Menu
ÇOBAN
Öykü • ÇOBAN

ÇOBAN

Kafası çok karışıktı. Doluya koysa almıyor boşa koysa dolmuyordu. Darmadağınık bir düşüncenin esiri olmuştu. Kurtulmak istiyordu. Çıkar yol bulamayınca, kışın göz gözü görmez sisin içinde kalmış hissinin cenderesinde sıkıldıkça sıkılıyor, soğuk iliklerine işliyor gibi oluyordu.

Rüyalarındaki tam olarak belli olmayan görüntüler de kendine bir işaret vermiyordu. Ama mutlaka bir yerinden tutmalıydı. Bunca insan aç, sersefil, bunca insan aç; kültür ve irfan yoksunuyken hiçbir şey yokmuş gibi davranması, hayatın süslü yollarında koşması zoruna gidiyordu. Terbiye etmeliydi nefsini. Bununla kalmamalıydı başkalarını da düşünmeli, onlarla birlikte hayatın acı gerçeklerini tatmalıydı.

Elindeki parayı ne yapacağını, nasıl değerlendireceğini bir bilse; gerisi kolaydı. Ama olmuyordu işte.

-Bir kütüphane kurmalıyım, dedi çoğu kez. Herkes kitapları okur, bilgilerden yararlanır, doğruyu, güzeli bulmak için bilgi donanımını sağlar…

Bir Kuran Kursu yaptırmak fikri, hiç yabancı olmadığı düşüncesinin çağrışımıydı zaten…

Belki de okul…

Yok yok insanlar aç sersefil, yokluk ve kıtlık var, en iyisi onların karnını doyurmak…

Doyursaydı, elinden alan mı vardı sanki? Kütüphane kursaydı, ona kütüphane kurma diyen birileri hiç olmadı. Okul da öyle, Kuran Kursu da…

Günlerce bu karmaşık fikirlerin tutsağı olmuş gibi gezindi durdu.

-Kalk! dedi birisi. Ne yatıyorsun? Yatma zamanı değil şimdi.

Neye uğradığını şaşırdı. Gerçek gibiydi. Yok canım gerçek olamazdı. Kime neydi onun parasından? Parası, malı ve mülkü kime neydi ki…

Bir başkası mıydı, aynı ses miydi anlayamadı. “Parayla koyun al!” diyordu.

Etkileyiciydi, sarsıcıydı.

İrkildi.

Kendine geldiğinde sesin kendisini ne kadar etkilediğinin farkına vardı. Titriyordu. Bir süre derin nefesler aldı. Yatağının ucunda dizleri üzerinde olanları düşündü.

-Bana neler oluyor böyle? dedi kendi kendine. Sonra da kendini suçladı. Dünyalık peşine düşersen, yakalamak için koşarsan olacağı buydu, dedi.

Kendi kendini teselli eden cümleler kurmada gecikmedi.

-Ama, dedi benim niyetim temizdi…

Bir süre sonra bunun kendisi için bir uyarı olduğunu düşündü. Bütün parasına koyun almaya karar verdi.

-Belki, dedi uzun zamandır beklediğim yol bu, bana bir işaret…

Diyar diyar dolaşıp parasının son kuruşuna kadar koyun satın aldı. Aklına koyunların ölebileceği, kaybolabileceği, zarar edebileceği hiç gelmedi.

Bunca koyun için bir çoban lazımdı. Her yere, herkese haber bıraktı.

-Bana bir çoban lazım, koyunlara bakacak, onlara sahiplenecek…

Günler geçtikçe çoban bulma ümidi tükendi. Bu kocaman sürüyü otlatmak öyle kolay olamazdı. Kendi kendine seslendi:

-Senin neyine sürü oluşturmak. Gül gibi dünyan vardı. Şimdi çomak elinde düş yollarla, sür dağlara…

Evet artık bunca paranın sahibine düşmüştü çobanlık yapmak.

-Çobanlık, dedi birkaç kez.

Sürüyle birlikte dağlara çıktığında çoban olmanın ne demek olduğunu anladı. Orada anladı dağı taşı, kurdu kuşu, çiçek böceği, otu çöpü, samanı sapı…

Bunlar neden vardı? Her şeyin derinliğinde bir fikrin, bir amacın, bir hedefin olduğunu anlaması uzun sürmedi. Düşündü ve insan olmanın ne demek olduğunun farkına vardı…

Güneş doğuyor yıldızlar batıyor, dünya dönüyor mevsimler bakıyor, gece gündüz birbirini tutmak için koşuyor…

Hüthüt kuşunun sıcakta yankılanan sesine ne diyeceksiniz? Belkıs’ın tahtının hasretiyle mi çınlıyor, anlayacaksınız.

Ya akşam serinliğinde ötüşen çekirgelerin insanın yüreğine neler fısıldadığını, bu zamanda orada olmak ve anlayabilmek…

Her şeyin görevini yerine getirebilmek için çabalayıp durmasının farkına varmak…

Yalnız kalmak ve düşünmek, düşünebilmek…

Kafasını meşgul eden dünyalıkların hepsinden uzakta, sakin bir kafayla varoluşu anlayabilmek…

Artık çobandı. Dağdaydı ve tefekkür halindeydi. Koyunların yürüyüşünden nelere ihtiyacı olabileceğini kestirmek gibi bir yeteneğini çabucak geliştiriverdi…

-Peygamberler gibi dedi, birkaç defa.

Aklına Musa peygamber geldi. Çobanlık yapmış ve Hz Şuayb (as)'a hizmetçilik etmişti. Hz. İshak ve Hz. Yakup ( as) da sürülerin peşinden gitmişti…

Evet önemliydi çobanlık yapmak/yapabilmek…

Yaşadığı hayata tam alışmışken bir gün biri çıkageldi. Kimdir, nedir, necidir? Kimsenin bilgi sahibi olmadığı biri, sürünün sahibi olan Yakup’u sordu.

Bir akşam vaktinde Yakup’un evine gitti. Selam verdi. Destur istedi. Başıyla saygı gösterisinde bulundu.

-Çoban aradığını duydum, dedi.

Yakup çok şaşırdı. Artık ümidini çoktan kesmişti. Kendi sürüsüne çoban olmaya da karar vermişti.

-Uzun zaman önce çoban aradım. Bulamayınca kendim başladım…

-Yani bana ihtiyacın yok mu artık?

Adam iri yarı yapısı, uzamış sakalı, başındaki sarık ile dikkat çekiyordu.

-Dur hele, dedi. Otur konuşalım. Sen misafirimsin. Ye, iç, dinlen sonra ne yapacağımızı düşünürüz.

Adam söyleneni yaptı. Kendine gösterilen yerde dinlendi.

Ertesi gün sabah ezanı okunurken ağılın kapısındaydı. Koyunlara bakıyordu sürekli sonra yıldızlara…

Seherin serinliğiydi onu dışarı çıkaran.

Yakup da dışarı çıkınca iki insan göz göze geldi. Hiç konuşmadılar. Sadece baktılar ve sustular. Sustular ve baktılar.

Çoban olmak için gelen adamın gözlerinde bir derinlik vardı. Çok ilginçti. Yakup adamın gözlerinde kayboldu gitti. Başka bir âlemdeydi sanki. Konuşursa; içinde bulunduğu büyülü halin yok olacağından korktu ve sustu.

Nice bir zaman sonra ikisi de kendilerini secdede buldular. Sabah namazını kılıyorlardı. İmam olmuştu adam. Yakup da arkasında namaz kılıyordu.

Eller semadayken uzaktan horoz sesleri ve köpek ulumaları kulaklardaydı. Koyunların melemeleri arttıkça ağılın içine girme vakitlerinin geldiğini düşündüler.

Yakup ağılın içini turladı her zaman yaptığı gibi. Arkasından da yabancı adam gezdi ağılı. Yakup, ağıldaki durumu anlatıyordu durmadan.

Yabancı artık çoban olarak kabul edildiğini biliyordu.

-Çobanlık işi, dedi sessizce…

-Ben sana çoban olmak istiyorum. Bunu yapmam gerekiyor. Hatta ücret bile istemem. Senin hizmetinde olmam beni rahatlatacak. Ne olur beni kabul et.

Yakup düşüp bayılacaktı nerdeyse. Adam adeta yalvarıyordu. Hizmet etmek istediğini haykırıyordu. Üstelik ücret istemem şuracıkta kıvrılırım, geçinir giderim, diyordu. Böyle bir şey olamazdı. İnsanlar karşılıksız hizmete talip olabilirler miydi?

Yaşadıklarından ürktü. Kendisinin bunu hak edecek biri olmadığını düşündü. Aklına kırk türlü düşünce geldi gitti. İnsan olarak neler akla gelebilecekse; hepsi meydana çıktı.

Olduğu yere yığılmamak için bir ardıç ağacının üzerine oturdu. Başını iki avucu arasına aldı.

-Aman Allah’ım neler oluyor böyle, dediğinde yanancının lahuti sesi duyuldu.

-Ne zamandır rüyamda; senin sürünü gütmek için uyarılıyorum.

Bu sözleri duyan Yakup artık nefes alamaz duruma düştü. Şimdi gidecek son nefesini verecek ve dönülmez yolun ucundaki yürüyüşüne başlayacaktı.

Yabancı elini Yakup’un omzuna koydu.

-Kalk, dedi. Senin yapacağın güzel işler olacak. Ben sana hizmet edeceğim. Sen de…

Yakup arkasını bekledi.

Cevap gelmedi.

Sadece sessizlik vardı seherde.

Yakup sarsılmıştı. Sendeleyerek kaktı. Birkaç adım attı. Arkasından da yabancı yürüdü. Konuşamadan eve girdiler. Kahvaltı sofrası hazırdı. Oturdular.

Yemek sırasında yabancı,

-Buyurun, dedi ne isterseniz söyleyin. Ben istediğinizi yapacağım…

Yakup gözlerini kaldırdı, adamın ateş parçası gibi gözlerine baktı:

-Ne isteği, dedi. Sen istediğini yapabilirsin…

Yabancı ısrarla tekrar aynı soruyu sordu.

Yakup:

-Sabah erkenden otlatmak için sürüyü götür. Otlattıktan sonra akşam sonu ağıla getir…

Yabancı,

-Elbette, dedi. Nasıl istersen. Artık benim görevim bu. Bu sürüye sahip çıkmak. Bu sürüye sahiplenmek… Ve en güzel şekliyle görevi yerine getirmek…

Tam kalkmış giderken başını, sofrada uyuşuk bir şeklide oturan Yakup’a çevirdi:

-Ya senin görevin? dedi.

Yakup, ne yaptığını bilmez halde ayağa fırladı

-Ne olur söyle sen kimsin? Neden böyle gizemli konuşuyorsun? Sen sadece basit bir çoban olamazsın…

Çoban arkasına bile bakmadan çıkıp gitti.

Yakup oturduğu yerde defalarca kendini sorguladı. Yabancının sorduğu soruyu tekrarladı durdu:

-Ya senin görevin? Ya senin görevin…

Sahibine karşı bir görevi olmalıydı.

Biliyordu.

Kalktı, köşedeki sehpanın üzerinde duran Kuran-ı Kerimi aldı. Duvara sırtını vererek olduğu yere dizleri üzerine çöktü. Bir sayfa açtı. Okudu, okudu… Müminlerin özelliklerini okuyordu. Tekrar tekrar okudu. Bu özelliklerinin hangilerine sahipti, düşündü…

Gerçek sahibin istekleriydi önemli olan… Müminlerin özellikleri…

Onlar: emanetlerine ihanet etmezler. Söz verdiklerinde sözünde dururlar  Zekâtlarını hakkıyla verirler. Yolda kalmışlara yardım ederler. Yakınlarına(akrabalarına)yardım ederler. Yolda kalmışlara ve hastalara yardım ederler,  yoksullara ve esir düşenlere yardım ederler. Zorda, darda ve savaş anlarında sabrederler…

Yakup daldı gitti…

İçindeki sevinç hisleri, durulmayan düşüncelerinin esaretinde kaldı. Boğuldu. Sıkıştırıldı. Canı sıkıldı. Bir çıkış aradı. Bulamadı.

Tekrar Kuran okumaya başladı.

Okudu…

Kulaklarındaki öğle ezanıydı. Kendine geldiğinde içi rahattı. Ne yapacağını bilemese de içinde bir huzur vardı. Kalktı. “Elhamdülillah” diyerek birkaç yudum su içti.

Evden çıkarken birkaç kez ağıla baktı. Kapı sonuna kadar açıktı. Geri döndü. Ağılın kapısını sıkıca kapadı. Yeni çobanının akşam gelmesini sabırla bekledi. Vakit geçmiyordu. Başına bir sıkıntının gelebileceği düşüncesine kapıldığında yabancının tavırlarından ürktüğünü hatırladı.

Bekledi…

Beklemek ne kadar zordu böyle. Meyveler de bekleyerek olgunlaşıyordu. Beklemek gerekiyordu zor da olsa…

Akşam ezanı sonraydı…

Sürünün çan sesleri duyuldu. Kırk yıllık hasretle beklenen birine kavuşma sevinci vardı içinde. Kıpır kıpır bir çocuk gibiydi.

Koştu karşı tepenin önüne doğru. Karşılamak istedi çobanını.

Çobanla karşılaştığında yüzü güldü. Çoban hiç yüz vermedi. Sadece “aleyküm selam” dedi.

-Nasıl geçti, diyerek konuşma isteğiyle yanıp tutuştu.

Yabancı sadece:

-Yorgunum, dedi.

Yürüdüler.

Çoban sürüyü ağıla koydu. Yakup, çobanı misafir odasına davet etti. Çoban çok konuşmadı. Birkaç kelam etti.

-Teşekkürler, dedi. Benim gibi bir adam için orası çok, bana şurası yeter, dedi.

Bir gün önce ağılı gezerken gördüğü dipteki küçük odaya yürüdü.

Yakup itiraz etti.

-Orası insan için değil, dedi.

Yabancı,

-Bana yeter, dedi.

Yürüdü. Kapısını açtı.

Yakup bir hata yaptığını düşünerek üzüldü. Üzüntü içinde eve koştu. En güzel, en yeni battaniyelerden iki tanesini kaptığı gibi ağıla yöneldi. Kapıyı çaldı:

-Battaniye getirdim sana, dedi.

Çoban kapıyı açtığında gördüğüne inanamadı. Küçük odaya eski bez ve kilim parçalarını çoktan sermişti.

Battaniyeler elinde kaldı Yakup’un. Bir şey diyemedi.

-Senin içindi, dedi.

Yabancı, tekrar gerek olmadığını, bunları hak etmediğini, söyledi.

Yakup, oracığa öylece oturdu. Koyun gübrelerinin arasında düşüncelerinde kayboldu. Kendisini neyi hak edip hak etmediği konusunda sorguladı. Varlık içinde yokluk muydu yaşadığı, anlayamadı. Varlığın mal olmadığını mı düşünmeliydi, bilemedi.

Düşündü…

Kendisini eğitmek için gelen birisi gibi düşündü çobanı. Çobanın konuşmalarından kendini eğitmek için çabaladığını gördü. Sanki inzivaya çekilmek için gelmişti. Belki de zengin biriydi…

Artık soru sormaya da çekinir oldu. Beklemediği cevaplarla şaşırmaya devam etti. Koyunların dağdan besili şekilde dönüşü onu fazlasıyla memnun etti. Çoban işini savsaklamadan yapıyordu. Koyunlardan elde ettiği ücret kat be kat arttı.

Çoban, herkese her gördüğüne selam veriyor, güzel sözler söylüyordu. Herkesin sevgisini kazanması uzun sürmedi. Halk arasında çobanla ilgili konuşulanlar çoğaldı. Kimisi veli, dedi kimisi deli… Her ikisi için de gerekçeleri vardı. Yakup’un çobanı ücret istemeden sürüleri güdüyormuş sözünden sonra akla gelen düşünceye bazıları pek aldırmadı. Onda deruni bir yön aradı ve buldu. Onlar çobana yakın olmak için uğraşıp durdu. Gönüllerinden ona yol bulup akmayı denediler.

Yakup, çobanla olan zamanlarında huzur bulup düşüncelerinde çok farklı açılımlar sağladı. Ondan etkilendi. Anlatamayacağı çok şey öğrendi.

Bir akşam dönüşüydü. Selam verdi Yakup’a.

Yakup nezaket doluydu. Selamını aldı.

-Bak kardeşim, sana bir şey tavsiye edeceğim…

Yakup heyecanlandı. Ufkunda bir açılım sağlayacağını hissetti. Yine gizemli birkaç cümle bekledi.

Çobanın konuşması çok kısa ve netti.

-Koyunlarını sat!

Yakup ne diyeceğini bilemedi. Sustu. Bir süre sonra seslendi:

-Sen ne olacaksın o zaman?

-Hiçbir şey. Ben zaten bir hiçim. Yok olabilmek için yaşıyorum…

“Hayır” demek geçti içinden. Diyemedi. Sustu.

-Ne zaman? dedi.

Cevap gecikmedi:

-Yarın, hemen…

Yakup sürüye alışmıştı da… Aslında kendine çok şey öğretmişti…

“Hayır” diyemedi. Sabah kadar düşündü. Bir çobanın sözüne bakıp bütün varlığını kaybedebilirdi.

Ertesi günü birlikte pazarın yolunu tuttular. Yolda “neden” diye sormak istedi, soramadı.

İlk gelen alıcının gözleri fıldır fıldırdı. Açıkgöz birine benziyordu. Satın almak için çok çabaladı. Koyunların semiz olması onu celbetmiş, çok para kazanacağını anlamıştı. Yakup pazarlığa başlarken çobanın gözlerine baktı. Çoban satma diyordu, verme…

Ama sat diyen sensin, diyecek oldu, vazgeçti.

Pazarda düzgün kıyafetli biri geldi sürünün başına. Çobanın gözlerinden anladığı hemen sat, hiç tereddüt etme oldu.

Alıcıya “buyurun” dedi.

Adam sürüye ne kadar para vereceğini söyledi. Yakup hiç düşünmedi.

-Tamam, dedi.

Adam sürünün parasını adamdan teslim alırken sürü çoktan hareket etmişti.

Bunda da var bir hayır, cümlesiydi ağzından dökülen.

Eve dönüş yolunda Yakup, dua dolu sözlerle çobana teşekkür etti.

Paranın yarısını çobana uzattı.

-Bu senin hakkın, dedi. Bunu almalısın.

-Çoban ben ücret istemediğimi söylemiştim, diye cevap verdi.

Yakup senin hakkın almalısın, yoksa ben rahatsız olurum, diye nezaketle mukabelede bulundu.

Çoban,

-Sen onu hakkı olanlara dağıt, dedi.

Yakup kendini bir derin dondurucunun içindeymiş gibi hissetti.

Kimlerin hakkı olduğunu sormaktan vazgeçti.

Çoban,

-Benim görevimi tamamladım, ayrılacağım, bilesin, dedi…

Bir süre sonra,

-Sen de görevini tamamlamalısın! diye bir uyarıda bulundu.

Yakup, görevinin neler olacağını düşünürken çoban ters istikamete doğru yürüdü. Gitme ne olur diyecekti, diyemedi. Dili lal, kulağı sağır oldu. Ya da söyledi de çoban bunların hiç birini duymadı…

Başı önde evine ulaştığında halk çobanı bekliyordu.

-Yok, gitti, dedi.

Halktan feryadı figan edenler oldu.

Başımıza konan talih kuşunu kaybettik diye yananlarla, bir deliden kurtulduk, diye gülenler vardı.

Bir kısmı onun kaldığı odayı ziyaret etmek istedi. Yakup izin vermedi. Oranın kutsallaşmasından korktu. Buna engel olmalıydı. Gece herkes evindeyken, Yakup küçük odayı yıkıp yok etti.

Ertesi günü halk yıkılan odayı görünce “Başımıza felaket gelecek.” diye vaveyla edip durdu. “Ben yıktım” diyen Yakup’a ateş püskürdü… Yakup aldırış etmedi. Görevini tamamlamak istediğini biliyordu.

Her şeyden önce bir çeşme yaptırdı, çoban çeşmesiydi…

Fakir fukaraya, garip gurebaya hizmet sürdü gitti…

Diğer Yazıları