“Merhaba. Oynayalım mı?”
“Olur.”
“Adım Orçun. Senin adın ne?”
“Ahmet. Şu yukarıdaki evlerde oturuyoruz.”
“Sizin mahallede çocuk parkı yok mu?”
“Var ama oyuncaklar eski. Salıncakların zincirleri kopuk.”
“Bizimkiler sağlam.”
“Ne güzel bir köpeğin var. Adı ne?”
“Adı Marti, babam aldı. Senin köpeğin var mı?”
“Köpeğim yok ama başka hayvanlarım var. Hem de bir sürü. Ama isimlerini hep birbirine karıştırıyorum. Anneannem onlara hamamböceği diyor. Bak bir tanesi yanımda…”
***
Sargınoğlu İnşaat tabelası.. cam kaplı bina.. sekreterler.. mühendisler.. korumalar.. son model arabalar…
O sabah, merkez ofisin bulunduğu katta belirgin bir hareketlilik göze çarpıyordu. Patron bu gün çok sinirliydi. Fırça yiyen çalışanların eli ayağına dolaşmıştı. Olur olmaz her şeye bağırmış, önüne geleni azarlamıştı. Herkes birbirine sorgulayan gözlerle bakıyordu. Neden böyleydi? Neler oluyordu?
Patronun odasına giren yardımcısı, onu camdan dışarıyı seyrederken buldu. Sol eli cebinde, sağ elinde içki kadehi…
Yönünü dönmeden, dişlerini gıcırdatarak konuşmaya başladı; “Ben anlamam kardeşim, mazeret istemiyorum, ne yapıp edip bu meseleyi halledin. O kadar para harcadım ben bu işe. Bu saatten sonra vazgeçecek değilim. Ben onlara teklifimi yaptım. O adi evlerine o kadar para vermek istedim. Kabul etmediler. Bundan sonra olacaklardan sorumlu değilim” dedi.
Yardımcısı elleri önünde, edeple dinliyordu.
Patron, “ah eski günler” diye iç geçirdi; eskiden olsa, silah.. tehdit.. rahat hallederdi bu işleri.
Üzerlerine gittikçe birbirlerine daha fazla destek olurdu bu insanlar. Onur meselesi yaparlardı. Hele bir de olaya medya karıştı mı, iş içinden çıkılmaz bir hale gelirdi. Bir yolu olmalıydı ama nasıl? Kendilerine zarar gelmeden yapmalıydılar bu işi.
Göz ucuyla varoşların üzerine yapacağı yeni sitenin maketine baktı. Çevredeki sitelerin en güzeli olacaktı. Bu işten çok para kazanacaktı. Şu inatçı insanlar evlerini satmaya razı olsalar hemen başlayacaktı inşaata. Bazılarını almıştı ama yetmiyordu. Hepsini almalıydı, hepsini…
***
Yine karakoldaydı.
Yine ayakta, elleri önde, başı eğik, ezik… Bu yaşlı haliyle…
Buraya her gelişinde yüreği burulur, içinde bir eziklik olurdu. Hatıraları gözünde canlanıverir, ne diyeceğini ne yapacağını şaşırırdı. Son zamanlarda geliş-gidişleri azalmıştı; gençliğindeki gibi sık sık gelmiyordu artık. Eşyalar hep aynıydı; hep aynı yerde dururlardı. Yüzler; kendileriyle uğraşmaktan bıktığını belli eden asık, ciddi, sorgular… Nezaretin soğuk duvarları; bir iç üşümesi… Demir parmaklıklar, kilit sesi…
Sorular, sorular…
Romanlara inanmayan sorgucular…
Her söyleneni kayda geçiren daktilonun şakırtıları…
Ama her şeye rağmen derdini anlatmalı, torununu ve kendini bu işten kurtarmalıydı.
Yaşlı kadın, söylediklerine pek inanmamış duran komiserin şüpheci gözlerine yalvarır gibi baktı. Ağzından çıkan sözler ince ve kırılgan… İnanılmadığına gücenir bir tavır vardı hareketlerinde. Kazağının yenleriyle oynamaktan yorulmuştu. Sıkıldı, bunaldı. Oda küçüldükçe küçüldü; yüreği daraldıkça, daraldı… Alnında boncuk boncuk terler... Yaşmağının kenarı ile belli belirsiz sildi. Bu insanları inandırmalı, ikna etmeliydi. Torununu ve kendisini bu beladan kurtarmalıydı. Ahmet anneannesinin arkasına saklanmış, ürkek gözlerle seyrediyordu olup biteni.
Diğer kadın; Orçun’un annesi; sandalyede bacak bacak üstüne atmış çayını yudumluyordu. Karakola ilk geldiklerindeki siniri yatışmış, biraz sakinleşmişti sanki. Yaşlı kadın yan gözle şöyle bir süzdü genç anneyi. Pek kötü birine benzemediğini düşündü. Çocuğu için endişelenen bir anneydi işte; şefkatli bir anne…
Orçun’u, babası eve götürmüştü. Zaten yeterince korkmuştu çocuk. Burada kalıp karakolun havasından daha fazla etkilenmemeliydi.
Komiserin buyurgan sesiyle kendisine geldi.
Komiser olayı tekrar dinlemek istediğini, sakin sakin anlatmasını istedi. Çünkü ilk seferde Orçun’un annesi çok müdahale etmiş, bağırıp, çağırmıştı.
“Çocuk işte… Çocuk… Ne yapsın çocuk komiserim” diye anlatmaya başladı
telaşla…
“Orçun köpeğin var mı diye sorunca, bu da kibrit kutusuna koyduğu hamamböceğini göstermek istemiş. Kutuyu açınca böcek zıplayıp hop çocuğun koynuna... Böcek kıpırdadıkça huylanmış, atmış kendisini yere, kıvranmaya başlamış. Bu hamamböceği de çok kâfir bir hayvandır komiserim. Durduğu yerde durmaz. Annesi koşmuş hemen. Bizimki garip, anası da, babası da yok bunun. Ne yapsın zavallı pusmuş kenara. Ama kadın da ayıp etmiş komiserim, hiç öyle vurulur mu el kadar çocuğa.”
Kadına yan gözle baktı; yine bağırıp çağırmasından korktu.
Son cümleyi söylerken sesi birden kırılmış ağlamaklı oluvermişti. Avuçları bile ter içinde kalmıştı. Ne çok bunalmıştı. Ne olacaksa olsundu artık.
“Zaten bizi de, çocukları pek sevmezlerdi. Birlikte oynamalarına bile izin vermiyorlardı” deyiverdi son bir gayretle.
Hem tek suçlu kendileri değildi ki, neden bu kadar telaşlanıyordu. Asıl şu kadın suçlu değil miydi? El kadar çocuğa nasılda vurmuştu öyle! Üstelik hem öksüz, hem yetim… İsterse kendisi de şikâyetçi olabilirdi. Bu ihtimal aklına gelince biraz rahatladı. Ferahladı. Şu çocuğa bakacak birisi olsa veya genç olsa zillerini takıp ona gününü gösterirdi.
Komiser ortayı bulup, tarafları barıştırmak istiyordu. Kadının yeterince yatıştığını, sakinleştiğini anlayınca aklındakini söyleyiverdi; “Bence daha fazla büyütmeyin. Çocuklar arasında olur böyle şeyler. Barışın, kapansın. İşi uzatmayın” dedi.
Kadın yutkundu. “Yani bizim… Kimseye… Kendilerinin çocuk parkı var, bizimkine geliyorlar. Birlikte oynamalarını istemiyorsak bir sebebi var. İşte bu günkü olay. Çocuklar bunlardan hep küfür öğreniyorlar. Kendi aralarında kavga çıkarıyorlar, bizimkileri dövüyorlar. Aman; neyse…”
Kadın söylemek istediklerini tam ifade edebilmiş miydi, edememiş miydi tereddüt etti. ‘Komiseri dinleyip, barışmak en iyisi’ diye düşündü.
Ahmet hâlâ anneannesinin arkasındaydı. Suçlu. Ezik.
Kadın onu yanına çağırdı. Saçlarını okşadı. Özür diledi.
Daha fazla uzatmanın büyütmenin âlemi yoktu. Kimseye bir şey olmamıştı zaten. Yaşlı kadından da özür diledi, helallik istedi.
***
Ana haber bülteni başlamıştı.
İlk olarak gümbür gümbür bir müzik eşliğinde haberin ana hatları verildi. Sonrasında spiker hemen olay yerindeki arkadaşına bağlandı…
“Evet, sesim geliyor mu? Evet, sayın seyirciler; görüntüler her şeyi anlatıyor aslında. Küçük bir çocuk kavgasının ateşlediği olaylar durulmak bilmiyor. Mahallelerinden bir çocuğun acımasızca dövüldüğünü iddia ediyorlar.
Varoşlarda yaşayan halk galeyana gelmiş, çoluk çocuk yanlarındaki siteyi taşa tutuyor. Hemen bütün camlar kırılmış. Sitede yaşayanlar korku içinde. Polis siteyi kordona aldı. Kimseyi yaklaştırmıyor.
Sitenin bazı katlarından da kalabalığa saksı, elbise fırçası, çakmak, bozuk para gibi şeyler atılıyor. Burada durum gittikçe kötüleşiyor. Çevik kuvvet ekipleri takviye istedi. Olay yerine yeni ekipler sevk ediliyor. Panzerler kalabalığa tazyikli su sıkıyor, polis havaya ateş ediyor.
Evet, taşlardan biz de nasibimizi alıyoruz. Kameraman arkadaşımın kafası kanıyor şu anda. Kameramız hasar gördü. Serkan dikkat et. Ah! Yere yat, yere yat…”
Bağlantı kopmuştu. Spiker olaya üzüldüğünü belli eden yüz hattıyla tekrar ekranda belirdi. Olayın muhataplarından, çocuğu dövdüğü iddia edilen kadına bağlanacaklardı. İlk deneme başarısız olsa da, nihayet bağlanabilmişlerdi.
“Sayın Taşçılar; size ve televizyonunuza bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Yani, ne diyeceğimi bilemiyorum? Şu anda çok zor durumdayız. Hâlâ taşlar gelmeye devam ediyor. Odanın birine sığındık dışarıya çıkamıyoruz.
Orçun’u öylece yerde kıvranırken görünce aklım başımdan gidiverdi. Hamamböceğini koynundan çıkardık zor zahmet. Böceği diğer çocuğun, evet Ahmet’in getirdiğini öğrenince, o sinirle bir tane vurdum. Sonradan çok pişman oldum tabii. Çocuktan da, anneannesinden de özür diledim. Karakolda birbirimizden şikâyetçi olmadık zaten. Konuşup helalleştik.
Olay nasıl bu hale geldi inanın bilmiyorum? Bu kadar basit bir olay nasıl bu kadar büyüdü anlayamıyorum. Sitenin hemen bütün camları kırıldı. Taşlar vızır vızır yağdı üstümüze.
Bunlar bizim sitenin üst tarafındaki varoşlarda oturuyorlar. Çocuk bahçesine gelirler genellikle. Evet, biz çocuklarımızın onlarla oynamasını istemiyoruz. Ama kendimize göre haklı sebeplerimiz var. Çocuklarımız hep küfür öğreniyor onlardan. Bir an boş bırakmaya gelmiyor. Üçü-beşi bir araya gelip hemen bizimkilerden birini dövüyorlar. Çok kavgacılar anlayacağınız. Sonra parktaki oyuncaklara zarar veriyorlar. Ama mesele öyle söylendiği gibi zengin-fakir kavgası ya da benim çocuğa tokat atmam değil.
Zararımız büyük tabi. Ama bunlar önemli değil. Neden böyle oldu? Nasıl oldu? O kadar çok üzülüyoruz ki; anlatamam!
Orçun’un psikolojisi bozuldu. Ne yapacağımızı şaşırdık. Hep böyle polis kordonunda yaşanmaz ki. Buradan sesleniyorum; bizim meselemiz bir anlıktı. Barıştık bitti.
Kim körükledi, kim fitne soktu bilmiyorum. Bizim kimseyi aşağıladığımız falan yok. Ölümlü dünya neticede. Ha zengin, ha fakir…”
***
Sargınoğlu inşaatın patronu ofisinde haberleri izliyordu. Gördüklerinden memnun bir tavırla gülümsüyordu. Bu arada cep teflonu çaldı.
“Abi benim; o iş tamam abi. O kavga olayını öğrenmemiz çok işe yaradı. Sizin çocukları dövüyorlar haberiniz yok, siz fakirsiniz, garibansınız diye hakir görüyorlar dedim. Diğer mahallelerden topladığım çocukları minibüslerle, otobüslerle getirdim. Siteyi bir güzel taşlıyorlar. İş alevlenince büyükler de katıldı. Biraz para dağıttım ama değdi. Bundan sonra kendileri yalvaracak sana “evlerimizi al” diye.”
(Nisan 2010)
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)