Babama…
Denizi ilk gördüğümde geceydi. Karşı kıyıların evlerinden, karanlık sulara taşan sarı, mavi ışıkların ayaklarıma kadar gelmesine hayret etmiştim. Bilmezdim yakamozu. Aradaki mesafelere aldanırdım sadece. Dalgalarla oynaşan ışıkların uzayıp gitmeleri, hiç varamayacakları yerlere ulaşabilmeleri…
Eriyip giden zaman... Damağımda garip bir his... Yaşamın güzellikleri geliyor aklıma. Muhayyilem kıpır kıpır. Hayata zevkle bakabilmeyi ne çok isterdim. Oyunun en zevkli yerinde mızıkçılık eden bir çocuk gibi vazgeçiyorum rolümü oynamaktan. Çekiliyorum tenha bir köşeye. Başka cayanlar da yok değil. Dayatmalara dik durmaya çalıştıkça, bir örste dövülüyor kalbim. Sert bir mengeneye sıkıştırılmışım, törpüleniyor sivri yanlarım. Bir bahçe makası, baharla birlikte sürgün veren dallarımı buduyor…
Geriye dönüp biriktirdiklerime bakmalı mıyım? Kaybettiklerime üzülmeli, kazandıklarıma sevinmeli miyim? Bütün yapıp ettiklerime değmiş mi? Bilemiyorum! Silik, çileli, kırık, var yok arasında geçirdiğim ömrüm… Şimdi, geriye dönüp bakmaya cesaretim bile yok.
Hayatın tortularını sırtımda taşıyıp durmaktan yorgun düşmüşüm gibi ağır yürüyorum tozlu yollarda, bezginlik…
Torunum sımsıkı tutuyor elimden. Avuçlarım terliyor. Onun neşeli, sevecen haline baktıkça; tebessüm etmek istiyorum… Ense kökünden duyumsadığım cennet kokularında yitip gitmek... Yaşama sevinci dolu şu minik insanla ben de yaşamak istiyorum. Yılların uğraşılarını, sonu gelmez gibi hissettiğim çabalarını, hiç bitmeyen işlerini bir kenara bırakıp; muhayyilemi silip, sıfırlayıp; okumaya yeni başlayan, daha güzeli; yürümeye, konuşmaya yeni başlayan bir bebek gibi yeniden; dünü dünde bırakıp, yarınları umutla sevinçle karşılamak…
Kimse zorla bir şey yaptırmasa da, sırtlandığım yükler, aldığım riskler, geleceğine müdahale etmeye çalıştığım dünya, insanlık; bütün hücrelerimde hissettiğim ağır bir yorgunluk olarak bana armağan kalan, sessizlik, yalnızlık, savruk gibi duran; ama hep beni dönüştüren, hep bende dönüşen bir yaşam… Torunuma ayak uydurup ağır aksak yürürken, hayatta yürüyüşüm de böyle olmalı diye düşünüyorum. Yaptıklarımdan pişman değilim. Okuduklarım, yazdıklarım, düşüncelerim… Ama nedir beni bu gün böylesine umutsuz kılan? Düşünüyorum...
Muhayyilesinde eski güzel günler canlandı. Anımsayınca gülümsedi ister istemez. Acının ağır bastığı bir tebessüm... Derede balık avlarken, sulara kapılan ayakkabısını yakalamak için koşuyordu babası. Yakalıyordu sonra. Gülüyordu. “Balığa bak” deyip, fırlatıyordu ona doğru. Gülüşmeleri derenin şırıltısına karışıyordu. Şimdi, iki kanadı kırık bir kuş gibi kalıverdiğini düşündü. “Ne yaparım, nasıl yaparım” diyor, çıkış yolları arıyor, bulamayınca başını ellerinin arasına alıp, dudaklarını ısırıyordu. Lavaboya gitti. Yüzünü yıkadı. Aynada yüzüne baktı. Kızarmış göz aklarını, çökmüş yüzünü, uzamış sakallarını, dağınık saçlarını gördü. “Ah” edişi, duvarlarda yankılandı…
Saate baktı, gecenin üçüydü… “Bu gün onaltıncı gün” diye yazıyordu defterine. “Tam onaltı gündür aynı kapının eşiğinde, zayıfta olsa bir ışık bekliyorum. Aralanan kapıdan durgun yüzüne bakıyorum; ağlayamıyorum” diyordu. Not defterini kapattı, kalemle birlikte gömlek cebine koydu. Uzun koridorun en başında, merdiven sağanlığında, bakalit bir sandalyede oturuyordu. Koridorun ölgün lambalarından vuran ışık, loş sağanlığa iri iri gölgelerini düşürüyordu. Yazdıklarını düşündü.
Geçirdiği trafik kazasından sonra, tam onaltı gündür komadaydı babası. İki ameliyat geçirmesine rağmen, açmıyordu gözlerini. “Allah’tan ümit kesilmez” diyordu doktorlar. Önünde uzayıp giden koridora baktı. Onaltı gündür her haline aşina olduğu bu uzun binanın boşluğu, yoğun bakım ünitesinin sürgülü kapısı, doktorlar, hemşireler… Hepsine katlanmaya razıydı. Yeter ki uyansındı babacığı. Sürüp giden bir kâbus gibiydi her şey. Gencecik omuzlarının taşınması imkânsız ağır yükler altında ezildiğini hissetti. Kesif bir ilaç kokusu genzini yaktı. Bir türlü alışamamıştı bu kokuya.
Kalktı. Yoğun bakım ünitesinin kapısına doğru yürüdü. Her zaman ki gibi, azıcık araladı sürgülü kapıyı. Tam karşısında yatan babasına baktı. Gözleri kapalı. Sakalı uzamış. ‘Kendisini beklediğimi biliyor mu’ acaba diye merak etti. Her zaman ki gibi kapadı usulca. Dua, dua… Son günlerde en güvenli sığınağı… Uykuda çabucak geçiveren, bir an gibi kısacık gecelerin bu kadar uzun olmasına hayret etti. Ellerini arkasında birleştirdi. Koridorda ahenkli, aheste yürümeye başladı. Yanından tek tük geçenlere aldırmadan yürüdü, yürüdü. Koridorun sonundan geriye döndü; tekrar geriye...
Açık, pırıl pırıl bir gökyüzüne rağmen, başımdan bir türlü dağılmayan hüzün bulutları… Ufukta guruba hazırlanan güneş… Bir sessizlik harmanın ortasında, mermer taşlar; boylu boyunca uzanmış, bir zamanların nefes alanları… Ayağımın altında hışırdayan kuru otlar, şu meşenin kurumuş sarı yaprakları, aldığım her nefes, akıp giden zaman; haykırır; sağır olurum, duyamam ama görürüm: ölüm…
Anlık bir his; ruhum bedenimi terk etmiş gibi kalakalıyorum. Sonra, rüzgârın nereden getirdiğini bilemediğim, ayrımına varamadığım güzel bir koku alıyorum. Tekrar yaşadığımın farkına varıyorum. Başka nefes alamayacakmışım gibi, soluğumu ciğerlerimde tutuyorum. Karşımda dizi dizi mezar taşları… Karşımda babamın kabri… Hatıralar. Muhayyilemi alt üst eden, anımsadıkça yüreğimi burkan, dudaklarıma acı bir tebessüm bırakan anılar…
Kabristandan çıkınca ölüleri bıraktığımı, ölümü koynuma sarıp sarmalayıp, bir emanet gibi gezdirdiğimi düşünüyorum.
Ertesi gün, öğle henüz geçmişti. Günlerin, gecelerin yorgunluğu… İçi geçivermişti oturduğu sandalyede. Bir koşuşturmaca, bir hareketlilik… Az sonra bir sedye… Sedyede birisi, yüzü örtülü… Soramadı. Koştu. Açıp durduğu sürgülü kapıyı yine açtı. Heyecanla, korkuyla. Yatak boştu. Sedyenin gittiği yöne doğru, koridoru son kez geçti. Koşarak. Ağlamadan, ağlayamadan…
“Ağlayamamak!
Ağlayamamaktır babasız kalmak… Pırıl pırıl ağustos güneşinde kör olmaktır; karanlık, dipsiz mağaralarda ışıksız kalmaktır; ummadığın hasretlerin ortasında kalıvermektir; siyah beyaz resimlerden anı devşirmektir; dönüverince göründüğü köşeleri gözlemektir; arkandan uzanıveren, şefkatle dokunan bir eli o sanmaktır; bir kokunun peşinden gitmek, sonrasını bulamamaktır; her daraldığın anda onu hatırlamaktır; sevdiği bir yemeği yiyememektir; ağlara takılmış, çırpınan, çaresiz bir balık olmaktır; çocuğuna onun adını vermek, evladına her seslendiğinde sesinin kısılıvermesidir; babasız kalmak ağlayamamaktır… Ağlayamamak”… diye yazıyordu defterine.
Birden acaba diyorum, mezarlık…
Beyazlaşmış saçlarımı hatırlıyorum. Gurup eden ömrüm düşüyor aklıma. Zamanımın git git azaldığını anımsıyorum. Damarlarımdan kan çekiliverince, kalbim duruverince… Babamı, dedemi kabrine ellerimle indirdiğimi hatırlıyorum. Ama illa ki babamı… Beyaz kefenin üzerinden hissettiğim soğukluk, sertlik; bir süre önce, kısa bir süre önce yaşayan, nefes alan bir bedene ait; oysa şimdi… Sonrası; ayetler eşliğinde, küreklerin toprağa vurulduğunda çıkan; metalin taş parçalarına değdiğinde çıkardığı tok ses… Atılan toprağın tahtalara çarpma sesi… Onunla birlikte azalan ışığım, havam… Ağır bir hava, dost tesellileri, her şefkatli omuza sıkı sıkıya sarılmalar…
Sonra zar zor dönmek yaşama… Bıraktığımız yerden, en son dondurulan yerden filme devam etmeye çalışmak. Hep bir yanın eksik gibi, bir yanın hep eksilmiş gibi… Hasretlere alışmaya çalışmak. Ölüm mü beni hüzünlendiren, korkutan, böylesi derin düşüncelere boğan… Ölüm mü diye soruyorum kendime… Hayır diye cevaplayıveriyorum hiç düşünmeden. Aradan geçen uzun yılara rağmen beni en iyi anlayan, en iyi anladığım kişinin yokluğuna alışamadığımı anlıyorum.
Torunum önümden koşarken düşüyor. Onun için korkuyorum. Üstü başı toz içinde, silkeliyorum. Üzerinden tozlar; akşam güneşinden parlayan tozlar savruluyor. Çocukluğumun geçtiği bu küçük köy yollarının tozlarını kokluyorum. Yolu elimle yokluyorum. Eski bir ayak izi bulur muyum diye. Ya benden, ya da babamdan… Dünden bir parça devşirmek, bu güne çekivermek için… Damağımda buruk bir tat; ham armut burukluğu gibi bir tat hissediyorum. Burnumda garip, tanıdık, kendine çeken bir koku. Minicik kolları ile torunum boynuma sarılıyor. Beyaz, benim kadar yorgun sakallarımı okşuyor. Ufkun kızıllığı daha bir hüzünlendiriyor beni; bir ölüm şiiri mırıldanmaya başlıyorum. “Gülüm gülüm, Bu kentin koynuna girdiğim günden beri, Cebimde ölümüm, Avuç avuç dağıtırım insanlara, Bir türlü tükenmez ölümüm”…
Hüznün rengi siyahken, kefen neden beyaz...
Evden çıktı. Boş gözlerle, bir şehrin kıvrım kıvrım sokaklarında bir başına geziniyordu. Yağmur soğuk gecede eğri eğri, derin bir uykudan uyandırmak ister gibi yüzüne vuruyordu. Hastanenin koridorunda geçirdiği uzun günler ve geceler geliyordu aklına durmadan. Acılarını harmanlıyordu sanki.
Bütün detayları tek tek anımsıyordu tekrar, isteyerek, unutmamak için… Zalim bir zaman aralığında geçliğinin törpülendiğini hissediyor, elinden hiçbir şey gelmiyordu. Şiddetini biraz daha artıran yağmurda iyice ıslanmaya başlamıştı. Aldırmadan yürümeye devam etti. İçi kabardıkça kabardı, bendine sığmayan sular gibi taşmaya başladı. Karanlık bir sokak başında, bir elektrik direğinin koyu gölgesinde, gözyaşları yağmurlara karışıyordu. Ağladı, ağladı...
Şimdi uzak, ulaşılmaz bir yerde kalıveren günleri anımsadıkça, -oysa hep benimleydi hiç ayrılmadı, unutmama izin vermedim- zihnimde garip, uçuk bir iz belirir. Çamura bırakılmış, sonra güneşte kurumuş, taşlaşmış gibi bir iz. Bir yanım güvenli mor, yeşil dağlar gibiydi hep, diğer yanım uçurumlara nazır. Hep ürkek baktım o tarafa, kuşkulu, çekingen… Saçlarıma aklar düştü ilkin, tek tük… Sonra, sayılacak kadar az kalıverdi siyahlıklar. Zamanın oyunlarının farkında olup, yine de bilerek aldanmışım gibi değişik, anlamlandırmadığım bir his sarıveriyor bazen bütün bedenimi. Rol olduğunu bilerek yaşamışım gibi, basit bir figüran…
Ya geçiveren kısacık zamanın yeni bir oyunu beni böyle düşündürüyor, ya da yapmak istediklerimi tam manasıyla yerine getiremediğimden böyle uçuk şeyler aklıma geliyor. İkinci ihtimal daha ağır basıyor sonra, git git azalan, kısalan yürüyüşüm, amansız bir yerde bitiverecekmiş gibi, ürperiyorum. Törpülenip durmaktan yorulmuşum ama kimse bunun farkında değil, kimseye anlatamıyorum. Yalnızlığımı yalnızlığımla büyütüyorum. Asudeliğimin içinde ahuzarlarımı benden başka işiten yok. Duyuramadığım acılarımı kalbime gömüyorum. Bu güne kadar yapabildiklerim, aklımdan geçenlerin, yapmak istediklerimin önsözü gibi; kırgınlığımın, üzülmemin nedeninin eksik kalanlar olduğunu anlıyorum.
Bir sürgün gibi eğreti, aidiyet hissetmeden yaşadığım hayatımın sonuna doğru yaklaştığım bu günlerde, beni torunumdan başka kimsenin, hiçbir şeyin mutlu edemediğini fark ediyorum. Benim geçtiğim yollardan onun da geçeceğini düşündükçe, bu masumiyete ayrı bir gözle, üzülerek bakıyor; onun için dua ediyorum.
Dallarından yaprakların uçuştuğu bu son baharı, ömrümün hülasası gibi yaşamaya karar veriyorum. Bütün eski dostları tek tek aramalı, görüşmeli, konuşmalı… Eski günlerden, kitaplardan, yapmayı planladıklarımızdan bahsetmeli, belki yeni planlar yapmalıyız. Ağlamayı öğrendiğimden bahsetmiştim onlara. Belki anılarımızı yâd ederiz; sonra arkamızda bıraktıklarımıza tekrar bakarız…
Kim bilir, belki de törpü talaşlarında hâlâ işe yarayacak bir şeyler kalmıştır.
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)