Menu
PERDE
Öykü • PERDE

PERDE


“Allahu ekber…”


Derin bir sessizlik…


Islak elleri kulak memesine değiverince.. ürperdi. Kâğıt mendil de tam bitecek zamanı bulmuştu.

Sessizlik büyüyor…

Hemen solundaki camda.. bir arı vızıldıyor. Dışarıya çıkmak için açık bir yer arıyor. Bulamıyor. Vızıltı, caminin sessizliğini deliyor…

Tam önündeki adamı birine benzetiyor. O mu, değil mi diye dikkat kesiliyor! İlk rükûda yüzünün sağ yanını hafif görebiliyor; benzettiği kişi bıyıksızdı, bunun bıyığı var.

Secdede, halının kokusundan rahatsız oluyor. Ön safta birinin çorapsız olduğunu fark ediyor; adamın abdest aldıktan sonra ıslak ayakla camiye girdiğini varsayıyor. Halının tozları da, terli alnına ve burnuna yapışıyor. Rahatsızlığı daha da artıyor.

Öğlenin sıcağı camide iyice hissediliyor. Klimalar kapalı. Bunalıyor.

Mihrabın yanındaki saate gözü kayıyor; 13:36.

İmam da biraz yavaş mı ne? Bekleyen işler düşüyor aklına…

Bugünkü ödemeyi yapabilmişti.

Yarın ki çeki hatırladı. Meblağı da bir hayli yüklü; nasıl halledeceğini düşündü.

Şu yazlığı almasaydı iyiydi ya; almıştı bir kere. Hanımı çok istemişti de kıramamıştı. Üst kat komşuları Canan hanımlar almış, çok memnunlarmış… Hem onlar gibi orta halli birileri alabiliyorken, kendileri nasıl alamıyormuş! Almışlardı almasına ama; çok sıkıntı oluyordu ödemeleri. Banka kredileri… Ay dediğin otuz gün; hemen geliveriyordu. “Bari şu jipin taksiti bitince alalım” demişti de, dinletememişti. ‘Alınmış, alınmıştır. Elimizde malımız bulunsun’ diye geçirdi aklından. Ayrıca güzeldi yazlık. Tam da yerindeydi hani. Her yere yakın. Sahile sıfır.

Şu taksitleri bitirince hemen hacca yazılacaktı. İşler de biraz açılıverseydi…

“Es-selâmü aleyküm ve rahmetullah.”



“Hoş geldin. Yemek hazır, hemen oturalım istersen.

Boş ver çocuklar dışarıda yemiş. Tutturma yine, “birlikte yemek önemlidir, aile olmak böyle bir şeydir” diye. Yemişler işte. Otur sen.

Buyur; afiyet olsun.

Ne olsun? Günlük ev işleri işte. Sen neler yaptın?

Sıkma canını. Önceki ödemeleri nasıl yaptıysan bunu da halledersin. Yarın ola hayrola…

Bu gün üst kattaki öğrenci kızlar çağırdı yine. Komşular falan oturduk. Bir bayan geldi. Namazdan, infaktan, zekâttan falan bahsetti. İhtiyaç sahibi öğrenciler varmış. “Onlara yardım etsek” dedi.

Sabah bıraktığın parayı olduğu gibi veriverdim.

Yo, hiç de çok değil.

Biliyorum sıkıntılarımız var ama; Canan hanımdan az veremezdim herhalde.

Zekâtımız olsun canım. “Kırkta bir cimri zekâtıdır” dedi gelen bayan.

Biz ne kadar veriyoruz?

Aman! Bana ne.. sen halledersin nasıl olsa…

Bak aklıma ne geldi; yeni bir site yapılıyormuş; oradan bir daire alsak mı ha?”



Camiden çıkarken, eşik mermerine gözü takıldı. Mermeri aşındıran ayakları düşündü; ‘şimdi ne haldedirler acaba” diye geçirdi akından. Hiç bitmeyecek gibi duran, devam eden işlerini hatırladı ve hırslarını; hep yenildiği…

Yanılıyor muydu?

Her gün yeni perdeler; anlamak istedikleriyle; anlamlandırmaya çalıştıklarıyla arasına giren...

Kendisini çaresiz hissediyordu; kafası karmakarışıktı…

Camideki arı hâlâ vızıldıyordu kulağının içinde…

Bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordu; asıl mesele bu muydu? Yanlışı bilebilme, ondan dönebilme… Bu da geçer miydi?

İkilem!

Doğru ile yanlış arasında gidiş-geliş, gidiş-geliş…

Dünya, denî dünya…

Sonra dönüp bakınca, boşa geçen yıllar… İlerlediğini sanırken, hep aynı yerde sayıp durmalar…

Çınarın gölgelediği banka yöneldi, biraz serinleyip deniz havası almak iyi gelebilirdi. Bankın üzerindeki kuş pisliklerini görünce sinirlendi. “Oturacak temiz bir yer bile bulamaz olduk” diye söylendi. Pislikleri şöyle bir inceledi. Kuru olduklarını anlayınca, elindeki gazeteyi serip üzerine oturdu.

Bazen durup dururken böyle oluyordu işte. İçinde; bir şeyleri yanlış veya eksik yaptığına dair bir duygu rahatsız edip dururdu; ama bir türlü bulamazdı nedenini; bulamıyordu!

Gün geçtikçe artıyordu soru işaretleri… Oysa o, cevaplar bulmak istiyordu. Yeni soruların peşinde koşacak takati yoktu; huzur istiyordu; genişlik… ferahlama…

Eksik olan; yanlış olan..

doğrular..

yaptıkları..

yapması gerekenler…

Düşündükçe, doğrularıyla yanlışları arasında yaşadığı gidiş-gelişler hızlanıyor ve her şey birbirine karışıyordu.

“Aman; adam sende” dedi kendi kendine. Yeterdi kendisine eziyet edip durduğu. Yoldan geçen insanlara baktı. Kimse kafasına takıp durmuyordu böyle şeyleri. Yaşayıp gidiyorlardı işte. Ne diye büyütüp duruyordu ki? “Biz de müslümanız elhamdülillah, namaz kılıyoruz, bolca da zekat veriyoruz işte.. daha ne olacak?” diye geçirdi akından.

Sanki bir kendisi vardı dünyada; bunları düşünecek başka adam kalmamıştı; “bak keyfine” diyerek rahatlamaya çalıştı.

Yarınki ödeme geldi aklına yine… “Bu kadar sıkıntının arasında kafama taktığım şeylere de bak” diye söylendi.

Elinde kâğıt mendil paketleri olan bir çocuk yaklaştı yanına; “abi bir mendil alsana; yirmi beş kuruş abi” diye elindekileri satmaya çabalıyordu.

“Hadi git işine evladım, zaten canım sıkkın” diyerek tersledi çocuğu. O ise kararlıydı. İlla bir mendil satacaktı ona; “abi yirmi beş kuruş abi, ne olacak alıver bir tane” diye nerdeyse yalvarıyordu. Yine terslenince, yapacak bir şey olmadığını anladı; çaresizce uzaklaştı.

Tam kalkacakken, çınara tünemiş bir karganın azizliğine uğradı. Sol omzuna.. şappadanak…

Gömlek berbat olmuştu. Mendil arandı.

“Mendilci, mendilci.”

Henüz meydanı terk etmemiş olan çocuk koşarak geldi. Hazırladığı yirmi beş kuruşluğu çocuğa uzatıp bir mendil istedi. Çocuk at nalı gibi kuş pisliğini sol omzunda gördü.

Uzatılan parayı aldı. Baktı; yirmi beş kuruş; “bu yetmez abi, mendiller bir lira.”



“Yahu hanım; sen neden laftan anlamıyorsun? Sıkıntılarımız var biliyorsun!

Hadi tamam sabah bıraktığım parayı verdin, onu anladık; o kadar perde kaç para tutar haberin var mı?

Söz verdiysen verdin ben anlamam, yarın bir sürü ödemem var benim.

Jipin taksitleri bitmeden bana yazlık aldırdın. Şimdi de bunlar çıktı…

Kim bu insanlar; doğru dürüst tanımıyorsun bile…

Eski giysilerden yap bir paket ver, nelerine yetmiyor. Bu günkü gömleği de koy içine; bir daha giymem nasıl olsa; onu gördükçe aklıma kargalar gelir…

Kadın öyle demiş olabilir; hem ne malum canım. Teraziyle mi ölçüyorlar, kırkta bir falan. Hem zekât fazla olandan verilir benim bildiğim. Bizim fazlamız yok; eksiğimiz var. Yarın ödeme için bir sürü borç aramam lazım.

Bana bak; seni kafaya aldılar kandırıyorlar galiba.

Bilmem bana öyle geldi.

Öyle dört perdeye ne çok laf ettiğimi falan bırak. Bu gün dört perde, yarın bir bakmışsın koltuk takımı oluvermiş.

Valla biz de namaz kılıyoruz, camiye gidiyoruz; her Cuma vaaz, hutbe dinliyoruz ama böyle şeyler duymuyoruz.

Yok, öğrencilere yardım etmeli, sahip çıkmalıymışız; eğitim çok önemliymiş; fakirler topluma emanetmiş… Ne malum doğru yerlere harcadıkları, cebe atmadıkları.

Neyse, neyse…

Beni oyalayıp durma; neredeyse akşam namazının vakti geçecek…”

(Aşkar – Mayıs/Haziran 2010)

AKİF

Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi.  Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)  

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları