Menu
TOKAT VE SABIR
Öykü • TOKAT VE SABIR

TOKAT VE SABIR



Kendi kendini yiyordu. Kızıyor, köpürüyor, kükrüyordu. Kızgınlığından elini ısırıyordu. Gözlerinden akan yaşlar burnunun ucundan kayıyor ve kapandığı sıranın üzerine akıyordu. Başını kaldırmıyor, kaldıramıyor, utanıyordu. Kırılmıştı. Duyguları kin sabunuyla köpürmüştü.

İçinden nice düşünceler akıp gitti: Kalkacak, sınıfın ortasında ya da tahtanın önünde yakalayacak peş peşe birkaç yumruk sallayacak, başından tutup tahtaya defalarca vuracak; tokat atmanın ne anlama geldiğini gösterecekti.

Gençti. Arkadaşlarının yanında hele kızların önünde öğretmenin yaptığı kabul edilebilir gibi değildi. Nasıl olurdu? Örnek davranışları gösterecek olan o olmalıydı. Güzel konuşmanın, güzel davranmanın, güzel anlatmanın uygulayıcısı olarak nezaketle davranmalı, bunu alışkanlık haline getirmeli, öğrenciler tarafından da yapılmasını sağlamalıydı. Bu yaptığı olmazdı doğrusu.

Hâlbuki tahtaya çıkarken ne hayalleri vardı. Kalkacak, babayiğit bir yiğit olarak eline aldığı tebeşirle problemi aslanlar gibi çözecek, işte böyle çözülür diyecek, kızlara gözünün altından bir bakış atacak, onların ilgisini üzerine toplayacak, öğretmenin yanında çözülmez bir problemi çözmüş olmanın havası artacak ve neler neler olacaktı.

Hazırlığını tam yapmıştı. Benzer bir problemi defterinden ezberlemişti zaten. Soru ile defterdeki çözümün farklılığını anlayabilseydi, çıt çıkmayan sınıftan tahtaya çıkmamış olsaydı, olacakları bekleyip cesaretle ileri atılmamış olsaydı, bunların hiç biri olmayacaktı. Sınıfın huzurunda rezil olmayacak, elini ısırmayacak, delikanlı olarak ağlamayacak, ağladığını kimseye göstermemek için uzun saçlarıyla kapatmış olduğu yüzünü saklamayacaktı.

Ah öğretmen ah! Nasıl yaptın bunu? Delikanlı birine en son yapılacak ya da hiç yapılmayacak bir işti. Bu kadar insanın arasında bir gence yapıştırdığın tokat oldu mu şimdi?

Serdal, kara yağız bir gençti. Dalyan gibiydi. Kara gözleri esmer bedeniyle uyumluydu. Kalın kaşlar, dikine uzanan saçlar havasına hava katıyordu. Sürekli ütülü pantolon giyer, elbise koleksiyonu yapardı adeta. Yakışıklı olduğuna inanır, kendisini ağıra satmaktan özel bir zevk duyardı.

Tam sarasıydı. Kimsenin çözemediği problemi çözecek, havasına hava katacaktı. Ama olmadı işte. Olmadığı yetmedi bir de sınıfa rezil oldu.

Artık dayanamıyordu. Kalkacak ve birkaç yumruk atacak, hıncını alacaktı. Sonucunu kestirmeden, düşünmeden olduğu yerden fırladı. Oturduğu sıranın üzerinden atlayarak öne doğru yürümeye başladı. Birkaç sıra geçtiğinde arkasından bir arkadaşının ayağını yakalayıp çektiğini hissetti. Sıranın üzerine kapaklandı. Tekrar kalkıp öğretmenin üzerine yürümeye çalıştı.

Kulağında bir ses patladı:

“Oğlum sen ne yapıyorsun? Okul hayatın biter sakın yapma!”

Bu söz onun aklını başına getirdi. Düşündü. Kendisini uyaran ses haklıydı. Sabırlı olmalıydı. Sabrın sonu selametti. Öfke ile hareket zarar getirir, zarar üzerine zarar bina ederdi.

 Durdu ve düşündü. Yapmamalıydı. En azından sınıfta bunu yapmamalıydı. Vazgeçti.

Sırasına dönüp oturdu. İçi içine sığmıyordu. Nefes alışı hızlanıyor, göğüs kafesi inip kalkmaya devam ediyor, yüzünden ateş fışkırıyordu. Gözlerini kararttı. Kocaman kocaman açtı. Öğretmenini gözleriyle yemeye başladı.

Aradan geçen zamanda herkesin unuttuğu bu olayı Serdal unutmadı. İçinde küllenmiş olan bu közün küllerini üfleyen ateşini tetikleyen rüzgârlar estiğinde kendini tutamıyor, olmadık planlarla kafasını dolduruyor, ortadan kaldırmayı bile göze alabiliyordu.

Birkaç defa takip etmişti geceleri. Yapamamıştı. Sabırlı davranmayı bırakıp onun seviyesine düşüp kendine yapılanı yapmak istemiyordu.

Bir gece arkadaşından dönerken beklemediği ya da beklediği anı yakalamıştı Serdal. İşte bomboş bir sokaktaydı. Gece lambalarının sarımtırak renkleriyle yalnızlık içindeki sokakta o vardı yapayalnız.

Bir gece kulübünün önündeydi. Sallanıyordu. Elindeki anahtarıyla arabanın kapısını açamaya çalışıyordu. O kadar sarhoştu ki anahtarla kapıyı bile açamıyordu.

Serdal, tam sırası diyerek sokağın karşısına geçti. Etrafı kolaçan etti. Hâlâ kimsecikler yoktu. Kafasından plan yaptı. Koşacak, vuracak vuracak vuracak ve hıncını alacaktı.

Sessizce yaklaştı. Yanına varıp dikildi. Öğretmen öğrencisinin yüzüne baktı. Hiç bir şey demedi.

Serdal öğretmenine el kaldırmaktan bir anda vazgeçti. Leş gibi kokuyordu. Burnunu tuttu. Acıyan gözlerle baktı.

“Kocaman adamsın. Şu halinden utanmıyor musun?” dedi.

Öğretmen, öğrencisinin karşısında düştüğü durumdan belki de utandı. Sessizliğini sürdürdü. Zavallıydı.

Serdal, arabasının kapısını açtı. Öğretmen direksiyona geçti. Serdal, öğretmeninin durumunu merak eden cümleler kurdu.

“Gidebilecek misiniz?” dedi.

“Giderim” dedi utanç dolu bir yüzle.

Hareket etti. Serdal, öğretmeni gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı.

Öğretmenin, okulda Serdal ile karşılaşmamak için özel bir gayret içinde olduğu davranışlarından hissediliyordu.

Serdal artık meseleyi temelli olarak kapatmıştı.

Günlerden cumaydı. Salâ sesleri koridoru dolduruyordu. Serdal karşısında dikilen öğretmenine bakakaldı. Bir şey anlatmak istiyordu sanki.

“Ulan çocuk! Bana doğruyu gösterdin. Sana teşekkür ediyorum.”

Serdal olanları anlamaya çalışan gözlerle baktı. Öğretmeni konuşmasına devam etti:

“Ben senin sözlerinle yaptığım yanlıştan döndüm. O günden beri içmedim.”

Serdal,  sabırlı davranmasının karşılığını aldığını düşündü. Sevindi. İçi içine sığmadı. Öğretmeninin boynuna sarıldı. Öptü.

Diğer Yazıları