Menu
DUALI BARDAK
Öykü • DUALI BARDAK

DUALI BARDAK

Ne kadar da güzel bir köy, dedi ilk geldiğinde. Otobüsten inerken yeni yerler görmenin heyecanını yaşadı. Havası çok güzeldi; çok temiz. Özlem giderircesine birkaç kez temiz havayı soludu, ciğerlerini havayla doldurdu. Etrafına bakındı baygın ve telaşlı gözlerle. İlk defa gördüğü bu yerler, evler, sokaklar ve yeni tipler bir hayli İlgisini çekmişti. Çatısız taştan evler genellikle bir katlı, bahçeli ve taştan örülmüş ihata duvarlarıyla siperlenmişti.
Köylülerin her zaman olduğu gibi, gelen otobüsün durduğu yerde toplanmaları sıra dışı değildi. Her gün Aynı saatte orada toplanırlar gelenlere, otobüsten inenlere, ellerindeki eşyalara bakarlardı.
Sanki yıllardır hasretle bekledikleri bir yakınları varmış gibi istekli ve içten bakışlarla otobüsün içini kontrol ettikten sonra, az ilerdeki ağaçların altındaki ardıçların üzerine otururlar, burada vakit geçirmek için konuşurlar, birbirlerine ağızlarından hiç eksik etmedikleri sigaraları ikram ederler ve şakalaşırlardı.
Bu gün köye hiç görmedikleri ve tanımadıkları biri gelmişti. Meraklı gözlerle, yabancıyı baştan aşağı süzdüler. Saçları dalgalı ve uzundu. Gözlüklerinin çerçevesi sanki yok gibiydi. Yoksa bu çerçevesiz bir gözlük müydü? Yeni çıkmış olabilir, diye mırıldandı birisi. Diğeri söze karıştı:
-Kim bu acaba?
-Öğretmen olabilir, dedi bir diğeri.
-Okulun öğretmenleri var.
-Köye yeni imam gelecekti. Belki de odur.
Otobüsten inen yabancının ilk gördüğü yerleri gözleriyle denetlemesi sürdü. Böylesi yerleri ilk defa görmüştü belki de.
Köylülerden birisi yaklaştı:
-Buyurun, hoş gelmişsen, dedi.
-Hoş bulduk.
-Kime gelmişsen gardaş?
-Ben köyün yeni imamıyım. Köyü görmeye geldim.
Gelen yabancının imam olduğunu duyan köylünün davranışları birden değişti. Konuşmalarında saygı ön plana çıktı. Hürmetkâr davranışlar birbirini takip etti.
-Hoca efendi iyi ki geldiniz. Zaten sizi bekliyorduk.
-Nasip bu güneymiş.
-Bu gün benim misafirim olun. Beni çok memnun edersiniz.
-Muhtarın evine gitsem daha doğru olur.
-Siz bilirsiniz; ama ben siz canı gönülden misafir etmek isterim.
-Allah razı olsun. Başka zaman inşallah. Siz, bana muhtarın evini gösterin lütfen.
Bu arada imamın etrafına köylüler toplanmıştı. Onlarla konuştu, kısa cümlelerle hal hatır soruldu.
Elindeki küçük valizle muhtarın evine doğru yöneldi. Geçtiği yerlerdeki tüm gözler bu yabancıya kilitlendi. Bir an sahnede yürüyormuş zehabına kapıldı. Neden bu kadar ilgiyle baktıklarını anlayamadı.
Onun için belki de her şey çok sıradandı. Sadece köy farklı geldi hepsi o kadar. Bu ilgiden rahatsızlık duyduğunu söylemek çok abartılı olmayacaktı. Geçerken perdelerin arkalarından yüzlerini saklayıp bakan genç kızların varlığından habersiz yürümesine devam etti.
Kendine kılavuzluk eden kişinin, köyü övgüyle tanıtmasını dinledi can kulağıyla:
-Bu köy çok iyidir. Misafirperver, yabancıya iyi bakar. Kimseye zar vermezler. Tam yerine geldin ha...
Yine aynı şahıs bir kapının önünde durdu:
-Muhtar emmi! diye bağırdı.
İmam, muhtarın evine geldiklerini anladı.
Büyük hanay bir evdi. Köyün diğer yapılarına göre oldukça ihtişamlı sayılırdı. Avluya açılan kapının büyüklüğü karşısında kendini cüce gibi hissetti.
İmam yanındakinin kulağına eğildi:
-Muhtar zengin herhalde, dedi.
-Çok zengin çok. Civarın en zengini belki de. Ağadır. Eli çok açıktır.
Aralarındaki konuşma sürerken kapı gıcırtılar eşliğinde açıldı. Bir genç göründü.
İmamın yanındaki köylü:
-Memet, baban yok mu?
-Var, içerde.
-Çağırsan; bak hoca efendi gelmiş.
-Siz buyurun içeriye.
Memet yol gösterdi. Arkalarından imam ve yanındaki köylü yürüdü sessizce. Sessizliği, dipteki bağlı olan kangal köpeğinin belirli aralıklarla hırlaması bozdu.
İkinci katın batıya bakan kısmındaki odanın kapısı açılıp buyur edildi.
Batmak için yol almış güneşin kızıllığı odayı doldurmuş, ilginç görüntüler oluşturmuştu.
İmam odanın her köşesine öylesine bir göz attı. Mevlana’nın resmi ve altındaki “gel, gel...” yazısına odaklandı cam gibi parlayan gözleri. Bir an memleket havası kokladığını düşündü. Hiç konuşmadı. Kendini getiren köylü ile muhtarın gelmesini beklediler.
Kapıdan giren muhtar, doğruca imamın yanına gitti. Bu arada imam da ayağa kalkmıştı.
-Hoş geldin, diye sarıldı. Otur Allah aşkına rahatsız olma otur, diyerek imama çok samimi davrandı.
Yerdeki pamuk minderlere karşılıklı oturdular.
Muhtar söze başladı:
-Hayırlı olsun. Hoş geldin köyümüze.
-Sağ olun.
-İsminiz neydi hocam?
Muhtarın imamı tanıma hevesi belirgin bir şekilde ortadaydı.
İmam bunun farkındaydı. Fazla meraklandırmamak için kendisiyle ilgili bilgileri bir bir sıraladı.
-Adım Ziya. Üniversitede okuyorum. Bekârım. Konyalıyım...
Muhtar soluksuzca dinledi Ziya’nın anlattıklarını.
Merak ettiği şeyler vardı ama imamın sözünü kesmedi. Sözünün arasına girmeyi belki de çok büyük bir saygısızlık olarak düşündü.
Ziya’nın anlattıklarında dikkatini çeken şeyler vardı. Bunlardan bir kısmını gizleyip hiç dile getirmedi. Kafasında geleceğe yönelik planlar oluşuverdi kendiliğinden. Derhal sordu:
-Konyalısın ha!
-Evet.
Konya’ya olan ilgisi ortadaydı. Bunu konuşmaları açık bir şekilde ortaya koydu.
-Mevlana’yı çok ziyaret etmişsindir.
-Elbette.
-Ben de çok isterdim.
-İnşallah bir gün nasip olur.
-İnşallah ama çok zor.
-Neden?
-Konya neresi, bura neresi?
-Günümüzde ulaşım artık çok zor değil.
-Elbette. Nasip inşallah.
Akşam namazı vakti yakalaşmıştı.
Muhtar bağırdı:
-Memet! Lan Memet!
Memet kapıda göründü. Ziya, muhtarın evdeki otoriter tavrının farkına vardı. Muhtar dediğim dedik cinstendi. Ee ne de olsa muhtardı. Muhtar dediğin otoriter olmalıydı.
Memet ellerini ovuşturarak cevapladı.
-Buyur baba!
-Oğlum akşam yemeği için sofra hazırlasınlar. Bak hoca efendi misafirimizdir ha!
-Tamam baba!
Abdest aldılar. Birlikte çıktılar evden.
İmamın nasıl ezan okuduğunu, sesinin güzel olup olmadığını da köylüler merak ediyordu.
Köye yeni imamın geldiği herkes tarafından duyulmuştu. Belki de bu sebepten camidekilerin sayısı bir hayli fazlaydı. Her gelen “hoş geldin”, diyor hal hatır soruyordu. Ziya da herkese aynı nezaketle cevaplar veriyordu.
Vakti girince mikrofonu eline alıp en güzel şekliyle okudu ezanı. Biraz heyecan duyduğu sesinin titremesinden anlaşılıyordu. Belki de beğenilmeme korkusunun verdiği bir heyecandı bu. Ama sesiyle herkesi mest etmişti herkesi.
Namazdan sonra, yemek için muhtarın evine döndüler.
Evde bir telaş bir telaş. İlgi yoğunluğu Ziya’yı şaşırttı. Hatta biraz sıkıldığı bile söylenebilirdi. Sofrada yok yoktu. Sanki padişah sofrası. Kısa sürede bu kadar hazırlık nasıl yapılmıştı? Bu soru Ziya’nın aklını bir hayli yordu.
Muhtarın sevecen tavırları imamı rahatlatmaya yetmedi. Yemek yendikten sonra, sohbet zaman zaman koyulaşıp açıldı. Muhtar bir konuya açıklık getirme adına:
-Bak hoca efendi! Burası senin evin bundan sonra burada kalacaksın. Eğer böyle yapmazsan hakkım olur ha!
Ziya, muhtarın dedikleri karşısında şaşkınlığını gizleyemedi:
-Olmaz. Nasıl olur böyle şey? Ben kimseye rahatsızlık vermek istemem.
-Ne rahatsızlığı? Sen benim misafirimsin.
-Olmaz, çok sağ olun. Caminin evi yok mu?
-Var ama çok perişandır. İçinde kalınmaz.
-Düzeltiriz.
-Tamam öyleyse. Ben yarın benimkilere orayı hazırlatırım.
-İyi olur. Hiç kimsenin üzerinde kalmak istemem.
-Sen bekâr adamsın. Yemek falan hazırlayacağım, diye sakın uğraşma. İşte ev senin, her öğün burada pişenden yersin.
-Zahmet vermek istemem. Ben kendim hallederim. Bir gün değil beş gün değil...
-Eğer buraya gelmekten çekiniyorsan, ben sana her öğün yemek gönderirim.
-Allah razı olsun. Sakın bunu yapmayın. Ben buna alışmak zorundayım. Yapmalıyım ve yapacağım da.
-Hocam her şeye rağmen burasını evin bil; sıkıntıların olursa sana yardımcı olmak bizim için baş görev.
-Estağfurullah. İlginizden dolayı memnun olduğumu bilmenizi isterim Allah razı olsun sizden.
Ertesi gün muhtarın kızları ve komşu kadınların el birliği yaparak hazırladıkları eve Ziya yerleşti.
Günler gelip geçiyor, Ziya yeni görevine iyiden iyiye ısınıyordu. Ziyanın sesi ve hitabeti köy halkını o kadar etkiledi ki, şehirdeki üniversiteye gidiş gelişleri bile artık kâle alınmıyordu.
Her geçen zaman köydekiler için yeni umut demekti. Özellikle muhtar ve Ziya’nın karşı komşusunun kızları Ziya’ya abayı yaktığı dilden dile dolaşıyordu. İki kız arasında gizliden gizliye amansız bir mücadele vardı.
Neden olmasındı? Ziya yakışıklıydı, kendine güveni olan bir gençti. Sonunda üniversiteyi bitirmek üzereydi. En güzel olanı da bu köyden kurtulup gitmek vardı. Zaten bu köyün genç kızlarının birçoğunun hayallerini buradan uzaklarda yerleşmek süslüyordu.
Muhtarın ilgisi gün geçtikçe artıyordu. Bazen bu konuyu sezdirecek davranışlarda bulunmayı ihmal etmiyordu. Ziya gibi bir damadının bulunmasını kim istemezdi ki?
Hatta bu işi daha ileri götürüp sihir boyutuna vardırdı. Şehirde herkes tarafından derin olduğuna inanılan sihirci Hacı Mustul vardı. Köylülerin gözünde dokunulmaz birisiydi. Nicelerini okumuş ve dileklerine kavuşturmuştu. Muhtar da Ziya’yı etkilemek için, bir adet bardağı şehirdeki Hacı Mustul’a okuttu. Artık bu iş tamamdı. Ziya, kızını mutlak isteyecek ve evlenecekti.
Ziya’ya sürekli bu bardakla çay ikram edildi. Aslında bu durum Ziya’nın da dikkatini çekmiş, ama üzerinde pek durmamıştı.
Zaman zaman üniversiteden arkadaşı Kâmil, Ziya’yı ziyarete gelerek yanında kalırdı. Arkadaşı Kâmil, güzel bir cumartesi günü Ziya’yı yine ziyarete geldi. Her zaman olduğu gibi muhtarın ilgisi üzerlerindeydi. Artık muhtarın evine gidilip çay kahve içme gelenekselleşmişti.
Birlikte davet edildikleri için gittiler. Hürmet ve alakadan memnun oldukları anlaşılıyordu. Memet elindeki çay tepsisi ile misafirlere ikramda bulunurken Kâmil’in bir türlü soramadığı ama hep merak ettiği konuyu sordu:
-Bu farklı bardağı sürekli Ziya’ya veriyorsun, neden?
Memet bir an bocaladı sonra ağzından kaçırıverdi:
-O bardak okunmuştur.
Muhtar kıpkırmızı oldu. Memet’e bağırıp çağırdı. Öfkelenip köpürdü. Mahcupluk duygusuyla yutkundu ve sustu. Konuyu geçiştirmek adına, Ziya başka şeylerden bahsetti. Ortamı yumuşattı.
Ziya’nın çok samimi olduğu komşularından birisi kahvaltıdan sonra, soluğu Ziya’nın evinde aldı. Telaşlı olduğu durumundan anlaşılıyordu. Nefes nefese:
-Hoca efendi! Hoca efendi!
Ziya pencereden bağırdı:
-Ne oldu, hayırdır?
-Hoca efendi görüşmemiz gerekiyor.
-Gel içeri.
Komşusu içeri girdi ve konuyu hemen aktardı:
-Bak Hoca efendi! Muhtar bir tepsi baklavayı şehre gönderdi.
-Ne var bunda, fırına götürmüştür.
-Değil. Vallah değil. Sihirciye gitti. Okunması için Hacı Mustul’a...
- Ne olacak, okutsun?
-Yeme Hoca efendi! Ben sana bir tepsi baklava alayım, ne olursun onu yeme. Bu Hacı Mustul çok etkili birisi. Sana bir şey olur, diye korkuyorum.
-Sen onu boş ver, bana bir tepsi baklava alacak mısın?
-Alacağım.
-Tamam ben ikisini de yerim, sen kafana takma!
-Ama Hoca efendi!
-Dedim ya, kafana takma!
Ziya’nın bu rahatlığını anlamada güçlük çekse de başka söz söylemedi.
Ziya, tepsinin gerçekten kendisine gelip gelmeyeceğini çok merak ediyordu. Nihayet ikindi sonrasında her zaman olduğu gibi otobüs gelmişti. Muhtarın otobüsten indiğini görünce söylenenlerin doğru olduğunu düşünmeye başladı. Az sonra muhtarın oğlu Memet, elindeki tepsi ile çıkageldi:
-Hocam! Babam gönderdi. Size hediyesiymiş.
-Memet, neden zahmet ettiniz?
-Ne zahmeti hocam.
-Teşekkürler. Babana selam söyle.
-Baş üstüne hocam.
Ziya hiç tereddüt etmeden baklava tepsisinin üstüne çöktü. Doyuncaya kadar yedi.
Ertesi gün komşusu verdiği sözünü yerine getirmek için bir tepsi baklavayla geldi.
Geldiği gibi sordu:
-Yemedin değil mi hocam?
-Yedim.
-Sizin köy ne kadar cömert; adamı baklavayla besliyorsunuz. Dün muhtar, bugün sen.
-Dünden kalanları birlikte yiyelim.
-Olmaz hocam. Ben yemem.
-O zaman kendi getirdiğin baklavadan ye, ben de muhtarın baklavasını bitireyim.
Komşusunun şaşkın bakışları arasında muhtarın getirdiği baklavaları bitirdi.
Komşusu:
-Çok cesaretlisin be hocam.
-Allah’ın takdirinin dışında bir şey gerçekleşmez.
-Doğru söylüyorsun ama ne bileyim işte...
Ziya bütün bunlara rağmen muhtarın kızıyla evlenmedi. Muhtarın yaptırdıklarının fayda vermediğini görünce Hacı Mustul’un köydeki imajı sarsıldı.
Muhtar yaptıklarından utandı. Ziya, yine bu köyden bir kızla evlendi. Üniversiteyi bitirince köyden ayrıldı.

Diğer Yazıları