Yılların tecrübesiydi yüzlerinden yansıyan. Hepsinin gözlerinde dinledikleri konuşmanın farklı yansımaları vardı. Ahmet Bey, Ayşe Hanım, Zeynep Hanım, Mehmet Bey...
Müdür Bey öyle içten anlatıyordu ki, herkes kendini anlatılanların kahramanı sanmaya başladı.
- Bir masal vardır. Hani hepimizin bildiği. Çölde yalnızsınız. Yapayalnız. Ne bir yeşillik, ne bir kuytu, ne de bir sığınacak yer... Her taraf çöl... Sağınıza bakıyorsunuz sadece kumdan bir boşluk açılıyor önünüzde, solunuza bakıyorsunuz kum okyanusundan başka bir şey göremiyorsunuz. Önünüze kumdan bir halı serilmiş sonu görünmeyen, arkanızda çöl sıcağının ateşlediği kumların sünen alevleri ile şekilden şekle giren kum yığınları...
Mahmut Bey bir anda kendini bu ortamda hissetti. Tepesinde güneş, ayağının altında gıdıklayan, yakıp kavuran kumdan bir yol. Gittikçe hararetini artıran sıcaklık beynine işleyerek bulgur bulgur dökülen terler boşanıyor.
Mahmut Bey acizliğinin ıstırabı ile kavruluyor, çırpınıyor... Bir kurtuluş arıyor zihninde, dinlenecek bir yer hayalinde yürümeye devam ediyor. Tam bu sırada geriye dönüp bakıyor. Beklemediği bir durumla karşılaşıyor.
Çöldür burası, seraptır belki düşüncesiyle gözlerini ovalıyor birkaç defa. Tekrar dönüp dikkatlice bakıyor geriye.
Son surat koşmaya başlıyor. Geriye bile bakmadan, nefes almadan hızını artırıyor. Çaresizlik içinde çaresizliğin gerçek yüzünü yaşıyor, görüyor...
Arkadan gelen kendisi ile arasındaki mesafeyi kapatmaya başlıyor. Son bir çare diyerek bütün gücünü ortaya koyup bir gayret daha gösteriyor.
Birden bire bir kuyu geliyor karşısına. Sığınacak başka bir yer bulma ihtimali yok olduğundan kuyuya girmeyi düşünüyor. Tam kuyuya atlarken dipteki ejderhayı görüyor. Ama iş işten geçiyor. Artık geri dönüşü olmayan bir iş yapıyor.
Bir de ne görsün! Kuyunun taşları arasından beslenen, oraya tutunuvermiş bir ağacın dallarının üzerinde kalıyor. Derin bir nefes alıyor. Kurtulduğunu düşünüyor. Dala sımsıkı sarılıyor. Bir anda hayatta kalmasına seviniyor.
Kafasını kaldırıp kuyunun ağzına baktığında, bütün heybetiyle, güneş ışıklarının etkisiyle altın rengine dönüşmüş sarı yeleleri ile bir çöl aslanının ihtişamına bakakalıyor. Kuyuya atlamış olmasına, kurtulmuş olmasına yeniden seviniyor sınırsızca.
Zamanının ilerlemesi sevincini kursağında bırakacak gibi duruyor. Uzun yeleli çöl aslanı kuyunun başından ayrılmıyor. Dipteki ağzı alev saçan ejderha da çıkardığı sesle kendisini beklediğini, beklemeye devam edeceğini duyuruyor.
Mahmut Bey dala olanca gücüyle asılıyor, sarılıyor, bırakmamacasına tutunuyor... Biri beyaz biri siyah iki fare peydahlanıyor. Mahmut Beyin tutunduğu dalı kemirmeye başlıyor. Mahmut Bey çok telaşlanmıyor. Bu iki minik farenin dalı kemirip koparması için uzun zamana ihtiyaçları olacağı düşüncesi onu rahatlatıyor.
Bu karmaşık duyguların verdiği usançtan kurtulmak için geçmiş demlere gidiyor, yaşadıklarını düşünüyor...
Bir öğrencisini hatırlıyor. Yüzünde buruk bir sevinç belirtisi yayılıyor. Kuyunun loşluğunu kısmen hafifletiyor. İçinde güzel duygular oluşuyor. Kan ter içinde kalmasını unutuyor. Gözleri parlıyor.
Ahmet gözünün önüne geliyor. Defalarca onu düşünüyor. Hastalanmış acilen hastaneye kaldırmışlardı. Yarı baygın gözlerle başındaki doktoru dinliyordu.
- Hocam ben Ahmet! Öğrencinizdim. Bana insanlığı siz öğrettiniz. İyi insan olmamızı tavsiye edip ahlaklı davranışların güzelliğini gösterdiniz. Hayatta imanlı olmanın gerekliliğini siz gösterdiniz. Hep “edepli, şahsiyetli, ahlaklı ve dürüst olun” diyordunuz; öyle olmaya çalıştım hocam. Size minnettarım, Allah razı olsun hocam, diyerek sözlerini devam ettirirken, mütemadiyen Mahmut Beyin eline sarılıp öpüyor, öpüyor, öpüyor ve “hakkını helal et” derken hayatına yön veren, okuma alışkanlığı kazandıran ve çalışma azmi bahşeden birine yapılması gerekeni yapıyordu. Bu arada herkese emirler yağdırıyor “Bu benim hocam, çabuk olun!” diyordu...
Mahmut Hoca bu esnada ağzına bir parmak bal çalındığını hissetti. Bal ile yalandı biraz. Devamını bekledi; bulamadı, gelmedi, yoktu...
İkincisini bekledi. Yine yoktu. Birden kendine geldi ve kollarındaki zayıflayan dermanının yerine geldiğini düşündü.
Biraz rahatlamış, yukarıdaki ve aşağıdakilerin beklemelerine gülerek bakmıştı. Zaman ilerledikçe kollarının dermansızlığı hissediliyordu. Fareleri de göz ucu ile takip ediyordu.
Aşağıya düşme korkusu ve kendini bekleyen ejderhanın hırıltılı sesi kulaklarında daha çok duyuluyor, bazen tehdit edildiği hissiyle irkiliyordu.
Bu defa hatırladığı öğrencisi Hüseyin’di. Zayıf yüzü, kavrulmuş teni gözünün önünde dev bir ekrana yansımış gibi duruyordu. Masum, sessiz, durgun ve umutsuzdu.
Bir defasında pazarda görmüştü onu. Bir kamyonun üzerinde sebze satıyordu. Güneş kavruk yüzünü iyice yakmış, sadece gözlerinin akı ile “ben buradayım” diyordu. Kendisini görünce kamyondan bir atmaca hızıyla atlamış Mahmut Beyin eline sarılmış ve öpmüştü. Mahmut Bey, Hüseyin’i hemen tanımış ve hal hatır sormuştu.
Hüseyin içinde bulunduğu zorluğu anlatırken Mahmut Beyin gözleri dolmuş, zaman zaman gözlerini kaçırmıştı öğrencisi Hüseyin’den:
- Hocam! Sizin bize verdiğiniz dürüstlük dersi ile bu hayata tahammül ediyorum. Sabırlı olmayı da siz öğrettiniz. Zorluklara katlanmayı ve zorluklarla mücadele etmeyi de siz verdiniz. Ahlaklı olarak kazanmak, az da olsa ahlaklı kazanmak gerektiğine siz inandırdınız. Her şeye rağmen zorluğa, yokluğa rağmen hayattan bıkmadım, usanç duymadım, şükrettim. Bütün bunlar sizin sayenizde oldu hocam. Allah sizden razı olsun...
Mahmut Bey sebzeleri alıp oradan ayrılırken geriye dönüp baktığında Hüseyin yere dökülmüş olan ıspanak parçalarını eve götürmek için bir poşete topluyordu. Fakirlikten utanmıyor ve umut dolu gözlerle sabır ve şükür gemisine biniyordu.
Bir anda bir parmak daha bal çalındı ağzına. Ne kadar tatlı geldi. Güç verdi kendisine, direnci arttı. Dala biraz daha tutunma imkânını buldu.
Mahmut Bey gücü tükendikçe, fareler kemirmeye devam ettikçe, çöl aslanı yukardan umut dolu gözlerle beklemeye devam ettikçe, ejderha şiddetini artırdığı çığlık ve saçtığı alevler sürdükçe umutsuzluk deryasında kulaç atmaya, son bir çırpınışla dala tutunmaya, fareleri biraz daha yavaş kemirmesini arzulamaya devam ediyordu.
“Nereye kadar” olduğunu düşündüğünde gerçek ortaya çıkmış, dal kopmuş hayat bitmiş olacaktı.
İki parmak baldı dünya da yaptıklarının karşılığı ya da dünyanın hepsi buydu. Gece ve gündüz birer birer tüketiyordu hayatını.
Mahmut Bey kendine geldiğinde müdür beyin konuşması devam ediyordu.