Menu
MEVSİMLERDEN SONBAHAR AYLARDAN KASIM
Öykü • MEVSİMLERDEN SONBAHAR AYLARDAN KASIM

MEVSİMLERDEN SONBAHAR AYLARDAN KASIM



Mevsimlerden sonbahar, aylardan ise Kasım’ın biri...
Kırkına yaklaşmış  Selim Bey,  bu gece geçen günlerini düşündükçe bir hüzün kaplıyordu yüreğini... Doğum günüydü bugün. “ Hayatta  neredeyse bir kırk yıl yaşamış ve kırk yıl daha yaşaması da Allah bilirdi  lakin  mümkün görünmüyordu. Ne anlamıştı  ki bu hayatından? Geçen gün ömürdendir misali, her gün bir nefes daha gidiyordu fakat erbain olabildim mi, olgunlaşabildim mi olmam gerektiği kadar diye düşündükçebir iç geçiriyordu.

Şimdiye değin okuduğu kitaplarda kırk yaş için “kemal”, yani “olgunluk yaşı” olarak bahsediliyordu. Bu yaşa kadar insan gelişimini tamamlamalı ve meyvelerini toplama zamanı gelmeliydi. Oysa Selim Bey halinden pek hoşnut olmayan bir tavırla; “Kırk yaşındayım ve şu halime bak!..  Öyle insan vardı ki daha yirmi beşinde erbain...Öyle insan da vardı ki, daha sekseninde dahi buluğa erememiş... İyi ama "Ya ben?.." diye; kendisi ile bir girdiği vicdani hesaplaşmanın getirmiş olduğu ruh haliyle kendini yeniden irdeliyordu...

Hayatını anlamlandırmak ve geride, fani hayata baki meyveler vermeyi ve ardında amel defterini kapatmayacak, sadakay-ı cariyeler bırakmayı arzu ediyordu...Bu düşünceler içerisinde:


"Kalk ey nefsim, büyükler ne demişler; 'Gönül evinin taşını, gözyaşı elmasıyla delmelisin!..
Yanmalısın!.. Yanmalısın ki ateşini söndürecek ab-ı hayat suyu yetişsin.


Her an ömürden bir nefes gittiğine, nefesler de sayılı olduğuna göre, ne yapmalı, nasıl
yapmalıydı da bu boş ve anlamsız hayatı anlamlı kılmalıydı?” " diye yine mırıldandı hafiften...

Evi hastanenin hemen yanı başındaydı. Gecenin sessizliğini adeta yararcasına bir bebek ağlaması geliyordu doğum hane tarafından. Gecenin hüznü matem gibi içine çöküvermişti birden. Hasta ve yalnızdı bugün. Ne bir hatırlayanı ne de soranı olmuştu. İşte öylece bir doğum günü... Yapraktan eksilen bir yıl daha... Bir yıl daha ölüme yakın...

 “Her gün bir göç kervanı geliyor ve birilerini getirip, birilerini götürüyor görmez misin ki?" diye düşünmeden de edemiyordu.. Birden bire doğum gününde, adeta son günü yaşıyormuş gibi bir ayrılık hüznü çöreklenivermişti yüreğine...

En çok sevdikleri bile belki unutup gitmişti bugün kendini. Herkesin sıkıntı ve sevincinde arkadaşı olmaya çalışırken, kendi mutluluk ve hüznünü paylaşacak birinin olmayışını hazmetmek kolay değildi. Beklentilerin son notaları  nefsinin sızısıyla üş-u huruşa geçmişti. Alışkındı unutulmaya lakin, yine de bir iki dost, sadece bir iki gönül dostu unutmaz beni derdi... Ama unutulmuştu işte... Beklentilerin son kırıntılarını da silmeliydi gönülden. Unutulmalı öylece unutulup gitmeliydi... Adeta hiç yaşamayan biri gibi.. Namsız ve nişansız...

Bu karanlık gecede odasındaki kütüphane raflarının birinden, kendisine arkadaşlık edecek rasgele bir kitap seçti. Bu kitap, “ Sadi'nin Gülistan’ı” idi. Rasgele seçtiği bu kitaptan yine rasgele bir sahifeyi açıverdi ve  okumaya koyuldu:

"İnsanoğlu bir göç kervanıyla yola çıkan ve azığı olmayan kimse gibidir.." sözüyle karşılaştı. Bir müddet bu sözü derinden tefekkür etti.Sonra;


“Hım!.. Büyükler bu sözleri boşa dememişler" diye söylendi ve halinden utandı; bir iki damla gözyaşı süzüldü göz pınarlarından...  Bu yoğun düşünce dalgasının etkisiyle:
"Göç sabahının tatlı uykusu, yolcuyu yolundan alı kor" diye, hayıflandı geçen yıllara....
 Derken, inci gibi bir sözü daha okudu elindeki sahifeden:

"Dünyaya her gelen, yeni bir bina yapıyor ve konağını bir başkası için boşaltıp, gidiyor...” Bu cümle yeni bir tefekkür deryasının kapısını araladı. Eskilerin söylediği her bir sözün bir  tecrübenin mahsulü olduğunu bir kez daha idrak etti.

“ İlle de bunu idrak etmem için kırk yaşına gelmiş olmam mı gerekiyor” diye mırıldandı. İnsanoğlunun koşuşturmalarını düşündü. Hemen her biri, hiç kullanmayacağı şeyleri alıp, hiç oturamayacağı evleri inşa etmiyor muydu?.. Sonra her biri de bu dünyaya aynı hastalığa yakalanmış olarak gelmiyor muydu?.. Tamamlayamayacağı binayı yapmaya kalkıyordu vesselam... Bunlar da elbette yapacaktı ama,kalıcı olarak hangi çiviyi çakıyorduk ki... İlle de bir bina tamamlanacaksa o seyr-i süluk binası olmalı değil miydi? O halde bir şeyler yapmalı ve kalıcı olmayan değerlere bel bağlamayıp, hak edene hak ettiği değeri vermeli, yani hikmetle muamele etmeli değil miydi?.." diyerek, gecenin sessizliğinde, fırtınası dinmiş ama hüzzam deminde bir deniz misali düşüncelere daldı.

Gece her yer ne kadar da sessizdi. Bu sükunet deminde kitabını okumaya devam etti... "İnsanlar uykudadırlar; ölünce uyanırlar", sözünü okudu... Gülümsedi... Adeta satırlar da sadrından gelene eşlik ederek ruhani bir rezonansa dönüşüyordu sanki.. Hala sözünü kalemini kullanmanın zamanı gelmedi mi diye hayıflandı kendince...

İnsanı diri kılacak ahiret azığını insan bu günden göndermeli ve fani hayatı baki kılmak için ardında  sadakayı-ı cariyeler bırakmalı eğil miydi?..

Fakat insanoğlu öylesine aceleci ve bencildi ki hç borç vermez; peşinciydi... Yoksa niçin daha bu dünyada ulaşmak istesindi ki muradına....


Bunun gibi zihninden geçen birbiri ardına nice düşümünce dolaşıyordu zihninde onu  ürkütürcesine... “Sadece gecenin karanlığı mı bana bunları düşündüren?" diye irkildi birden...
Gece kadar karamsar ve derin... Ama şafak kadar yakın ve umutlu...

Odasının penceresine yaklaştı ve perdeyi araladı. Gökyüzünü seyretti bir müddet. O sırada geceyi bölen fecrin şavkını izledi gökyüzünde. Bu gece nasıl ki, adeta bir ölüm anı ve sonbahar gibiyse; bu şafak ve onu izleyen günün ilk ışıklarıyla birlikte bir dirileşe dönüşecekti  adeta zaman... Sabahla birlikte birkaç saat  önceki karamsar fikirlerin yerini de azim ve kararlılık alacaktı belki o zaman... Bunu hissediyordu. Ama hissettiği bir başka şey vardı ki  hüzün hep bir kenarda baki kalacaktı. Zira sazlıktan kopmuş kamış, nasıl iyi olabilirdi ki aslına rücu etmedikçe... O da ayrı düşmüştü bir kez yardan... “ İnleyen bir ney ve nameyim notaya dönüşen neyin namelerinden... Neyin namelerinden ... Ney nameden... “ diye mırıldandı...

Hayatını yeniden düzenleyip, anlamlandırmaya karar vermişti. Hayata ne fazla sarılmalı, ne de karamsarlığa kapılmalıydı. Gökyüzüne yeniden baktı... Zaman akmış ve Güneş artık gökyüzünde öylesine pırıl pırıl parlıyordu ki, sanki Kasım değil de Temmuz ayı imişcesine kendini  olanca haşmetiyle hissettiriyordu. Birkaç saat önce gece ve doğum günü düşüncelerini yönlendirirken, bu defa da Güneş idi muhayyilesini harekete geçiren...

" İnsanoğlu güneş karşısında eriyip gitmekte olan kar gibidir." sözünü hatırladı  o an. Ömrümü gaflet içerisinde geçirmeyip , dünya ticaret hayatında yerini alabilmek için, pazara eli boş girmemek gerekli ...

Ahiret için azık toplama vakti deyip, düşmeli yola...

Yola girmeden nasıl düşülebilirdi ki...

Yola girmek ve menzile yürümek vardı...

Yoksa yola girip de ortasına oturmak vardı ya yürümek yerine...

Sonra da varmak menzile...

Sessiz köşesinde dururken içindeki ses devam ederek fısıldadı zihnine şunu sessizce:

"Yarın ölüm haberi geldiğinde, istesen de istemesen de sesini kısmak zorunda kalacaksın Ağızda dil dediğimiz şeyi kapatırsak, kim ne bilecekti orada ne olduğunu?

 Hünerli kimsenin hazinesinin anahtarı değil midir dil?

O halde kapalı iken kim ne bilecekti?

İnsanı bir bahçenin içindeki güle benzetirsek, gülün mevsimi de kısa ise tıpkı hayat gibi; o halde fani olan dünya için görünse bile, baki bir hayatın tarlası olsundu... Fakat mutlaka bu tarla, zamanın dönüşüyle bir cennete dönmeliydi. Sonbaharla birlikte çiçekleri dökülüp de, bozguna dönen bir tarla olmamalıydı.

İşte böylece koyuldu yola...

Varmak için menzile...

Yol muydu, çizgi miydi bilinmez..

Belki de kıldan ince, kılıçtan keskin bir çizgiydi bu.

Bu niyetlerle başladı kalem yazmaya, dil konuşmaya, gönül anlamaya, kalpse duaya...

Aklı dedi ki ol demde:

"Gönlünde yine dünya sevgisi mi var? Ha öyle şöhret ha böyle şöhret...”


“Gönlü cevap verdi adeta mirac ederek, sanki huzurda:
"Bilmez  misin ey aklım, insanlar mutlaka hiçbir şey yapmasalar da anılırlar; ya bir nefreti peşine takarak , ya bir sevgiyi zamana taşıyarak..." [1. Bkz.. CANBAZ  Dıraga Sevda; Bir Kardeşlik Ülkesi; muştu yay)]

İşte bu düşüncelerle başladı kalem yazmaya. Arzulayıverdi gönlü, katılmaya sevilenler kervanına...

Sevmeli sevilmeliydi...

Hatırlanmak istedi gönlü Musalar gibi, Zekeriyalar gibi, Meryemler gibi..

İstemedi gönlü, Firavunlar gibi, Nemrutlar gibi, Hamanlar gibi, Karunlar gibi anılmayı...


Sonra kendince bir şeylere karar vermiş olduğu bir tavır içerisinde:
"Tabii ya!... Sözün yoksa sükut altındır evet!..

 Fakat insanın söyleyecek sözü olmalıydı dünyaya.!..

Söyleyecek sözü olanın sükutu, saf altındır posasından ayrılmayan.

Kişi ne kadar söylese de kelimeler sığmazdı... Mürekkepler yetmezdi...

Hele de gönül  o ezel sultanına neler sunmak istemezdi ki ...


Niceleri sığdıramadılar o gönül sultanını ne satırlara, ne sadırlara,
ne kainata ve ne de akla...

Ah!... Deyiverdi bin bir ulvi özlemle ve o "ah" sözcüğü dilinde şiir odu akıverdi sadrından satırlarına... Kalem ve mürekkep oluverdi duygularına tercüman:


" Anlatmakla bitmez ki benim sevdam!...
Sadece kısık bir “ahh” sesi işitilir mi başkalarınca bilinmez  ama

Çıkar  taa semaya... 

Sen melekuta özenirsin, diğer mevcudat sana...


Asıl yangın O'nadır, yüreği kavururcasına...
Sen o yangında görürsün kendini bir hiç olarak...

Bir hiçsin, ama arşa gebesin...


Niceleri yandı "O" yüce sultanın aşkına...
Yan, yan ki; ene ego? kalmasın.
Bir zerre ol ki elifin yanında, o zaman bir hiçe dönersin.
Lakin o hiç, O birin arkasında değer kazanır...
Sonra On derler, yüz, bin ve sonsuzca..
Besmeleli olmak da bu olsa benim zannımca...”

Birden şiir burada kesildi. Kalem durdu. Mürekkep bitti adeta...


İman, elektrik kesildiğinde devreye giren bir jeneratör gibiydi sanki....
Sonra birkaç cümle daha geliverdi ve satırlarına devam etti:


"İşte ebedileşmekti belki dedik ya bu kişinin dileği...
Bu duygu değil midir, Belkıs'a heykelini,
Sargon'a Babil'ini, Firavun'a Piramitlerini yaptıran?..
Fakat iman olmadıkça


ve zülüm söz konusu olunca her şey boş...
Anılırdı insan küçücük çocukların dahi nefretini taşıyarak.
Bizdeki de ebedileşme tutkusu değil midir ki ?...
Yoo!.... Ama Firavun gibi değil.
Ene ve zerreden müteşekkil bir elif(I) gibi.
Onunla değer kazanırım ben, kendimden değil değerim.
Ay, Güneşle anlam kazanır;


ondan aldığı ışığı yansıtır,
yıldızlar da...
Ben de bir ışık gördünüzse sakın ha, aldanmayın!
O çook büyük bir kaynaktan almaktadır, küçük ve cılız mumunu...
Fakir bu uğurda küçücük bir mum olsam, bu çizgiyi gösteren;
işaret taşlarında kaybolmak üzere olan insanlara.
O Peygamber (s.a.v.) ve diğer nebiler,
Ay ve yıldızlardır; yeryüzünü aydınlatan
ve menzillerini görebilsinler diye yön veren."
Burada anlatılan adam kim mi diyorsunuz? O gah ben olurum, gah sen!..

Selim bey gönlü hem biz hüzzam hem bir muştu, hem de bir ruhani şölen beklercesine şimdilik noktaladı satırlarını... Acaba gelecek miydi, yakın mıydı özlenen...

SEVDA

1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.

Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir. 

Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.

Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)

Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.

Daha fazla görüntüle