Menu
özgürlüğün hapsi
Öykü • özgürlüğün hapsi

özgürlüğün hapsi



-Ah dedi, bu çocukla ne yapacağım, bu çocuğa yazık olacak, garibim içerde olacak hep, dışarıyı görmeyecek, dışarı nedir bilmeyecek…

Ta ciğerinden kopup gelen yankıydı bu sözler. İçi yanıyordu, gözlerinden süzülen yaşlar, çocuğunun üzerindeki yavruağzı renkli, tüyleri kocaman battaniyeyi ıslatıyordu.

-Ah dedi kadersiz çocuğum, bahtsız yavrucuğum, hapishane kuşum…

Minik çocuk, olanlardan habersiz bir şekilde, anasının kucağında girdiği koğuşa anlamsız gözlerle baktı. Herkesi süzdü teker teker. Kadınların gözü hep çocuktaydı. Çocuk bir çığlık attı. Herkes şaşırdı. Koğuştaki kadınların şaşkınlıkları cümlelere yansıdı:

-Ah, dedi birisi. Çocuk içerde olduğunu hemencecik anlayıverdi.

-Yavrucak dışarı yüzü görmeyecek onun için ağladı.

-Kadersiz çocuk, kadersizliğini anladı…

-Dışarıyı özledi zahir…

Yeni hayatına çığlıkla başladı tıpkı dünyaya gelişinde olduğu gibi. Kadın, ranzanın üzerine oturdu. Etrafındakilerin konuşmaları bir tünelden gelen uğultulardan, lakırdılardan başka bir anlam ifade etmiyordu. Sadece boşlukta olduğu hissi onu sarmalıyor, bazen karanlık, zifiri karanlık onu sıktıkça sıkıyor boğacak gibi oluyor, boğulma hissinin kendi için kurtuluş olduğunu düşünüyor, sonra vazgeçiyor, çocuğunu sıkıca kucağına bastırıyor, üzerine eğiliyor gözyaşlarını battaniyesine akıtıyordu.

Koğuştaki kadınların soruları bitmiyordu. İçinden “Yeter susun!” diye bağırma isteğini bastırıyor, sabır çekiyor bilmem kaçıncı defadır. Sorulara verdiği cevapların arasında kafasındaki fikir mücadelesi devam ediyordu: “Keşke yapmasaydım. Şu sabi için yapmasaydım. Hayatı dört duvar arasında geçecek. Yazık ona…”

Ama o da yapmasaydı. Defalarca uyarmıştım. Gözü dışarıda olmasaydı. Onun bunun karısına kızına sarkmasaydı. Evinin sahibi olsaydı, namusunu bilseydi, namusunu korusaydı, namussuz…

Yaşamaya değerdi dünya içerde de olsa, dışarıyı görmese de. Minik yavrusu için yaşamalıydı, katlanmalıydı. Yaptığından pişman mıydı, değil miydi karar veremiyordu.

Kan kusuyordu. Dayanamıyordu. Tahammül sınırlarını çoktan aşmıştı. Yaptığı kırkı geçmişti. Bu kadarı da olmazdı. Namus önemliydi. Öyle öğrenmişti. İnancı da bu gerçeği, işaret taşı gibi ortaya koyuyordu. Dayanamamıştı işte. Yine o kadınlaydı. Üstelik kendi evindeydi. Ne yapacağını şaşırdı, şaşaladı, baktı kaldı, buzdan bir heykel gibi oldu. Hâlbuki kaçıncı defa olmuştu verdiği sözler… Çaresi kalmadığını düşünmüştü. Olan olmuştu işte…

İçeri girmesinin üzerinden yıllar geçmişti. Çocuk artık koşturuyordu. Maskotu olmuştu tüm hapishanenin. Duruşma için, hastane için hapishaneden çıkanlar hep dışarı çıkacağım, derlerdi. Artık dışarının onun yanında farklı bir anlamı vardı. Fatma teyzesi dışarı çıktığında simit getirmişti ona. Dışarının simit olduğunu anladı. Bir başkası balon getirmişti de dışarı balon mu, diye soruvermişti. Öteki de küçük bir oyuncak ile geldiğinde dışarının oyuncak olduğunu anlaması zor olmadı. Dışarı neydi? Bir oyun muydu, oyuncak mıydı?

Dışarıyla ilgili birçok şey anlatılmıştı kendine. Hayaller, evler, eşler, çocuklar… Hepsi dışarıydı bunların. Onun içinse hapishane avlusundan görebildikleriydi dışarı; mavi gökyüzü, kuşlar, bazen uzaklarda görünen bir uçurtma, bulut, yağmur, kar…

Uzun zaman geçtikten sonra bir gün dışarı çıkma sırası kendilerine geldiğini konuşmalardan anladı çocuk.

Görgülü, güngörmüş bir kadın olan Raziye, kadına öğüt veriyordu:

-Üzülme kızım. Adamı mezara gönderip namusunu kurtarmışsın. Bundan sonra namusunu korumaya devam et. Çocuğun için yaşa. Dışarı seni bekliyor bütün zorluklarıyla…

Dışarının zorluk olduğunu öğrenmesi beklentilerini değiştirdi belki de çocuğun. Kapıdan ellerindeki çanta ile çıkarken etrafına bakındı:

-Dışarı bura mı anne, dedi.

Annesi derin bir iç çekti:

-Belki burası, belki değil, dedi.

Çocuk bu gizemli cümleden bir şey anlamadı. Annesine baktı. Annesi konuşmasını sürdürdü:

-Evet, dedi dışarısı diye buraya diyorlar. Ama belki de dışarısı kabirdir, belki de ahret; cennet cehennem…