Emre, sınıfta her zaman sessiz, içine kapanıktı. Kimseyle konuşmaz, arkadaşlarıyla oynamazdı. Boynu bükük, çoğu zaman düşünceli ve durgundu. Arkadaşlarının resim derslerinde öğretmenden övgü alması onu yalnızlığa mahkûm ediyordu.
Yaptığı resmini de öğretmeninin takdir etmesini çok istiyordu. Öğretmenin ilgisini çekecek bir resim yapabilseydi belki de yeni bir dönem başlayacaktı.
Hep bir gün iyi resimler yapacağı, öğretmen tarafından beğenileceği ve resim panosuna asılacağı günü hayal ediyordu. Öğretmenin beğendiği resmini panoya asarken yapacağı konuşmasında:
“Sevgili öğrenciler! Emre’yi tebrik ediyorum. Çok güzel resimler yapıyor. Daha güzel resimler çizeceğine inanıyorum hatta ülkenin önde gelen ressamlarından biri olabilir. Çalışmaya devam etmesi gerekir…” diyecekti.
Emre, yıllardır resim yeteneği olmadığını düşündüğü için yapamadığı resimleri şimdi yapıyor olması onun kendine olan güvenini artıracak, arkadaşlarıyla konuşmaları değişecek, onunla arkadaşlık etmek isteyenler çoğalacak. Herkesle arkadaş olabilmek için anlayışlı olacak, hiç birini kırmayacak, onlarla iyi dost olmanın yollarını düşünecek…
Başarılı olmasıyla şımarık davranışları artacak olmasından kuşkulanacak, kendini kontrol edecek, kimsesizliğini hatırlayacak, sınıftaki sessizliğini düşünecek, başarı ile şımarmaması gerektiğini bilecek ve şımarmayacaktı.
“Çalışarak ulaştım, çok çalıştım, çok uğraştım, rüyalarım da bile resim çiziyordum. Öğretmenimin ilgisini çekmek içindi bütün gayretim. Sonunda başardım. İşte şimdi buradayım…”
Yoğun bir alkış tufanı kapladı salonu. Herkes karşılarında önemli birinin durduğunun farkındaydı ve gözleri parlıyordu. Ona yakın olmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Belki de ona dokunabilmek için içleri gidiyordu.
O, kürsüdeki konuşmasına çok sade bir şekilde devam ediyordu:
“Evet, ben çok çalıştım ama bunun bir de yetenek kısmı var. Allah’ın verdiği bu yeteneği keşfetmek, harekete geçirmek çok önemli. Bu da çalışmakla olur…”
Her cümlesi alkışlarla kesilen konuşmacı Emre’ydi. Küçük Emre. Sessiz, içine kapanık, konuşmayan Emre’ydi. Ve seçkin bir guruba sesleniyordu. Yine gösterişten uzak, yine olgun, yine şımarık değildi…
Ve o andı. Herkes ayaktaydı, çılgınca alkışlıyordu. Kürsüye Kültür Bakanı davet ediliyordu. Alkışlar yoğunlaştı, avuçlar patlarcasına.
Söz bakandaydı:
“Emre Bey, bizi dünyaya tanıttı. Artık bizim de dünyanın bildiği, ödüllerle bizleri onurlandıran bir ressamımız var. Tebrik ediyorum. Takdirlerimi sunuyorum…”
Alkış fırtınası artık kasırgaya dönmüştü. Emre, bakanın elinden ödülünü alırken gözleri doldu. Bunca ödül sahibiydi. Bu da diğerlerinden biri olabilirdi. Değildi işte. Gözleri ön sıradaki zor ayakta duran öğretmenine kaydı.
Mikrofonu aldı:
“Değerli misafirler, benim bu günlere gelmemdeki en büyük paya sahip olan kişiyi size tanıtmak istiyorum. O, bendeki bu yeteneği keşfeden, beni yüreklendiren, bana çalışma azmi kazandıran öğretmenim. O, olmasaydı ben bir hiçtim, yine öğretmenler olmasa biz de bir hiçiz. İzninizle ödülümü ona takdim etmek istiyorum.” dedi.
Salonda bir duygu seli oluştu. Herkes heyecanla Emre’yi izledi.
Emre, sahneden indi, öğretmenine doğru yürüdü, elini öptü. Öğretmeni de Emre’ye kendi çocuğuymuşçasına sarıldı.
Emre bakanın elinden aldığı ödülü sundu. Öğretmeni titreyen elleriyle ödülü alırken gözyaşlarını tutamadı. Emre’nin gözleri de doldu.
Salondaki duygusal sessizliğe duvarları aşan alkışlar eşlik etti.