Ne geçmiş ne de gelecek kaygısı vardı aşk olduğu zaman. Yalnızca an var o anda yaşanan. Gönül tellerini titretip de ondan mülhem sesler çıkaran. Eksikleri tamamlayan, bütünleyen o an var ya Aşkın o muazzam iksiri yüreği ve tüm bedeni sarıp, Sadırdan satıra taştığı an…
Denizin dalgaları adeta sevgilinin yüreğinin coşkusunu getirir gibidir... Dalgalar kabarıp da dev gibi büyüdüğünde, ayrılığa isyandır sanki o an... Hoş bir nağmedir okşuyormuş gibi dalgalar kıyıya vurduğu zaman... Adeta bir tesellidir sevgiliden o an. “Arada bu koca deryânın olduğuna bakma sakın; Sevgim sonsuzdur zaman ve mesafeden âzâde, dalgaların ritmini dinle... Söyleyecek sana sevgimi…” dercesine an be an...
İngilizce romantik bir parça “Portofino”yu hatırlatıyor bana nedense dalgalar... Kim neler yazmamıştı ki aşk üzerine... Nasıl da kıpır kıpırdır yüreğimiz; boğum boğumdur sesimiz heyecandan… Dilimizin tutulduğu, gözlerimizin alev olup konuştuğu an var ya susar kelimeler... Anın güzelliği yaşanır sadece... Hangi âzâ tercüman olabilir ki o anda gönle?
Kelimeler gereksizdir; bakışlar derin…Ötelerin ötesini ve derinliğin sesini getirir gibidir yüreğin. Başka her şeyin sustuğu ve unutulduğu, aşkın zikrini yüreğinin duyduğu; gönüldeki “tik tak” sesleri ile aşkın en yoğun zuhuru... Hangi kelime yetişir ki gözlerinin ve yüreğinin diline. Yahut vücudunun zikrine... “Halk bâtın olmuştur o zaman seven gönülde... Halk zâhir olduğunda ise sevgilidir bâtında kalan aşığın gönlünde… “Merâtib-i Tevhidi” de böyle mi algılamak gerek acaba derinden diye düşünmekteyim zihnimce bu dem…
Lise birinci sınıfta bir edebiyat dersinde; anlatıyordu hocam aşk-ı Fuzuli’ den ve sonra da Leyla vü Mecnun’ dan bir dem... İşte o dem âşık olduğumu düşünmüştüm “aşkın kendisine” derinden; diye düşünürken… “hayır hayır” dedim kendimce... Daha önce zannedilmesin ki yoktu bu iksir bende; zuhura çıktığı andı o dem sadece. Zira vardı daima bu özlem... Lakin “Aşk Edebiyatı’nı işlediğimiz bu dersten sonra, gönül arzulayıverdi onların aşkına denk bir aşkı lâkin; sonu güzel biten, kavuştuğunda bitmeyen. Tanıdıkça daha da çok seven ve bir üst aşka terâkki ettiren. Eskimeyen, eskitilmeyen, ulaşınca hovardaca tüketilmeyen…
“İyide nerede bulunacaktı Mecnûn gibi bir âşık?” Yürek ister Mecnun olmaya... Her yüreğin harcı mı bu ulvi aşkı tatmak? Tüketiveriyordu hovardaca aşkı insanlık dedim içimden… Anladım ben Leylâ’yım lakin, Mecnûn nerede? Her karşısına çıkanı Mecnûn zannedenin, Sevgisi de tüketilir ve yitirir miydi insan aşkı o dem? Ne tükenen ben olayım ne de aşkım derinden…Yüreğim kıpır kıpır, gözlerim alev alev adeta bir aşk denizinden… Dudaklarımdan düşmeyen bir sevdanın adı: “Leylâ ve Mecnûn…” Lâkin benim aşkım kim? Adı kiminle söylenen?
“- Yoo... Ama o benim mahremim, yalnızca içimde olmalı, dillerde söylenmeyen... Aklı başında, temkinli ve idrakli... Tutsak etmemeli...Tutuklamamalı... Deli divane belki ama uyandığında bir serap görmüşüm meğer, “nereden sevdim bu zalim kadını, bu zalim adamı” dememeli... İyi ki sevmişim, iyi ki yollarımız kesişmiş, iyi ki sevmişim bu güzel insanı. Renksiz hayatıma bir renk, sevgisiz hayatıma sevgi, monoton dünyama bir ışık getirdi. İyi ki girdin dünyama, iyi ki gönlüme yoldaş oldun” demeli diyecektim ki bu tam olarak oturmadı gibi geldi tanımıma... Zira gönülde varsa eğer aşığın, yoldaş mı olunur? “Sen O’sun zaten O ise sen! Ama ne aynın gibidir senin ne gayrın gibi… Zira aynı gönüllerdeyse eğer bitişiktir kalpler…Ayrı bedenlerde de olsa ruhta tek... Yahut aynı bedende can olmalı… Mesafeler ayırır mı sanıyorsunuz ki o bileşik kapları... Öyle muazzam bir üretim başlar ki, artırır da artırır, çıkıverir zuhura, en ince, hassas ve estetik duyguları…
Gün olur bir şairin titretiverir gönül telini en çok söylenen bir şiir olur dolaşan dilden dile... Gün olur titretiverir bir yazarın gönlünü, zevkle okunan bir roman olur dolaşan elden ele. Gün olur titretir bir bestekârın gönül telini, Söylenen bir şarkı olur dilden dile... Gün olur bir neyzenin gönül sazından Üflenen bir nefes nağmelerde... Bir ses, bir bakış, bir akış baki kalan gönüllerde...
“Leylâ Mecnûn oldu” adı onunla anılan. “Züleyha Yusuf” oldu adı Yusuf’ la söylenen... Rabia Mevla’ya kavuştu, oldu aşıklara bir rehber, adı kaldı sadece dillerde söylenen… Eğer bir adet sıfırsak birin yanında, on derler, yüz derler, bin derler ve sonsuzca... Kutup yıldızı olup göklerde, Yolculara doğru yönü gösteren... Işığını kendinden değil aşkından alan... İyi de böyle bir Mecnûn bulmadıkça, platonik bir aşk yaşayacak kişi miyim ben?
Aşk tek değil çift boyutludur yaşanan... Seven ve sevilen vardır bir gönülde...
Bir mektup varsa mutlaka zarfta olmalı değil mi? “Zarf mazrufsuz olur mu?
Leyla Mecnun’suz, Yusuf Züleyha’sız…Olur mu hiç dostlar sorarım size?
Muhip vardır elbet seven gönülde…Aşk bir habbedir gönülde yol bulur muhabbete...
Muhabbetten ise gidilir mârifete... Ya Mûsa, olur mu hiç Hızırsız?...
Muhammed (s.a.v) Buraksız ve Cibrilsiz; balık susuz, derya balıksız?..”
Sonra Divan Edebiyatı, Halk Edebiyatı derken, konu geliverdi bir derste Tasavvuf Edebiyatı’na…
Yeni bir adım attım aşkı öğrenmeye bir başka boyutuyla... Yunus’u tanıyınca gönül arzu duydu bir Yunus olmaya... Bir Yunus ol ki Allah’a vasıl olmadıkça durulma. Bir damla ol ki deryaya kavuşmadıkça sükûn bulma...
Ah!... Ne bitimsiz bir özlemdir burunda tüten... Bir alev ki beni benden alıp, Mevla’ya götüren…
Aşk ki; şarabından içip damla olmak ve sonra deryada sükûn bulmak...
Tüm zerrelerinle onda bitip, yitip gitmek ve yeniden onda dirilmek...
Leyla’yken adım, oldu bu demde Rabia... İyi de her yeni aşk eskisine hakaret midir?
Oysa çıktığımız merdivenleri yıkıp gitmek midir vefasızca…Hayır değil elbette, sevgi daha da derinleşmekte… Mecaz bir köprüyse hakikate yol bulmaya… Vefasızlar ise yıkık köprü misali, vasıl olamazlar elbette hakikate…
Ah!.. Aşk! Hayatın en güzel şeyisin sen! Seni taşımak için kap gerek! Seni tatmayan yürek, yürek midir ki? Olsa olsa taşa denk!
Ne zor şeymiş meğer aşkı anlatmak… Sadırlarda yaşarsın derûnice, satırlara aktarırsın kifâyetsizce...
Aşk: yani hiç; yani hep...
1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.
Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir.
Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.
Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)
Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.