabey baba yarısı ise, size babalık etmem gerekiyor. teklifim şu: bu dükkânda hep beraber çalışırız. sene sonunda hesap çıkarır, kârı eşit bölüşürüz...»

kabul etdiler. böylece, birlikde çalışmağa başladık. onları, muhtac duruma düşmüş yardımcılarım değil, dükkânın sahibi ortaklarım gibi kabul edip böyle davrandım. bu yönde bir şey hissedip alınmamalarına titizlik gösterdim.

sene sonunda hesabı toparladık. ticaretimizden, iki bin altın lira kâr kalmışdı. maneviyatları yükselsin, önceki başarısızlıklarını unutsunlar, benimle bu kasabada çalışmak için içlerine şevk gelsin, diye, kendi payımdan vazgeçip, iki bin altını ikisine bölüp verdim.

sonraki sene, üç kişi çalıştığımız için, kârımız arttı. sonraki sene de. çünki sermayemiz büyümüşdü.

dört-beş sene sonra, ikisinin, aralarında, bana belli etmemeğe çalışarak, fısıldaşmağa başladığını sezinledim. bir şey sormadım, ki, kendi-kendilerine, geçmişdeki felaketleri hatırlayıp, ibret alıp, akılları başına gelsin, şeytanın vesvesesinden kurtulsunlar. ancak, beklentim boşa çıktı. bir gün niyetlerini bana açtılar... meğer, ellerine biraz para geçince, tekrar şeytana uymuş, nefislerinin, büyük servet sahibi tüccarlara olma iğvasına kapılmış, başka memleketlere, uzak diyarlara gidip, şanslarını denemeğe karar vermişler... amma, bu kez ben de, mutlaka onlarla gitmeliymişim. ağabeylik vazifesi arasında, onları yad ellerde yalnız bırakmamak da yok muymuş! hem üç kişilik sermaye daha büyük olur, hem benim tecrübemden faydalanılır, hem de, dolandırıcı ve diğer tehlikelere karşı daha güçlü hale gelirmişiz...

bir hafta boyunca, ikisine, ayrı-ayrı ve birlikde, vazgeçmeleri için, yalvarıp yakardım. geçen sefer başlarından geçenleri hatırlattım, bana anlatmadıkları varsa, onları da hatırlamalarını işaret etdim. nasihatlerimi her fırsatda tekrarladım... bitmez-tükenmez ısrarım karşısında, nihayet vazgeçtiklerini söylediler.

üçümüz, benim dükkanımda, eşit ortaklar olarak elbirliğiyle çalışıyor, göz kamaştıracak kadar çok büyük olmasa da, istikrarlı bir tarzda işimizi genişletiyor, sermayemizi arttırıyor, servetimizi büyütüyorduk. bu durum, üç sene kadar devam etdi.

üç sene sonunda, her seneki gibi, hesabımızı toparlamış, altın dolu ağır keseler belimizde, evime gelmişdik. koca bir senenin yorgunluğunu zevk ve neşeye çevirmek için, donattığımız sofrada yeyip içiyor, hoş fıkralar anlatıyor, gülüşüyorduk. kahvelerimizi de içtikden sonra, pırıl pırıl gümüşî ay ışığı deryasında yüzen bağçedeki kameriyeye çıkdık. çiçekler gündüzki renklerini, derin bir sır boyasıyle değiştirmişdi. bu renk mahmurluğunda gecenin serinliğine saldıkları rayiha, hayâl kanatları olarak gelip insanın muhayyilesine takılıyor, semavat seyahatine çıkarıyordu. göğe bakana, ay, güzzelik perilerinin diyarı burada, diye el sallıyordu. ağaç dalları, peri kızlarının açılmış kolları, yapraklar, çağıran parmakları...

kameriyeye girip oturduk. on dakika kadar ağzımızı açmadık. san ki herkes kendi istikametinde, kendi seyahatindeydi.

sükûtî seyahatimizi, en küçüğümüz nihayete erdirdi:

«kurban olduğum allah celle şanuhu, şu dünyayı, gecesinde-gündüzünde ne harika donatıp şenlendirmiş! şimdi biz burada sâkin ve mutlu oturmuş, çiçek kokuları arasında, hülya bulutlarında süzülüyorken, başka yerlerde, uzak diyarlarda kimbilir neler, neler olup bitiyor.. ne acayiplikler, ne tuhaflıklar.. ne acı verici, feryad ettirici felaketler; ne şıkır-şıkır oynatıcı mes’ud hadiseler, kutlamalar, şenlikler... kimi inler kimi güler... kimi midesinin boşluğundan, kimi doluluğundan kıvranır... hikmetinden sualolmaz, ya rabbî!»

memleketinden ayrı düşmüş, sıla hasreti çeken bir garib gibi konuşuyordu. başını arkaya kaykıltmış, sesi, hüzün boyalı suyunu yavaş-yavaş yalağa akıtan dağ başındaki yalnız bir çeşme gibi. onu dinlerken, işte, diye düşündüm, bazı şiirler böyle bir yerde ve gecede inşad edilip seslendirilmeli...