Menu
otuz yıl sonra
Öykü • otuz yıl sonra

otuz yıl sonra



İç dünyasının zenginliğindendi duygusallığı. Hiç aldatılmamıştı ya da çevresindekilerin hepsi dürüst, hepsi güvenilir,hepsi güzel insanlardı da hiç kandırılmamıştı. Kimse hakkında kötü düşünmez, düşünemezdi.

Alnına dökülen sarı saçları, şiirlerdeki gibi rüzgârda salınır, altın rengine bürünür, bakanları kendine çeker, bakıldıkça daha da alıcı olur, çekiciliği, saçı olmayanların “ha işte böyle bir saçım olsaydı” diyecekleri kadar canlıydı. Hele yeşil gözleri, sarı saçlarla uyumlu tenine ayrı bir güzellik katıyor, masum yüzü daha da anlamlı, daha da temiz hale geliyordu.

Bazen kendi kendine “ben ne kadar safım” dediği olurdu. Yakınlarından duyduğu sözler onu anlatmaya yeterdi: “Melek gibi adam, ensesine vur ekmeğini elinden al, çok temiz, pırıl pırıl, böylesi bu zamanda az bulunur…”

Görev yaptığı köyden şehre geldiğinde bayram olurdu onun için. Yalnızlığını şehirdeki kalabalıklar arasında kaybolarak unutmaya çalışır, sonra kalabalık arasında yalnızlaşır, duygusallaşır, hasret düşüncesi diline yansır, hasret türküleri söyler gizliden gizliye, bazen mırıldanarak gözleri yaşarırdı…

Ama bu da geçerdi nasıl olsa. Bu dünyada neler geçmezdi ki? Her şey daha dün gibiydi. Dün her zaman dünde kalırdı. İşte o bugün öğretmendi…

Şehirde en çok lokantada yemek yemeyi, öğle namazını en büyük camide cemaatle kılmayı, odun ateşinde demlenen çayı yudumlamayı, şehrin orta yerinde kırsalı hatırlatan parka oturup yaşadığı köyün hayalini kurmayı severdi. Bir de maaşını aldığında, memleketinde ailesinin yanında kalan eşine maaşının bir kısmını göndermek üzere postanede sıra beklemeyi iple çekerdi. Sanki eşinin eline para ulaştığında farklı, anlamlı ve önemli bir mektup ulaştırmış gibi oluyordu. O doyumsuzluğa doymamak için çabalardı.

Bütün işleri bitirip maaş gününün sonuna geldiğinde görev yaptığı köye dönmek üzere otobüse bindi. Ayaklarını yavaşça uzattı önündeki koltuğun altına. Oh, dedi bugün de geçti sağ salim. Her şey istediğim gibi geçti diye içinden şükretti. Derken dalgınlaştı. Hayalleri yaşadığı köye uzandı. Eşinin koyunları sürüye doğru götürdüğünü, babasının soba için odun kırdığını, annesinin hiç kimsenin yapamadığı o güzelim bulgur pilavını pişirip pencereden:

-Haydi oğlum, pilav hazır! diye bağırdığını düşündüğü bir anda yanı başında bitiveren bir adamın sesine kulak verdi:

- Abi!

Hayalini bitiren bu adama dikkatlice, hâlâ hayal penceresinden geri gelmek istemeyen baygın gözlerle baktı. Adam kendi yaşlarındaydı. Simsiyah saçlar, kara kara gözler, esmer ten… Gençti, dinçti…

-Abi! Allah rızası için yardım edin. Çok zor durumdayım. Allah benim durumuma kimseyi düşürmesin.

Adamın söylediklerini kesmeden, dikkatlice, alaycı gözle bakmadan, küçümsemeden dinledi dinledi.

Adam aynı tonla devam ettirdi konuşmasını:

-Çok zordayım. Çoluk çocuk evde aç susuz beni bekliyor. Sersefil oldular vallahi. Onlar orda ben burada. Babam çok hasta, hastanedeyim günlerdir. Yiyecek de bir şeyim yok. Açım aç. Yarın babamı çıkaracağım yol parası yok. Vah benim halime, ben bitmişim abi! Allah kimseyi benim durumuma düşürmesin. Sizin de eşiniz, anne-babanız, çocuklarınız var…

Öğretmen bu son cümleyle kopmuştu artık. Adamın söyledikleri ruhuna dokunmuştu. Gönül telinin namesiydi duydukları. Eli farkında olmadan cebine gitti. Adamın gözlerinden ayırmadığı gözleri nemlendi.

Cebinden çıkan paranın hepsini uzatıverdi adama. Adam parayı alırken içinde hiçbir üzüntü, hiçbir kandırılma şüphesi duymadı. Niyeti temizdi her zaman olduğu gibi. İçini bir huzur kapladı. Rahatladığını düşündü. Kendi anne babasına veriyormuş hissi gönlüne doldu.

Adam bir tomar parayı alınca ne diyeceğini bilemedi. Beklemediği bir durum olduğu davranışlarından anlaşılıyordu. Şaşırdı. Şaşkınlığını dilbazlığı ile yenmeyi denedi:

-Abi! Sen ne büyük adamsın. Sen ne temiz adamsın… Allah tuttuğunu altın etsin, Allah sana daha çoğunu versin…

Adam başka kimseye gitmeden otobüsten indi. Otobüsün arkasından dolaşıp kayboldu kalabalıklar arasında…

Öğretmen, elini diğer cebine attığında anladı maaşının yarısından fazlasını verdiğini.

İyi bir iş yapmış olmanın verdiği huzurla pişmanlık duymadı. Keşke biraz daha verseydim düşüncesinden de uzak kalamadı. Ne olacaktı sanki belki yarın kendi başına da böyle bir şey gelebilirdi.

İsteyene verilirdi. Sail kapıdan boş çevrilmezdi. Öyle inanır, öyle bilirdi. Bu ona babasından kalmıştı. Azarlayıp kovmak yakışmazdı insana.

Yıllar sonrasıydı. Belki de otuz yıl geçmişti aradan. Bir yolculuk esnasında otobüse binip okumak için eline kitabı aldığında bir adam karşısına dikilivermişti. Tarihin derinliklerinden çıkıvermiş de karşısında bir heykel dikilivermiş, bir şey anlatıyordu. Adam kendi yaşlarındaydı. Bembeyaz saçlar, kara kara gözler, esmer ten…

İrkildi. Aman Allah’ım dedi. Tanıdığı birisiydi. Hemen dilinin ucundaydı da söyleyemiyordu. Bir im, bir işaret, bir, ah bir…

Derinlere daldı. Okuldan mı, askerlik mi, görev yaptığım yerlerden mi derken adam konuşmaya başladı:

-Abi! Allah rızası için yardım edin. Çok zor durumdayım. Allah benim durumuma kimseyi düşürmesin. Ben çok zordayım. Çoluk çocuk evde aç susuz beni bekliyor. Sersefil oldular vallahi. Onlar orda ben burada. Babam çok hasta hastanedeyim günlerdir. Yiyecek de bir şeyim yok. Açım aç. Yarın babamı çıkaracağım yol parası yok. Vah benim halime, ben bitmişim abi! Allah kimseyi benim durumuma düşürmesin. Sizin de eşiniz, anne-babanız, çocuklarınız var…

Öğretmen yıllar öncesine, maaş gününe, ilk görev yerindeki hayatına döndüğünde değişenin sadece fiziki görüntüleri olduğunun farkına vardı. Adam aynıydı. Söylediği sözleri de…