Birden kaybolmuşlardı. Halbuki her zamanki işlemlerimi yaptım. Hayret, yazılarımda hiç şapka görünmüyordu.
Kelimelerim çıplak ve kabaydılar. Seslenildiğinde, hant hant ötüyor; bir dağdan inme, sonradan görme gibi yontulmamış, kasılarak böbürleniyordu.
Hışımla yerimden kalktım. “İnsanlıktan Naber” adlı, aralarında saygın profesörlerimizin de bulunduğu bilimsel-araştırma dergisine, “Bekledim de gelmedin” isimli “romantik makalemi” gönderecektim.
“Kadının daha şapkadan haberi yok; “çarıklı fesli” demezler, cahilliğime hükmetmezler miydi.
Metinler berbattı. “Hala.. hala.. hela.. hala.. ola la la.. ola. Hu ha.. ha haa!”
Çekilin başımdan. Ben hiçbir akrabamı kastetmemiştim. Sadece.. “eniştemin şapkasını” arıyordum.
İçimde binbir düşünce oynaşıp, şapka çıkartıyordu.
Gözümün önünde, “yersiz yurtsuz” avare yüzlercesi, serseriyane uçuştu. Fakat teki bile, asıl harfin, gerekli mahallin üstüne oturmuyordu.
Gözlüklerimi taktım, başımı geriye attım; meselenin künhüne varmıştım:
Sevgili halkım! İşte aydın-halk; devlet-millet kopukluğuna güzel bir örnek!
Acaba, bir “aydınlanma” dönemi mi geçiriyorlardı? Belki de Gavurcukların karşısına kızancıkları çıkartıp, uygarcıkları çarpıştırmalıydım.
“Demir bir el”in, gidiş dönüşlerin cazibesine mi kapılmışlardı.
Bütünleşmeyi ve karşılıklı otoriteyi kabul etmediklerine göre, acep aralarında feministler de mi vardı?
Gariban bazı eril harfler; patlak kafalarından akan “masum mürekkebi” göstererek, kendini acındırmaya çalıştı, mızmızlanıp sızlandı..
“Susun bakim! Sanki siz az hırlı mısınız?”
Ancak şüpheye düşmüştüm. Tereddüdüm zail olmamıştı. Kuşkulu nazariyelerimi bir bir sıraladım. Bilgisayara paranoyak bir şekilde baktım:
“Erkek icadı değil mi? İnadına yapmıştır mendebur, küresel hınzır!”
“Teşkilatlı cevap” hemen geldi.
Şapkalardan biri, tersine dönüp, iyice esnedi, yayıldı gevşedi. Başıma çöreklendi. Şekli huniye benzerdi... Kulağımda bir gıdıklanma hissettim; galiba “küpe” diye de geçmişti.
Az sonra nefes alamıyordum; mandal gibi burnumu kıstırmışlardı... Gıcıklanıyordum, boğazıma kılçık diye takılmışlardı... Bir zirveyi yüksekliği gösteren uçları, şimdi “oklaşmış” içime batıyordu.
Her yazarın ürününü.. hür, müreffeh ve çağdaş bir Türkiye’nin şapkalarını derin bir gıptayla, imrenerek.. “hasetle” izliyordum.
Hırsımdan tırnaklarımı yiyor, müsvedde kağıtlarını “havuç gibi” kemiriyordum.
Kadın şapkalarına karşı daha derinden iç geçiriyordum. Keşke bazılarını ödünç alabilseydim. Lakin bir türlü benim “firarileri” enseleyemiyordum.
Kelimelerim incelmedi, ama üzüntümden merakımdan ben bayağı inceldim. Galiba başım da üşümüştü, iyice gerildim.
Artık her bilgisayar başına oturuşum bir alemdi; şapkaların hayali tepeme tebelleşti.
Oraya basıyorum, buraya tıklıyorum, kafasına vuruyorum (Hey! şapkalarımı geri ver!).. masayı yumrukluyorum: “Hu huu! Nerdesiniz?”
Sonunda bilgisayar kitlendi. Protesto ha!
“Şevket koş! Bilgisayarı konuştur.”
Ancak o da anlamıyordu. Üstelik çıkışıyordu: “Allah aşkına! Siz kursta ne yaptınız?”
Ne mi yaptık?. Can sıkıntısından “Excel surat hocaya” karşı, bolca hikaye yazdık.
Sonunda duruma el koymaya karar vermiştim, zehir zemberek(siz) bir hafiye olarak olayı araştırmaya giriştim.
Hatta inceltme uzatma işaretlerinden, geçmişe.. şapkanın tarihine, cemaziyülevveline kadar gittim. Sonuç ümitsizdi.
Şapkasızlık bir illet, zilletti. Devrimlerin neden önemli olduğunu birden aklım kesmişti.
Beni rezil edip, devirmek istiyorlardı. Her asi suçluya olduğu gibi hadlerini bildirmem; “isyanı” gecikmeden tevkif etmem gerekti.
Dişlerimi gaddarlıkla sıktım: “Sizi bir elime geçirsem, sallandıracağım üçünüzü beşinizi.. meydanlarda!”
“ ^ ”ler iyice neşelendi. Bana göre alakasız bir harfin üzerine kıvrılıp, gittikçe yayıldı. Yeni Sevgilisiyle el ele tutuştu; hatta üzerinde siperisaika, şemsiye oldu.
Aşna fişne vaziyetleri ha! Gösteririm ben size!
Aslında kalbim parça parçaydı. Şapkasını kafasına takmış, “Elveda” bile demeden, kapıyı vurup çekip gitmiş, kalpsiz birer sevgili gibiydiler.
Çaresizce kapıya, dört gözle ekrana bakıyordum. Kadınlık gururumu beş paralık ederek, haysiyetsizce yalvardım:
“Dön geriye! Seni seviyorum! Gitme!”
Anlaşılan bu “ ^ ” derdi beni iflah etmez bitirecekti. Ne kadar uğraşsam ele avuca gelmiyor, müstesna ve müseccel yazılarıma kadar “düşmüyorlardı”.
Boğazımda bir düğüm: “Yarim Avrupa’yı mesken mi tuttun. Gördün güzelleri beni unuttun.. off aman! Aman!”
“Çabuk ortaya çıkın bakim, gene hangi gardroba saklandınız? Jaki, Bushi, Sam yeli.. Ey ‘Abdullah’ sana ne demeli!”
“Siz ayak değil, baş takımıydınız, neden havalandınız?”
Şeytan mı aldı götürdü, Amerikan külahı olarak, dünyanın başına göçürdü.
Fakat aziz halkım da aynı dertten muzdaripti. Bu bana teselli verecekti.
Üstelik bir de Şevket dalga geçmez mi? İçimdeki şüpheleri büsbütün depreştirdi:
“Büyük karşı konulmaz bir virüs olarak, otomatikman bilgisayar ekranına sıçramış olmayasın... Bilgisayar Hüsniye’nin aynasıdır.”
Yok canım, o sizin teveccühünüz. Ben kendi halinde.. gayet mütevazı şekilde sağa sola sataşan.. sabah akşam iki bulaşık arasında, ülkeme yeni bir devrim ekleme planlarıyla telaşlanan.. biraz “kitap önsözü ve fihristi yalamış” .. eli bilgisayar tutan “taşralı / maşalı” bir kızcağızım.
Adam yakalamış bir kere, çenesi durur mu:
“Hiç üzülme kuzucuğum. Ben sana çarşıdan yeni bir şapka alır getiririm. Fakat sakın türbanın üstüne geçirme. Simgenin değiştiğine ve altındaki “bezi” çıkarabileceğine delil sayılır.”
“Yavrum bulamadıysan, karşı komşudan isteseydin?”
Tak Tak! Tık tık!
Tabii şapkaların alayı da söz konusuydu.
Alttan üstten birleşip, dörtgen oluyor, zihnimi köşelerin içine sıkıştırıyorlardı. Beynim hava alacak delik bulamıyor, iyice cadılaşıyordu. (Silin! Süpürün! Temizleyin! Gübreleyin!)
“^^^^...” uzatıp uzanıp gidiyorlardı. “Yatay bir inkılaptı” sonuçta. Halbuki ben daima “dikeyin” peşindeydim.
Fakat sonraları, asabiyetim derin bir merhamete dönüştü.
Siz, farklı bir medeniyetin, atalarımın sesiydiniz, hep sivriydiniz biliyorum.
Kaç kere lügatlerden kovulmuşlardı. Kaç kere geri dönmüş, elenmiş, silinmiş ve nihayetinde zaferle .. “hayatlarını” ele geçirmişlerdi.
Onların asil özgeçmişlerinden, şanlı devrimci tarihlerinden öğreneceğimiz ne çok şey vardı.
Gözlerimden iki üç damla yaş süzüldü. Berduş şapkaları ve Çekirdek Şevket’in üstünü ıslattı.
Sonra..
Şapkalar, dönüş yaptı, “ v ” leşti, göğe doğru ellerini açıp birleştirdi.
Ya da “dilenci”, gözlerini semaya dikerek, boş şapkasını ve kuru yüreğini, derin bir mahcubiyet ve nedametle, solmaz bir ümitle ileri uzattı.
Ve çok geçmeden.. sağanak başladı.
Ben de devasa bir “şapka” gibi.. incelikli bir selamla, minnetle, hayranlıkla.. ister istemez “Varlığı gösteren” soyut-somut bütün işaret(ler)in önünde eğildim.
Derken.. Samim tatilden döndü.
Derdimi anlatınca..tıkır tıkır, son sürat bi şeyler yaptı.
Usta virtüöz ellerini her zamanki gibi izleyemedim... “Hayırsız” derhal çözüldü; bülbül gibi ifadesini verdi.
“Dilini bileceksin anne dilini.”
Ortalık durulmuştu.
Artık disiplin içindeki, hizalı, Renkli Şapkalar, gözümün önünde yepyeni bir (resmî) geçitteydi. Bazılarıyla tatlı bir sohbete bile giriştik.