Sonunda gelmişti. Görmeyi çok istiyordu bu yeri. Ayakkabısını çıkartıp içeriye girdi. Büyük bir kalabalıkla karşılaştı. Namaz kılanlar, bir köşedetespih çekenler, rehberin anlattıklarını can kulağıyla dinleyenler, fotoğraf çekenler.
Betül yanında oğlu eşi ve ikizleriyle Ulu camiin kapısından girdiğinde arkadaşını hatırladı. Bir Cuma günüydü. Vaktinden önce gelmişti sıcaklar. İkindi vakti bir çay bahçesinde konuşmaya başladılar. Her ikisi de tatilde Bursa’ya gideceklerdi. Tatilde beraber olamasalar da Ulu camide buluşmak istiyorlardı. Sadece birkaç saatliğine de olsa. Yeterliydi onlar için. Heyecanlandılar.
Bursa’ya geleli beş gün olmuştu. Arkadaşının da bu şehirde olma ihtimali vardı. Telefonu bozulduğu için ona ulaşamıyordu. Numarasını da ezbere bilmiyordu.
Ulu camisinde buluşacaklardı. Şimdi buradaydı. Arkadaşı yoktu. Onunla beraber olmayı ne çok isterdi. Bu dileğini camiinin duvarlarına, tavanlarına bakarken akılda ona hatırlatıp duruyordu. Hatırlattığı için canı sıkılıyor, can sıkıntısına tamamen kapılmamak için camii hakkında anlatılanlara daha bir dikkatle dinliyordu.
Arkadaşının gözündeki parlaklığı, o heyecanını hatırlamak istemiyordu. Nasılda eminde arkadaşıyla burada buluşacaklarından. Şimdi o olmadan geziyordu. Duvardaki ayetlere, büyük zatların isimlerine bakıyordu. Ne güzel yazılmışlar. Özellikle Kabe resminin hangi yöne dönersen kapısının seni takip ettiğini görünce hayretini gizleyememişti. Kabe’nin ilk örtüsüne bakınca bir an arkadaşı gözlerinin önüne geldi. Bu hayreti onunla aynı anda yaşamak vardı. Sevinci parça parça olmuştu. Her parçasında can dostu vardı.
Daha şadırvanın olduğu yöne gitmemişti. Oğlu oralarda geziyordu. Başını çevirip oğluna baktı. Gözünün önünden kaybetmek istemiyordu.
Duvardaki vav harfine baktı. Kolunu çekip duran kızına rağmen gözünü alamamıştı. Dört vav harfinin küçükten büyüğe doğru yazılışı müthiş bir sanat eseriydi. Arkadaşı yanında olsaydı bu vav harfinin yazılışı üzerine yorumlar yapardı.
Yine oğluna dönüp baktı. Göremedi. Telaşlanmaya başlamıştı ki “anne” dedi oğlu. Arkasını döndüğünde heyecanla konuşmaya çalışan oğlu bir isim söyledi. İnanama bir an aklın semalarında dolaştı. Sonra bir sevincin ortasında kaldı. “Anne gördüm. Şadırvanın orada” dedi. Oraya baktı. Kalabalıkların arasında onu aradı. Birkaç kişi çarptı gözüne. Değildi. Bir bayan yana çekilince arkadaşını gördü. Şadırvanın önünde fotoğraf çektiriyordu.
Tam gitmeye hazırlanıyordu ki yanında duran ikizlerine baktı. İlkin ne yapacağını şaşırdı. Çocuklarla arkadaşının yanına gitmesi, konuşması zor olurdu. Hemen eşine döndü. Çocukları ona teslim etti. Dönüp şadırvanın olduğu yöne hızlıca yürümeye başladı. Şadırvana yaklaştığında arkadaşını göremedi. Sağa sola baktı. Az önce buradaydı. Tam kapıdan çıkmak üzereyken gördü. Koştu. Yetişememenin korkusu sardı bir anda vücudunu. Bu nasıl bir heyecan nasıl bir koşturmaydı. Yakaladı. Hiç sesini çıkarmadan elleriyle gözlerini kapattı. “Ben kimim?” dedi.
Bekledi bir cevap gelmesini. Gelmedi. Gevşedi elleri. Çekildi gayri ihtiyari. Bir soğukluk peyda oldu. Buz gibi esti. Ona dönüp bakan bir çift gözün yabancılığı yakaladı onu. Ela gözler kahverengi, siyah kaşlar gri olmuş. Can yakan tebessüm asık bir surata tebdil etmiş. “Deli misiniz?” Diyen öfkeli bir sesin arkasından baktı. Başka birinin gözlerini kapatmanın mahcubiyetine girmeden çevreye baktı. Yoktu. Yeniden camiye girdi. Deli gibi dört bir yana baktı. Belki sesini bu kalabalıkta duyurur diye ismiyle çağırdı.
**
Yanındaki bayanın camii hakkında anlattıklarını bütün dikkatiyle dinlese de arkadaşını hatırlamadan edemiyordu. Son bir kez şadırvanın önünde fotoğraf çektirdikten sonra çıktılar.
Yarım saattir camiinin içindeydiler. Namazlarını da eda etmek nasip oldu. Bu zaman zarfında bir kez daha arkadaşını telefonla aradı. Yine kapalıydı. Bugün Ulu camiye gelecekse onu bekleyecekti. Telefonunun neden kapalı olduğuna bir anlam veremiyordu. Sabahtan beri arkadaşını aklından bir türlü çıkaramamıştı. Dün gelmişti Bursa’ya.
Camiini arka taraflarını gezmeye başladılar. Bu esnada bir kez daha telefonla aradı. Neden telefonla onu sürekli aramaya çalıştığını anlamıyordu. Bu ısrar niye? Niye onu bu kadar derinden hissediyordu. Camiinin pencerelerinden birine dikkatlice bakmasını söyledi genç kız. Esma pencerenin demirine bakınca haç işaretini gördü. O esnada bir an daldı. Kalabalığın içinde her şey dönüyordu çevresinde. Bilinmeyen, görünür olmayan bir şeyin ortasında kalmış gibi hissetti kendini. Bayanın seslenmesiyle başını kaldırıp ona baktı. “Ne oldu?” diye sorunca “bilmiyorum” dedi. “Biri bu camide bana sesleniyor, beni arıyor. Biri ismimle çağırdı.” Etrafa baktı. Görünürde onu çağıran kimse yoktu.
Camide yavaş yavaş uzaklaşmaya başladılar. Tophaneye geldiler. Esma telefonun kapalı olduğunu bile bile arkadaşını aradı. Ulaşamadı yine. Bütün ruhuyla onu görmek iştiyakı artıkça artıyordu. Hakim olamıyordu bu duyguya. Neden camiden çıktıktan sonra arkadaşını bu kadar şiddetle hissediyordu? Burada buluşmayı istedikleri için mi? Sebep bu olabilir miydi?
Biraz gezdikten Tophaneden Bursa’ya kuş bakışı baktıktan sonra bir banka oturdular. Eli yine telefona gitti.
Misafir kaldığı eve gelmişti. Onu bugün sarmalayan o duygudan biraz uzaklaşmıştı. Betül’le çay bahçesindeki dileğinin gerçekleşmemesine üzüldü. Onu görseydi sıkı sıkı sarılırdı arkadaşına.
Ertesi gün yeşil türbenin tam önüne gelmişti ki telefonu çaldı. Betül’dü. Büyük bir heyecanla telefonu açtı. Selamdan sonra onu nasıl camide gördüğünü, nasıl kaybettiğini ve aradığını anlattı. Esma çok şaşırmıştı. Dün niye onu bu kadar şiddetli hissettiğini anladı.
Garip bir durumdu. Her ikisinin dileği tam olarak gerçekleşmemişti. Aynı anda camide olup birbirlerini görememişlerdi. Konuşmanın sonunda arkadaşı “seni uzaktan bile görmek güzeldi” demesi üzerine yüzünde tebessüm belirdi. Dostluğunu ona bahşettiği için Allah’a şükretti.