“Güzel derler, ama neye yarıyor sanki. Kin ve nefretten başka bir şey duymuyorum. Ağlamak bile gelmiyor içimden.”
Güzelin özlüğüyle, kin nefret gibi duyguların bağdaşmazlığını, tenakuz ve “çirkinliğini” düşündü. O yaşta bunu fark edebilir miydi?
“İnsan öğrendikçe acı çekermiş derler. Öyle. Daha neler öğrenicez bakalım?”
Halbuki inatçı Cehaletin, talebeliğin sonu gelmediği gibi, sınavların derslerin tür(lülüğ)ü bitmiyor. Sınıf atla(t)mak, yardım almaksızın güç. Mesele elenmemekte mi? Tamlığın adamı olamayacağımıza göre, hamlığımızı mı pişirmekte?Ya bazı taleb(elik)ler Sevgiliyse?
“Bir an evvel gitsek iyi olacak, bu pis yerden... Sanki “Tanzanya” pek hoşmuş gibi.. Bunalıcaz. Hem de çook. Yine acı çekeceğiz....”
Kimi ıstıraplar uzun sürelidir, nereye giderseniz gidin hiç tükenmez.. Çile yapışkandır, yakadan düşmez; hürriyet nazlıdır gelmez. Kader -İllallah- çekilmez.
Değişmez kaderini “yazmış çizmiş” öngörmüş bir kere. Acı yemeye kesin niyetli gözüküyor. Elinde bir ıstırap tespihi. Çek ( Allah çek!)
“Satırlar hep tereddüt, kuşkuyu simgeliyor. Ya dediğim gerçekleşirse.. Anlaşılmayacağız, yalnız kalacağız”. Doğ(u)ruyor kesiyor.
Durumdan emin, ama ümit etmek de istemiş.. Hayalleri bile korkulu. Gelgitli hislerini tahlil ve teşvik ediyor, hakkındaki “antika gerçeklerin” peşine düşmüş. Gidiyor.
“N’olacak.. gülen, sevinen insanların sevileriyle, hırsızlama duygularla yetiniriz. Sanki senin gibidir, mış miş yaparsın, zombi kalbini dağlarsın. Cam arkasından, dilin bir karış dışarıda mutluluk yalarsın.. Hep kıyıda, kuy(t)uda.. Asya-Avrupa yakasında..uzakta kalsan da...”
Bazen, en içinde olduğumuzu sandığımız şeyde, en ırak düştüğümüzü anlarız. Mesele, muhatabımızın uzaklığı değildir, bizim bizzat “mesafe” oluşumuzdur. Dolayısıyla “ara” daima açıktır.
Sıkıştırılmış, ara(f)da beklersin. Lahmacunla hamburger arası gidersin.. Bazı mis, bazı parfüm sürersin. Tahtarevalli kâh gökte, kâh yerde. Bir sağa, bir sola.. Titikaka! Tu kaka! Kaktırma!
Hırçınmış.. gazaplı.. bedenini gevşetip, rahat bir uyku çekemediğini hatırlıyor. İkide bir kapılara duvarlara çarpıp, patlıyor fısıyor.
Kayıplarını özlüyor. Dünya zamanlarında göremeyeceğini bile bile. Dertli, hicranlı.
“Zehra’nın, Pakize’nin aşkı benimde aşkım... Yok ya, sahi mi? Fitne fücur Kalbcazım hepinizde mi?”
Mahrumiyetleri -bir zafiyet belirtisi gördüğü için-kızdırıyor. Öfkeli. Cümleleri bile birbirine çatıp dövüşüyor; başlıca hücum sahası, şahsı.. Büyük, görkemli yoksunluklardan henüz haberi yok.
“Behey sersem! Kim Gelingüvey olmuş sevdalanmış; kim yitmiş ölmüş kalmış sana ne.”
Belki.. mevcudatı ayrımsız sevdiği zamanlar olacak(tı). Herhalde onlardaki külli bir Kudret’i, nâmütenâhi bir Varlığı sezinliyor; önem ve tercih, üstünde görme sırası değişiyor; bu duygu garip, özge bir aşk lezzetiyle birleşiyor(du).
Gerçek maledişler, sahipleniş ve değerlendirişler ruhundu; pekâla anlıyordu.
Her “suret” makbuldü.. her varlık hususi. Çirkinliklerin örtülüşüne, albenili bir yakarış, Yar(lı) bir bakış yeterdi.. Gök çekimli “fiiller” ne güzeldi.. Bilecekti.
Bir ruh tutukluğundan mahpesten kurtulabilse...
“Sen nice güzel günler göreceksin eminim. İnan bana. İlginçgelişmeler olabilir. Dayan Kırılma!(13.11.1986)”
Kehanet! Çarnaçar kendi kendini teselli etmeye zorlamış. Eline bir papatya almış, fal bakmış. Sarı-kara günler tek tek dökülmeye başlamış.
Dikkat etse, başka renkleri ve ardındaki renksizliği görecekti.. Papatyalar da güne güneşe bakardı ne olsa. “Çiçekleşip” semaya bir takılsa.
(...Bana seni sorsalar şöyle derdim. Bence dikensiz gülün hiçbir değeri yoktur. O’nu koparırken diken eline batmalı ki, çiçeğini daha çok sevesin.
Bir çocuk derdim bazı zaman, çocuklara has en sevimli hareketi yapar, sonra bazen çocuk gibi bir iki tokatlayasınız gelir, ama bilirsiniz ki tokatlasanız içiniz yine burkulacak, üzüleceksiniz.
Kocaman bir kadındır bazı zaman. Söylediği cümlelerdeki manayı çözemezsiniz bile. Çok olgun bir kadın gibi hareket eder. Ondan akıl almak ihtiyacını duyarsınız... Fakat yine de çocuk olarak kalmak ister hep... Ve artık büyümelidir.) (30.12. 86)
Çam kokusu; pencere pervazlarından, kavak hışırtılarından, şenlikli yemeklerden, yüzbin senelik tanışlardan, saadetli derslerden, gönül devletlerinden içeri süzülür ve karşı konulmaz bir istilayla “engelli hayatın” gözeneklerinden sızardı.
Bir zil sesiyle irkildi. Yüreğini doldurmuş coşkun bir rayiha dışa döküldü. Gözbebekleri kamaştı büyüdü.
Ona özel lâtif bir çam dimdik, kapıda bekliyordu. Kabuğu bile yemyeşildi.
Bir özbalı dışa taşmıştı. Bir özsu içe yürümüştü. Bir cereyan, sesleri, renkleri ve sihirkâr bir âlemi sürümüştü.
Elindeki çiçekleri uzatırken, ışıltıyla güldü:
-Senin için Gülnisa! Unutmadın ya!
Yirminci evlilik yıldönümü!
Kadın dedi ki gururla: “Senin yaprakların hiç dökülmezdi değil mi Süreyya.”