Dalgındı. Baygın gözlerle baktı tabelalara. İçerde kalan caddelere hatta ara sokaklara kadar…
Kendi kendine söylendi. “Bu kadar yabancılaşmak, kendi kültürümüze kepenkleri kapamak, tabelaları yabancı dille yazmak ne kadar ayıp!” Yozlaşmanın en bariz örneği, diye devam etti.
“İl Hıfzıssıhha Kurulunun duyarsızlığına kızdı sonra da. Bu kadar kalitesiz kömür kullanılırsa, daha kışın başında oluşan hava kirliliğinin sonu ne olacak.” derken kendini bisikletin üzerinde zor tuttu. Ancak bir araba geçecek kadar sokağı daraltan otomobillerin arasında kaldı. Karşıdan gelen Mercedes marka otomobilin gösterişli gelişi karşısında şaşaladı. Gözü Mercedes otomobile kaydı. Durmak istedi duramadı. Kenara park etmiş otomobil ile Mercedes arasında sıkıştı. Yapacağı bir şey yoktu.
Yok yabancı kelimelerle bezeli dükkan tabelalarıymış, yok hava kirliğiymiş, yok gelişigüzel parkeden otomobillermiş… Sanki çözüm makamında kendisi vardı da düşünüyordu. Bu ilin kültür müdürlüğü, bu ilin hıfzıssıhha kurulu, bu ilin trafik polisi ve zabıtaları vardı…
Bisikletinin üzerinde bunları düşüneceğine önüne baksaydı ya! Geçerken Mercedes’i bir uçtan bir uca bisikletinin direksiyonuyla çizdi.
Çizilen Mercedes değildi de içiydi, duygularıydı, cüzdanıydı, aldığı maaştı, çocukların rızkıydı…
Ne yapacağını bilmedi. Aslında yılların öğretmeniydi. Olaylar karşısında soğukkanlı olmayı yıllarca söyleye gelmişti. Ama gerçekler öyle olmuyordu. Yaşarken duygular farklı ortaya çıkıyordu. Yansıması farklıydı. Çağrıştırdığı düşünceler de farklı…
Gerçeklerle yüz yüze kalmak, yüzleşmek zordu. Maaşı belliydi. Bir bisikleti vardı. Üç tane çocuk ve onların okul masrafları… Atadan kalan bir şey yok. Bir öğretmenlik maaşı hepsi o kadar. Karşısındaki Mercedes’ti kaç maaşını verse ödeyemezdi.
Tedirginlik içinde bakakaldı. Şaşkınlık gözlerinden yansıdı. Ödeyeyim dese; nasıl ödeyecekti…
Bekleyecek ve sonucuna katlanacaktı. Çizilen içiydi. Ve telafisi arabadan inecek olan adama bağlıydı.
Mercedes’ten inen iri yarı adam üzerine yürüdü. Adamın yarısı kadar olan yapısıyla iyice sindi. Kenara kaçmak istedi, kaçamadı. Adam yakasından tuttuğu gibi kaldırdı. Ayakları yerden kesilince kendisini boşlukta hissetti. Adamın niyeti kötüydü. Gözleri kızarmıştı. Kaşlarını çatmış ha bir bağırıyordu:
- Ne yaptın lan sen?
Hiçbir şey diyemedi. Sadece içinden geçen korkunun etkisiyle etrafına bakındı. Gözleri kendisini bu halde görmesini istemediği bir öğrencisini aradı. Gözüne tanıdık kimse takılmadı. Kısmen rahatladı.
Artık olayın akışına bıraktı kendini. Adam yakasını bırakmadı. Durmadan salladı, hırpaladı, bağırdı çağırdı.
Etraftakiler koşuştu. Tiyatro oynanıyor da seyrediliyor gibiydi. Birkaç kişinin dışında herkes seyirci kalmayı tercih etti.
Oradan geçmekte olan biri daldı kalabalığın arasına. Manzara karşısında dondu kaldı. Arkadaşıydı. Birlikte konuştuğu, oturduğu, kalktığı arkadaşı Ali Rıza.
Koştu, adamın kollarından tuttu. Adam o kadar güçlüydü ki, bana mısın bile demedi. Can havliyle bağırmada buldu çareyi:
-Duuuur be! Ne yapıyorsun sen?
Adam bu ses karşısında irkildi. Şaşaladı. Baktı kaldı. Seyredenlerden de hiç ses çıkmadı. Şehrin gürültüsündeki bu sessizlik anı ilginçti.
Adam yakasından tuttuğu Ali Rıza’yı bıraktı. Ali Rıza, dayak yemekten son anda kurtulmuştu sanki. Derin bir nefes aldı. Arkadaşını Allah göndertmişti buraya. Ne kadar şükretse azdı. İçinden “şükürler olsun” cümlesini sayısızca tekrar etti. Bu yaşta dayak yemesi onu mahvederdi. Çocuklarının yanında, öğrencilerinin yanında durumu ne olacaktı?
Adamın elinden kurtulmasının verdiği rahatlıkla haklı olduğunu anlatmak için konuşmaya başlayınca arkadaşı işin bozulacağını düşünerek:
-Defol git şuradan, konuşup durma, dedi.
Ali Rıza, arkadaşı Latif’in ciddiyetini görünce yerdeki bisikletini alıp oradan uzaklaştı.
Arkadaşı Latif, bütün dikkatleri üzerine çekmişti. Adam da anlamsız gözlerle baktı Latif’e. Ne hakla bağırıyordu. Zaten burnundan soluyordu. Tam sırasıydı. Bütün kızgınlığını bitirecekti. Bisikletle kendine çarpan adama birkaç tane vuracaktı…
Latif ağır ağır ve olgun bir konuşma yaptı. Koca koca adamların meseleyi konuşması gerektiğini, kaba güçle hiçbir şeyin çözülemeyeceğini anlattı. Adamın, Latif’in latif konuşmasından yumuşadığı belliydi:
- Hacca gidecektim önümüzdeki hafta. Şimdi bir de bu iş çıktı.
-Bak hacca da gidecekmişsin. Hac sabır işidir. Senin sabırlı davranman gerekirdi.
Adam cevap vermedi. Latif, konuşmasını sürdürdü:
-Sen bu işi abartma! Bu adam her şeyini satsa; seni ödeyemez. Kiminin parası, kiminin duası derler. Bu adamın da duasını alıver gitsin.
Adam hiç itiraz etmedi. Sessizliğini korudu. Bir süre sonra:
-Benim için para önemli değil, dedi.
-Peki o zaman mesele ne?
-Bilmem ki, acelecilik işte. Arkadaşı dinlemem gerekirdi aslında. Sabırsızlığımın sonucu bu…
Latif, adama:
-Arabaya bin de bir şey anlatayım sana, dedi.
Birlikte arabaya bindiler. Onlar arabaya binince etraftaki seyirciler de dağılıp gittiler. Latif’in gözlerinin içi gülüyordu. Gülümseyen yüzüyle anlatmaya başladı:
-Bir arkadaşım Murat marka otomobili ile giderken bir Mercedes’e arkadan çarpmış. Kaza bu, geliyorum demez ki. Bilerek de kimse kaza yapmaz. Arabadan inmişler. Arkadaşın yapacak bir şeyi yok. Çaresizlik içinde elindeki arabanın anahtarını Mercedes’in sahibine uzatmış:
-Abi buyurun sizin olsun. Valla ödeyecek hiçbir şeyim yok demiş. Mercedes’in sahibi adama gülmekle kızmak arasında kalan bir ifadeyle bağırmış:
-Defol git lan şerifsiz, demiş.
Arkadaş o kadar mutlu olmuş ki:
-Abi Allah razı olsun!
Yanındaki biri hemen müdahale etmiş:
-Lan sana sövüyor, sen dua ediyorsun, demiş. Arkadaş da “Ben bu adama dua etmeyeyim de kime dua edeyim, hayatımı kurtardı.” demiş…
Arabanın içindeki hava iyice yumuşamıştı. Adam kahkahalarına engel olamadı. Latif’ten ayrılırken:
“Ben arkadaşa hakkımı helal ettim. Söyleyin de bana hakkını helal etsin.” dedi.