Menu
YOLCULUK
Öykü • YOLCULUK

YOLCULUK


Yola çıkalı, saatler geçmişti. İri yarı, başlıca sohbet konularından biri “balık” olan adam, karısını kucağına yatırdı. Ninni söylemeye başladı: “E kuzum ee e! E Sabriyem ee! Çocuğu uyutcaz ee!”. Hayret, etrafına hiç aldırış etmiyordu. Halim selim gözüken kadınınsa, kocasının densizliklerine katlanır bir tavrı vardı. “… Derneği’nin” gezisine; mütevazı, erenleriyle ünlü bir ilçeden katılmışlardı.

Bu kadar ışıksız gözlere zor rastlanırdı. Ki fizikî güzelliğiyle taban tabana zıttı. Kızda bütün sempatik davranışlarına, esprilerine rağmen, “Dur” dedirten bir ihtar havası vardı ve kendi ruh hâli Şadıman’ı sinirlendiriyordu. Bakışlarını ısrarla yönelttiği Neşe’de, cıvıltılı hareketler yavaşladı. Şadıman çekinerek sordu: “Namaz molası nerede vereceğiz?”

Çok şaşırmış gözüken Neşe, bir an düşündü: “Arkadaşlarınız, otobüs durduğunda kılıyorlar. Sizin haberiniz yok mu?” dedi.

“Öğlen namazı daha olmadı ki” diye bir itiraz geldi; nereden namaz kılacaklardı. Kızın yüz ifadesinden türlü mânâ çıkaran Şadıman, “Pekâlâ” dedi içinden. Demek başının çaresine bakacaklardı. Sessiz, küçük bir gurup aralarda, hemen vakit namazlarını eda etmeye koşacaktı.

Mola verdiler. Issız yolda ansızın arabalar, önlerine çıkıyor, şaşırtıyordu. Mahcup tavırlı, gösterişli bir kız olan Zümrüt’e, dernek başkanı Ayhan Bey takıldı, gülerek: “Dikkat et, arabaları çiğnemeyesin!” dedi. Anlaşılan, adam tersinden konuşmayı seviyordu.

Otobüse tekrar bindiklerinde, gezi sorumlusu Neşe, eline mikrofonu aldı. “Ayhan Hocam, sizden poşetlik fıkra istiyorlarmış” dedi. Arkadan birkaç “Oooo!” sesi geldi.

“Tam mı yarım mı?”

“Yarım, yarım!”

Derhal öne çıkan Ayhan Bey; her seferinde cüretini arttırarak, ballandırarak birkaç fıkra anlattı. Kimileri için dakikalar uzadı. Eyvah, adam mikrofonu eline bir aldı, kolay bırakmayacaktı. Meğer meşhurmuş, yazarmış. Eserleri de varmış.

Şadıman’da bir tecessüs uyandı; acaba sermayesi ne kadardı? Zümrüt, memnuniyetsiz birkaç kadın fısıltısı işitti:

“Herkesin ayrı zevki var canım.”

“Bir doz olur!”. Erkek üstünlüğü ve bazı hemcinslerinin onlara yaptığı katkıdan dolayı sinmişlerdi âdeta. Açıktan görüşlerini dillendiremiyor, kaçınıyorlardı. Neyse ki müstehcen fıkra faslı fazla uzamayacaktı. Otobüsün kliması pekiyi değildi. Ayhan Üstat yorulmuş, terlemişti. Yerine geçti.

Otobüsün en konuşkanı, sesi çok çıkanı Dursun Seçkin’di. O da Ayhan Bey gibi, emekli öğretmendi. Yaman bir gözlemci olarak, bazen arkayı dikizliyordu. Gördüğü sahneden memnun kalmıştı. Hiçbir münasebetsizliği kaçırmayacaktı yazıktı. Başını geriye çevirerek bağırdı: “Dikkat! Hey, adam soyunuyor ya! Bakın bakın!”. Gayri ihtiyari arkasına dönenler oldu. Ayhan çamaşır değiştiriyordu.

Dursun lâf atmaya devam etti. Bir yandan da burnunu tutuyordu: “İkide bir, otobüsü kokutup durma. Uyumayın camları hemen açın!”

Kendi ve Ayhan üzerine tekrar ilgiyi çekmişti.

İsimsiz belki de cisimsiz adamlardan biri, otobüs yolcularından kimini hiç beğenmemişti. Ayhan’ı deminden beri inceliyordu. Bazılarına şirin gelebilirdi –çünkü havari gibi yanından ayrılmıyor, mahkûmsu bir alâka, körce bir saygıyla çevresinde dönüp duruyorlar, belki sapkın bir yönelişi paylaşıyorlardı. Hayır, yanılmıyordu. Ayhan’ın ölü balık benzeri cansız, siyahî gözleriyle karşılaştığınızda; katran karası bir perdeyle, ardındaki sayısız zifirî yüzle buluştuğunuzu anlıyordunuz. Sanki Şeytanî, habis bir esinti, yüreğinizden yakalıyor, tekmil vücudunuzu yalıyordu. Daraldı… Otobüs, yoldan çıktı, ucu bucu gözükmez, karanlık meçhul bir tünele daldı.

Düşünceleri iyice kördüğüm olan, otobüs yolcularından Lale sinirlenmişti. Kesinlikle, son olurdu. Bir daha bilinmedik turlarla yolculuğa tövbe! Bir türlü elindeki kitaba odaklanamıyordu. Dursun Bey, olta atmakta gecikmedi:

“Ben hanımım Sabriye’ye de diyorum. Okumasan bile okur gibi yap. Çocuklara örnek ol. Fakat dinletemiyorum”. Nezaketini bozmak istemeyen Lâle, usulen konuştu. Dursun’a okuduğu kitapları, ilgilendiği yazarları sordu. Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz; üç beş ilâve yazar daha… İsim hatırlamakta güçlük çekiyordu ve sanki uzak bir geçmişte kalmış gibi durumu izah ediyordu. Böyle dakikalarda dünürü Netice Hanım, ona yardımcı oluyordu. Dursun Bey “eski sosyalistlerdendi”. Ancak hâl ve tavırlarından dalga mı geçiyordu, samimi miydi belli değildi. Lale onun gezi süresince değil kitap, gazete bile okumadığını görecekti. Sabriye Hanım safça: “Bak Bey!” dedi. Aşağıdaki gölde senin balıklardan çok varmış.”

Ayhan Öğretmen’in, yeniden mikrofon eline tutuşturuldu. Yüzü gölgeliydi. Peş peşe söylediği yakasız paçasız fıkralardan sonra farklı bir edayla, tane tane: “Sevinmeliyiz ki” dedi. Biz Âdem’le Havva’dan falan gelmiyoruz. Biizz, seçkin Sirus gezegenindeniiz.”. Yüksek bir fikir beyan etmişti ama hamhalat otobüsün içini kesif bir soğukluk kapladı.

Dursun karışmadan edemedi, çevresine göz gezdirerek: “Konuşup durma orda! Gezegenin sana kalsın. Biz Âdem Peygamberle Havva’dan geliyoruz arkadaş”. Sabriş koluyla kocasını dürttü. Herif bir an bile sabit oturamıyordu.

Dursun, otobüsün peşinden gelen arabalara da duyuracak şekilde: “Kafayı resmen sıyırmış adam!” diye dert yandı.

Edebiyat Öğretmeni Netice Hanım, Ayhan’ı gösterip: “Geldiler gene!” diyerek aydınlatıcı bir söz sarfetti. “Yalnız daha tuhaflarına şahit olursanız şaşırmayın!”

Netice Hanım, benzer kişilerle laklak etmekten bıkmıştı. O sebeple lâkırdıya hevesliydi, yaban(cı)lara biraz Dernek yetkilileri hakkında bilgi verdi; biraz uyardı. Hoca’yı tanırdı. Bazı yolculukları beraber yapmışlardı. Ayhan’ın karısı, nedense Ankara’da kalmıştı. Azıcık delice, kendini beğenmiş gözükse de Ayhan, hoş sohbet, cesur bir kişiydi. Görünüşe aldanmayıp, kimsenin günahına girmemeliydi. Gönlü olunca, arasıra onlara çay servisi yapan güzel Neşe’nin de ilk kitabı yeni çıkmıştı.

Sık sık eşarbını düzelten Şadıman allak bullaktı. Ayhan, baştan sona meydan okuyor gibiydi. Adamdaki fütursuzluk, sıra dışı vaziyet huzursuz ediyordu. Vesveseye kapılıyor; uğursuz bir işaret sezinliyordu. Bir güzergâh, yol alışları değişmişti. Bir sınır aşılmış, çiğnenmişti. Muhafazalı dünyasında meşum tablolara, yakından şahit olmamış, hep uzak kalmayı tercih etmiş, ruhunun selâmeti için görmezden gelmişti. Hâlbuki şimdi bütün rezillik burnunun dibinde cereyan ediyordu. Ve o lâfla dahi müdahale edemiyordu. Dua etmese çıldıracaktı. Ruhunda oluştuğunu varsaydığı bir lekeyi ortadan kaldırmak için, her seferkinden daha ateşli namaza koşuyordu.

Netice Hanım, konuyu değiştirdi. İç çekerek, “Siz nerede namaz kılıyorsunuz? Ben yer bulamadığım için, bir türlü kılamadım” dedi. Üzgün gözüküyordu. Daha ilerde, Şadıman ve birkaç mütedeyyin kadın -içlerinde tesettürsüz hanımlar da bulunuyordu- bayan öğretmeni, yolları üzerindeki mescitlere, uygun yerlerde namaza çağıracaktı. Nasıl olsa, çeşitli sebeplerle herkes birbirini bekliyordu, ibadet için de birkaç dakika ayrılabilirdi. Kaldı ki dindar kadınlar, zamandan tasarruf için, sırasında yemek içmekten bile vazgeçiyordu. Netice Hanım’ın cevapları, onlara göre enteresandı: “Külotlu çorap giymiştim, pantolonumu çıkarması zor. Aslında çorabın üstünden de mesh alırdım ama.. Ahh keşke bir makas olsaydı. Çantanızda makas var mı, çorabımı keseyim de abdest alayım.” Ya da imayla, sanki mecbur eden varmış gibi: “Otobüstekileri bekletmeyelim, ayıp olur. Artık evde kaza edeyim.” gibi mazeretler beyan ediyordu. Sonradan kesin bir inançla ve haklılığına yüzde yüz inanarak; bol bol, numaracı türbanlı, çarşaflı kadınların, örtünün altında ne dolaplar çevirdiğinden bahsedecekti. Belli etmese de, Şadıman’ın ezber bozan, allâme sözlerinden, dini abartılı tavırlarından nem kapıyordu.

Manzaralı bir yerde, yeniden oturup dinleneceklerdi. Çoğu kişi, otobüsten hava almak için çıktı. Bacakları tutulanlar, beli ağrıyan, lavabo peşinde sıralananlar bulunuyordu. Sigara tiryakileri ilk inenler arasındaydı.

Temiz havayı ciğerlerine çeken Ayhan, uzun bir süreden beri şevkle titriyordu. Sabırsızca, öğretim üyesi Mümtaz’ın elinden çekti: Taşkın, “Gel Mümtaz, senden cin çıkaralım” dedi. Bilim kürsülerinin akıl danesi Mümtaz; sanki muhatap kendisi değilmiş gibi duruyor, olanları tuhaf bir sükûtla seyrediyordu. Belki her şey çok bildikti. Ayhan onun etrafında üç beş kişiyle bir çember oluşturdu.

Bu bir.. şaka değildi, hiç değildi. Ayhan kendinden geçmişti, garip bir tekerlemeydi söylediği. Coşkulu, şiir gibi sürekli bazı kelimeleri tekrarlıyor ve zıplıyordu. Otobüsün arka dolaylarından mimar Maya Hanım da, aşağıya inmiş, zevkle aynı teraneyi ezberden tutturuyordu. Ayhan’ın, kimileri üzerinde tartışmasız nüfuzu olduğu açıktı.

Otobüsün tek çocuğu Koray “Anne!” diye heyecanla koştu. “Ayhan Hoca bir Siruslu’ymuş!” Gülsen, ilkokul çağındaki oğlanı yatıştırmakta zorluk çekecekti. “Şaka maka!” dese. Fakat Koray ona yardımcı olacaktı. Çünkü çocuk, muzipçe bir şarkı mırıldanıyordu: “Öğretmenimm! Canım benim. Canım benim! Seni ben pek çok severim!”

Otobüsteki bazı kişilerde düpedüz, “Ne oluyoruz” paniği yaşanmıştı. Dışarıdan nasıl gözükürse gözüksün, kimse hareketlerinden pek bir şey anlamasa da; Ayhan’ın, şahsını, en azından bazı eylemlerini çok önemsediği aşikârdı.

“Tatlı hayat yoksulu” bedbin Ferit Bey, Rehber’in gösterisini, açık pencereden seyretmişti. Kelimeleri bir çeşit mantra gibiydi. Ayhan’da tam bir çeşit vecd hâli vardı. Tersinden de olsa, “Dersli” annesinin yüzünde benzer hâlleri görmüştü.

Ayhan, otobüsün merdivenlerini çıkarken içi içine sığmıyordu. Artık kimse onu tutamazdı. İnanamıyordu. “Yüce Büyük Kerizmatik” teşrif etmişler, emirlerini yinelemişlerdi.

Yolcular, bitkin gövdelerini otellerine güç bela attılar. Ertesi gün, gene durup dinlenmeden görülecek yerleri dolanmayla, gezi programını uygulayarak, nefes almadan geçti.

Akşamüstü dönüşte, Ayhan’ın keyfine diyecek yoktu. “Size istek üzerine bir şey anlatacağım” dedi. Cılız itiraz seslerini umursamıyordu. “Tuvalete gitmiştim. Kabinlerden birinin kapısını çaldım. İçerden iki kere ses geldi. Ben de ses verdim. Sonra meçhul kimse karşılık verdi, üç kere. Zart, zart, zart!. Kimmiş bu yarışmacı? diye meraklandım. Meğer içerden Dursun çıkmaz mı?”

Sabahki sözlerin rövanşıydı. Kimi kıkırdadı. Çoğunluk her zaman olduğu gibi, sessiz kaldı.

Dursun Öğretmen bu salvoya bigâneydi. Müzik açılmış ve hızlanmıştı. Orta Anadolu havaları çalıyordu. Dursun toparlandı, nihayet, “Balıkları hazırlayalım! Fenerbahçe şampiyon olmuş. Ben oynamadan duramam arkadaş!” dedi. “Fidayda, Konyalı” gibi türküleri kendi tarzında oynadı; futbol topunun içinde göbek attı.

Şimdi, ahlâk zabıtası bir kadıncağıza “İyi de kötüde yoktur, hepsi birdir” diyerek, tartışmaya son noktayı koyan Ayhan Bey de karşısına geçmiş, birlikte döktürüyorlardı. Bir ara, onlara göre pek ağır kalan müziği canlandırmak için havaya yükselmeye başladılar. Mazlum araç zangırdadı. Ses, son haddindeydi. Şoförün ricacısı geldi, müdahale etti, insaf buyursunlardı. Bu kadar inip binmeye, sıçramaya otobüs taciz olabilirdi. Ayhan anlamış gibi yerine geçti, Dursun golü onbeşledi.

6 numaralı koltuktaki, genç öğretmenlerden Selvi, müziğe tempo tutarak, yerinde duramadığını ilân ediyordu. Hocaların Hocası, oyunu keserek yanına geldi. Cana yakın “Hadi hadi!” dedi. Kız, bir iki dakika nazlandı. Fakat Dursun kararlıydı.

Sonra “genç öncü” ayağa kalktı, dar alanda bütün vücudunu titreterek oyuna başladı.

“Hah yavrum, gençlik güzellik bir daha ele geçmez. İnsan her zaman boşalmaz!”

Bir akraba ölümünün üzüntüsünü yumuşatmaya çalışan Remzi Bey, öfkesini içine attı. Bundan sonra kızı Nesrin’i dinlemeyecek, kafasının yatmadığı işe girişmeyecekti. Güya arkadaşı Nedim’le yoldaş olacaklardı. Nedim’in son anda mânisi çıkmış, Remzi’yi yalnız bırakmıştı. Asla divane kişilerle yolculuk etmeyecekti. Hele şu muallim bozuntusu! Utanmaz, hafif hareketleriyle tepki toplayan Dursun kendini evinde, hatta yatak odasında zannediyor; kâh zavallı türbanlı karısını kucağına yatırıyor, “Boya saçı sertleştirir, kınalı kadının başını okşaması güzel olur” gibisinden vecizeler yumurtluyor; kâh Ayhan’ı kışkırtıyor, söylemleri davranışlarıyla ona çanak tutuyordu. Arabaya bindiğinden beri kaçıncı vukuatıydı. Ne biçim öğretmendi akıl sır ermiyordu. Herhalde bütün gençlik idealizmi sönmüş, yalnızca “Ye iç eğlen, hayattan kâm al” derekesine dönmüştü. Kalbi sızlıyordu; şahsiyetli, dik duruşlu eski solcular nerdeydi?

Dursun fena zevklenmişti. Şimdi daha tutkuyla, koca gövdesini hareket ettiriyordu. “Ön ikii, arka taraf sıfır!”

Kız imrenerek, özene bezene oynadıkça çıldırıyordu: “Ön taraf üüç!”. Esasen dip taraftakiler de canına dişine takıp çalkalıyorlardı; fakat maalesef yeterince görünememenin tesiriyle olsa gerek cinleri tepelerine çıkıyor, ne yapsalardı, altta kalıyorlardı. Acaba tekrardan şeytan tüylü Ayhan Hoca, uzaylı taifesini çağırsa mıydı?

Kimliksiz bir ses duyuldu: “Vallahi azdılar. Başımıza bir gelecek var!”

Aman, Selvi fena kaynıyordu; sallanışları egemen cinste, kötü şiddetli bir deprem etkisi yarattı. “Organlar” uçuyor, konduğu yerde yapışıp kalıyordu. Genç olsa Dursun dayanamazdı. Selvi’nin uzuvları vantuzdu. Mesela yan sıradaki Kazım, göğsüne saplandı kaldı. Herhalde bir lâtif(in) merkezine, süratle seyahat da bir başka tatlı maceraydı.

Sabriye, sağdan soldan topladığı gazeteleri hırsla parçaladı. Gayretle, dansçı kocasının başına doğru fırlattı. Yazılı kâğıt pareleri; “iyi bir okuyucunun” üstünden geçerek, onu kutladı kutsadı.

Para yemiş, onurlanmış Dursun, deli gibi feryat etti: “Ön taraf döört, arka taraf birr!”

Puanlarını arttıran Selvi sevindi. Gururu okşandı.

Remzi homurdandı. ‘Şurada bi oturak âlemi yapalım’ dense, herkes hop oturur, hop kalkardı. Kadının bütün özgürlüğü “Diplomalı çengilik” için miydi? Üstelik oynama takıntısı, ister istemez sırf bedeni öne çıkarıyor, kadını kıt akıllı gösteriyordu. Kızı yaşındaki, kendini ortaya atmış tazeye acıyordu. Daha beteri ise; anlı sanlı devletlûların, şanlı siyasîlerin ikide bir “kıvırmaktan”, memleketteki “Kriz Masası’na” dahi uğrayamamalarıydı… Lâkin kızdırmaya gelmez, otobüsten alimallah şutlarlardı. Yaşlı adamın kimseyle uğraşacak gücü yoktu.

Selvi, pes ederek oturdu. Uyandırdığı alâkadan; kıskanç, arzulu, hatta gazaplı bakışlardan hoşnuttu. Bilhassa, derhal fark ettiği “komşu koltuktaki” genç Kazım’ın bakışları ve keskin heyecanı onu sevindirmişti. Arkadaşı pısırık, beceriksiz “Don Lale’yse”, bütün güzelliğine rağmen silikti, kimse varlığının farkında değildi.

Önce sıkılgan gözüken Kazım, artık rahatlamıştı. Yepyeni bir enerjiyle kıvranıyordu. Aslında Selvi’nin arkadaşı Lale’den hoşlanmıştı. Ancak kız ciddî bir şeydi, uğraştıracağa benziyordu. Teklifsiz bir tavırla, Selvi’nin kulağına eğildi; günün anlam ve önemine uygun sözler fısıldadı. Ama kız hazmetmedi: “Neden bana bu esprileri yapıyorsunuz be! Ben o kadar iğrenç miyim?”

Akrabası Zümrüt’ün vasıtasıyla, gezide yer alan Şadıman, Zümrüt’e: “Biz çatlak görüntüyü oluşturuyoruz.” dedi. Dernek, 18 Temmuz tarihindeki Sapanca gezisine 20 kişilik bir gurupla gitmişlerdi, çok da eğlenceli geçmişti. “Bundan sonra kalabalık gitmeyecekler; kendi kafalarına göre takılacaklarmış. Baksana ikide bir Siz geziyi nerden duydunuz? diye sorup duruyorlar.” Aslında haklıydılar. Onlar uyum sağlamıyor; hepi topu iki gün sürecek gezide ayrı başı çekiyorlardı.

Şadıman gezinin baştan plansız olduğu düşüncesine kapılmıştı. Kâh olmadık yerlerde konaklıyor, duraklama süresini uzatıyorlardı, kararları habire değişiyordu. Bir kopukluk, başsızlık vardı. Sabaha karşı eve varabilmelerine şaşmayacaktı. Keşke hayırlısıyla bir ulaşabilselerdi. Ayhan Hoca avenesiyle “Türkü Bar’a” gitmekten filan bahsediyordu. Zahir kafa çekeceklerdi. Çok “dolu” olan Netice Hanım konuşurken, vaktiyle Ayhan Bey’le bir kısım arkadaşlarının otele sarhoş geldiğini ağzından kaçırmıştı. Bereket, tahmin edemedikleri bir nedenle Ayhan bu konuda temkinli davranmıştı.

“Süreyya’nın Yeri’nde” duruldu. Karanlık basmıştı. Ayhan arkadan yaklaştı, Neşe’ye sokuldu, aniden sarıldı. Genç kız tedirginleşti. Fakat olacakları, şimdiye kadar engelleyememiş, hep serseri, ihtiraslı, sanki dünya dışı bir erkek gücüne boyun eğmişti.

Ayhan çocuksu bir sesle: “Ne olur, suratını asma. Söyledim ya, Cem’le konuştuk, kitabını filmleştireceğiz. Birazcık sabır!” dedi. İlişkiyi sonlandıracaktı ama Ayhan’ın çekiciliği ve vaatleri hiç bitmiyordu ki. O, özel bir varlıktı. Sonra ruhunda kapılmak, bulanmaktan lezzet alan, dolambaçlı bir yön vardı. Tereddüt ve şüpheleri örtülüp, erteleniyor; Ayhan ise, bütün mevcudiyetini mütemadiyen karıştırıyordu.

Ancak, gece yarısından sonra, şehirlerine varabildiler. Hemen herkesin bir yakını karşılamaya gelmişti. Zümrüt ile ağabeyi, Şadıman Teyze’yi evine bırakacaktı.

Ayhan Hoca tüm sevimliliğiyle; çantasını eline alan Zümrüt’e, “Gezilere beklerim. Ayrıca sana kitaplarımı okumanı tavsiye ederim” dedi.

Remzi Amca, damadının arabasına binerken, altından kalkamadığı bir hüzün duyuyordu. Tarihî koca şehir, “geri” kalmadığını, dünyayla uyum içinde bulunduğunu ispatlamak istercesine, bikinili özgür kadınların boy gösterdiği duyuru tahtalarıyla donanmıştı.

Dertleri depreşmişti. Bu ilkti. Kendisi gibi dinozorlar, tarihe gömülecek, gitgide mevcut tepkiler azalacak, şehir aslî hüviyetinden iyice sıyrılacaktı.

Derin bir ıstırapla, gözlerini kapadı, başı dönüyordu. Kentin çağdaş meydanlarında; kendini aşmış uygar kadınlarla, zemberekli erkekler fırıl fırıl dönüyor, büyülenmiş gibi biteviye dans ediyorlardı.


Diğer Yazıları