
Cansız kukla
Beni gölgeye götürün!
Gölgede uzattığım fener
Rastgele köşeyi aydınlatır
Sadece böcekler kaçışır
En yumuşak tarafını
Beynini yedikleri canlıdan
…..
Bir ay sonra güz yağmurları başladı. Gökyüzü karardı. Ufku kara bulutlar sardı. Güçlü bir rüzgâr cam balkonun camlarını dövdü. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı.
Yağmur yağdı… Hep yağdı… Nasıl da yağdı!
Balkonda gezindim, gökyüzündeki o hoş ışıltı yavaş yavaş sönmeye başlamış, yıldızlar ortaya çıkmış, yıldızlara baktım. Avuntum yıldızlardı. Gündüzleri gökyüzünün derinliğini hissedemiyordum. Hep gökyüzüne yıldızlara bakardım. Ah, ben ki büyümek isterim, gökyüzüne bakarım ve içimdeki ağaç büyür. Öyle hissederdim. Bildiğim yıldız kümelerini aradım, bulunca kendimi onayladım. Büyük Ayı’da takılı kaldım. İlk kez dedem göstermişti onları bana ötekileri de göstermişti ama UNUTMUŞUM! Eşim İzmir'de terasta tüm yıldızların adlarını yeniden öğretmişti. Yıldızla gülün gidip geldiği ilk görev yerim olan köydeki evimin penceresinden Büyük ve Küçük Ayı Takımyıldızı da içinde olmak üzere tüm ışıklarıyla dağın üzerinde görünürdü, böyle beklerdim geceyi. Evet, gece olacak, sis dağılacak, rüzgâr sakinleşecek. Hadi bekleyelim geceyi. Bekleyelim...
Bir türlü uyuyamıyordu. Uyumak için yapmadığını bırakmadı; yatağını iki üç kez farklı şekle getirdi, yastığını değiştirdi, yorganın üzerine battaniye serdi. Ama hiç biri olmadı, bütün bunlar boşunaydı. Olmuyordu. Uyuklamaya başladığını sanıyor ama adlandıramadığı görüntüler aklına takılıyor, sırtını tutan ürperme bir türlü geçmiyor onu baskı altına alıyordu. Bu durum için kızı yapay zekâyı kullanıp bir takviye almıştı. Bu takviye durumu daha da ağırlaştırmıştı. Akşamları içtiği iki papatya çayı bu takviyeden daha iyi geliyordu.
Göz kapaklarım ağırlaşıyor. Uykum geliyor. Gözlerimi kapatıp açtığımı duyuyorum.
Ama uyuyamıyorum. En iyisi kalkmalı, bu ortamı terk etmeli. Okudum, çalıştım, ortalığı topladım. Düşündüm, okudum. Saati kurmalı.
Tik-tak tik-tak
Pıtır pıtır akıp giden saatten gelen ses odada yayılıyor.
Çöp sepetini boşaltıp kapının önüne koydum mu? Fasulyeyi ısladım mı? Tüm yemekler dolapta mı? Haaah perdeyi de çektim. Her şeyi düzenli bıraktım, her şeyi. Kapının kapalı olup olmadığına da defalarca baktım. Ooofff, bütün hayat bunlarla doldurulamaz.
Hayal gücünü acımasızca coşturarak, görüp ayrıştırmaya, gördüğünü adlandırmaya sonra tümünü bir öykünün, şiirin çatısı altında oluşturup kurmaya uğraşarak bütün bunlardan sıkılıp sabrını yitirdiği zamanlarda aydınlığa kavuşacağı anın hayalini kurarak boşluğa bakakalıyordu. İnatla ısrarla çabasını sürdürüyordu. Zihnini kaptırdığı bu sihrin altından bir türlü kalkamıyordu. Arada bir boş kâğıda bakarak, anlatılar kurguluyordu.
Gözümü masanın muazzam siyah yüzeyine diktiğimde ki bu yüzey bir bakıma odanın hacmine yeniden varmamı sağlıyor, kitaplar masanın üzerinde, dolup taşmış, notlarım, boş kâğıtlar, müsveddeler. Bir şeyler olup bitiyormuş gibi heyecan duyuyordum, bu yüzeysel bir heyecan değil, ruhuma seslenen muazzam bir şeydi ‘muhteşem bir yalnızlık içindeydim’. Sessizlik, yatışan rüzgârdan, tatlılaşan yağmurdan daha uzaktan gelir. Çok uzaktan. Sessizliğin kokusu öyle yaşlı ki… Kaç saat kaldı bir sonraki sessizliğe kadar? Ve her zaman olduğum gibi olmama. YALNIZ.
Dua etmeyi unutmadım, uyuyabilmek için bildiğim sureleri tekrarladım. Sabah kalktığımda illaki unutacağım zihnimde öyküler yazdım. Yarın bütün gün kılımı kıpırdatmayacağım, sabaha ne kaldı şunun şurasında. Yalnızlığımın nimetiymiş acı; boğazımı sıkmaktan hiç vazgeçmeyen acı. Acım. Sonra. Sonra oda üstüme üstüme geldi ve kapandı gözlerim.
Göz kırpan yıldızların birbiri ardına hızla yükseldiği noktadan yeni bir şafak yavaş yavaş doğuyordu. Ortama ağırbaşlı bir sessizlik çökmüştü. Yoğun bir çiğ tabakası tüm parktaki ağaçları, çimen ve çiçekleri, gülleri, her yeri kaplamıştı. Anlaşılan doğa dinleniyordu.
O, çoğu zaman acısıyla uyuşmuş olduğu halde başını ellerinin üstünden kaldırır ve gözlerini açar, yerinden kıpırdamadan gözleri ışığın altındaki saate takılır. Gün doğumunda hala bu durumdadır. Alçak güneş doğuya bakan pencereden üstüne vurur, lambanın gölgesiyle onunkini upuzun yere serer, bir de başka nesnelerinkini. Odanın bir duvarı baştan aşağı kitaplarla, dergilerle kaplı, ciltlerin arasında siyah beyaz fotoğraflar, manzara resimleri var. Gündüz dalga dalga giren ışık biraz hüzünlü kılar bu mevsimde burayı.
Varlığımın hücresi güneş vuran odadayım ve oda uğuldayan kafamın içinde. Bu oda; sesimde yaşayan. Odam benle ölecek, ıhlamur ve papatya. Çekmeceler yasla açılacak. Odam ölüme karışacak donuklaşan bir aynada. Odada bana bir şey olacak olsa kızım duymaz. Kulakları kapalı oluyor müzik dinlerken, o koca kulaklık başında, Twitter ve İnstagram takip ediyor. Eşim uyuyor ya da cep telefonunda canlı yayın seminerler dinliyor. Gece çok geç yattım. Yorgun uyandım; yalnızca yorgunluk değil nedeni, öyle yorgun değilim yalnızca. Yürümeye başlamak çok zor geliyor. Kendimi zorluyorum.
Arada bir sol gözü şişiyor ve ağrıyordu. Ya başı? Ara sıra kulağı? Haa, kulağı ağrıyordu; akşamları bir cam parçasının ayakaltında parçalanışının sesi gibi yutkundukça sol kulağından duyuluyordu. Bunun için bazen antihistamin içeren ilaç kullanıyordu. Anlaşılan yine unutmuştu ilacını içmeyi. UNUTUYORDU. Ama yürümeye başlayamama sorunu işte o yeni yeni başlıyordu.
Plantar fasya ağrım azdı yine; YouTube'da o kadar çok doktor var ki onları izlemekten ben de artık böyle söylüyorum. Yakında doktora gitmeden iyileşme yollarını bulma derdindeyim. Kızımın yardımıyla hastalıkları önce yapay zekâya sordurtmalıyım, bakalım neler söyleyecek. Hazırlıklı olmalıyım. Aile hekimlerine rahatsızlıklarımı anlatmak yerine Dr. İQ adlı bir uygulamada semptomlarımı paylaşmam öneriliyor, teşvik ediliyorum. Aslında aynı semptomlara sahip aynı kuklalara indirgeniyoruz. Farkında mıyız?.
Uykusuzluk bitkinlik yaptı. Tembellik etsem. Yemek yapmasam. Azıcık uyusam, içim geçse. Kitap okudum, yazdım. Hiç evden çıkmadım. Aynaya baktım, elmacık kemiklerim iyice çıkmış, avurtlarım da çökmüş ve solgun, yeşile çalan gözlerim artık soğuk ve fersiz bakıyor, ağzımın kenarındaki ve alnımdaki çizgiler derinleşiyor, saçlarımdaki beyazlar artıyor. Ördüğüm kahverengi selanik modeli hırkam üzerimden düşüyor. Ellerimde de hafif titremeler var. Düğmelerini zor ilikliyorum. Öne doğru eğik duruyorum; kamburum mu çıkıyor? Yıkıntımı görüyorum ve artık hiç görülmeyecek olan yüzlerimi. Gülümsedim sadece. Gülümsedim. Bugün parkta dolaşsam mı? Alışveriş de yapmam gerekli. Neyse, hepsi sonra, mecalim yok. Masa, sandalye, kitap… Gündelik şeylerin sessizliğinde. Çalışma odama ekim güneşi sızıyor. Tozlu demetler halinde perdesi sıyrılmış camdan, gözlerimi acıtıyor. Biraz bulut olsa, perdeyi çekmeli, ama o zaman da balkondaki pembe sakız sardunyaları, sarı kasımpatılarını, güneşin batışını göremem. Telefon çalıyor. Bak kızdım şimdi. Düşüncelere ara verdim. Açtım; kızım. Yine aynı sözler: "Akşama ne yemekkk varrrrr…" Söyledim, mutsuzca kapattım. Keşke nasılsın deseydi. Yanlışlarını düzeltmekten yoruldum. Hala aynı yerde aynı hataları yapıyor. Bu arada annemi aradım. Diş protezleri hala damağını acıtıyor mu diye merak ettim. Her gün birbirimizi ararız. O, yalnız. YALNIZ.
Mutfaktayım. Çıkılmaz bir kuyuya düştüm. Tavuk yemeğine alerjim var, bir gün az kalsın soluğum duruyordu. Kızım ve eşim için kremalı tavuk ve makarna yapmalıyım; her gün tavuk yeseler bıkmazlar. Ben tarhana çorbası ve balık konserve yerim, kurtuldum bugün. "Yarın ne yapacağım?" fırtınasına tutulmam uzun sürmedi. Damlatan lavaboyu tamir ettim. Ellerim gücünü yitirmiş, bitirmem zaman aldı. Kitap okudum, çamaşır astım, kitap okudum, yazdım, çamaşır topladım. Başım döndü. İki gündür kolumda güçsüzlük var, titremeler ondandır diye cep telefonumdan servikal disk hernisi neymiş ve tedavisi nasılmış, seyrettim. Bilmediğim bir şey yok. Bütün odaları dolaştım, düzensiz bir şey yok. Bunaldım, yalnızım. YALNIZ.
İki papatya çayı içtim. Her günkü rutin işleri yaptım. Ortalık sessizliğe bürünmüştü. Sessizliğin kokusu öyle yaşlı ki… Kaç saat kaldı bir sonraki sessizliğe kadar? Yatağımın kenarına oturdum. Bir şeyler oluyordu içimde ve ben daha çok ağlıyordum. Bazen ara ara böyle oluyor, sessizlik duyuluyor, damla damla dökülüyor odaya, ağlaya ağlaya bıkıp usanılan bir hüzün çöküyor, ya da eskimiş bir hüzün de diyebiliriz buna; gelecek günler için uzun uzun iç geçirten bir hüzün. Bu gece uyumak için çok savaş vermedim. Sabah yine yorgun uyandım, kaslarım sanki titriyor, aynı rahatsızlıklar tekrarlıyor. Hep tekrarlıyor. Anlaşıldı bu her sabah böyle olacak. Yapay zekâ bu halime fibromiyalji diyor. Çağın hastalığıymış.
Aynaya baktım güldüm. Canım gülmek istiyordu. Hala evde misin sen? dedim aynadaki yüze. Giyindim. İnce ince yağan ekim yağmurunda parka attım kendimi. Başım döndü. Vertigo atağı mı yoksa? Eyvah! Kulak taşım mı düştü yine? Korktum! Panik atak gelecek diye. Derin nefes aldım, derin derin. Neyse geçti. Taze hava iyi geldi. Zaten boşuna demiyorlar doktorlar temiz havada dolaşın anksiyete ve panik atak şikâyetlerine iyi gelir. Geldi işte. Doğruymuş ya da öyle olduğuna inanmak istiyorum. Gençlik ateşinden yana payıma ne kadar düştüyse tükendi vaktinden önce, anksiyeteli, hastalıklı birine dönüştüm. Ağaçların, evet evet şu güzelim iğdeleri dökülen ağaçların arasında kısa adımlarla yürümeye başladım. Soluklanmak için alt sokakta tek kalan mavi kozalakları göğe bakan köknar ağacına dayandım. Son geçtiğim yoldan hiçbir iz kalmıyordu yağmurdan. Henüz üzerine bina yapılmamış sürülmüş bir tarlanın çimen bitmiş kenarındaki yolu izledim. Hayal gücümü zorladım. Türlü türlü hikâyeler. Hangisinin peşinden gitmeliyim? Heyecanlarımı hep gelecek günler için saklamıştım. Resim yapmayı sevdiğim halde yazı yazmak neyin nesi? Çiçek yetiştirmek zahmetli. Çam ağaçlarından birisi düzenli su verdiğim halde kurudu. Yapamadım bu işi. Kurgular çok meşgul ediyor beni. Nerede kalmıştım. Köpekler çöp konteynerlerinin yanındalar. Neyse ki beni fark etmediler. Alışveriş yaptım, en az üç market dolaştım. Yüküm ağır, ayağım da ağrıyor. İhtiyaçları eve getiren uygulamalar var aslında ama ben dolaşmayı ve kendim seçerek almayı seviyorum. Tanıdık insanlar görüp konuşuyorum. Eşim yürüyorken çok gerek yok, acil durumda kullanırız bu uygulamaları dedi. Yapacağım yemekleri sıraya koyarak eve geldim. Kapıyı kendim açtım, her zaman ki gibi. Poşetleri yığdım mutfak kapısının girişine. Ev havasız geldi. Balkon kapısını açıp iyice havalandırdım. Tüh! Markette kurutulmuş lavanta görmüştüm, Vesile teyzeye ekmek dolabını yerini göstereyim derken unuttum. Yarın almak için not kâğıdına yazmalı. Yazmazsam unutuyorum artık. UNUTUYORUM! Balkondaki pembe sakız sardunyalar yazdan daha iyi açmışlar. Sevindim, bari bu ölmesin. Su vermek lazım, kışın donarlar mı acaba cam balkonda? Topuğum şiddetli ağrıyor yerimden kalkmak istemiyorum ama yemek yapmalıyım. Salata başlı başına zaman kaybı ama sağlıklı beslenmek için gerekliymiş. Bu alacakaranlıktan kaçmak kolaydı. Ara sıra yazmasam boğulabilirim bu işleri düşünmekten... Yemek işi tamam. Yazdıkların incir çekirdeğini doldurmaz, herkes sosyal medyada, senin yazdıklarını kim okuyacak diyen kızım site giriş kapısının zilini çalıyor. Anahtarı var oysa on beş dakikadan önce gelemez giriş kattaki arkadaşı Ecem’e uğrar. Belki bir gün kapımı oda çalmayacak hiç kimse gibi. Bir gün yalnızlığa açacağım kapıyı diye düşünürken zihnime dolan dizeleri masamdaki boş kâğıda yazdım unutmadan. Artık yeniyi çok hızlı unutuyorum eskiyi çok iyi hatırlıyorum. UNUTUYORUM!
Yaşamdan; sonsuzluğu bekledim hep
Oldukça çabuk bittim
Sanki bir uçuruma yetişirim
Gece yarısı zamanın dar açısını sıfırlayarak
Dakik olmak neye yarar
Son anlarımda kendimle konuşacağım
İşte onu yaşıyorum / yazıyorum
Nereden geldi bu iki siyah karga
Çekirge ölüleri çam kozalaklarda saklı
Buğulu cam kavanozlarda ısırgan otları
Yine gün yitirdi kendini
Avuçlarımın içine sığacak boşluk
Sessiz sensizliğe
Yalnızlığa açıyorum kapıyı
Yazayım ben yazayım. Yazmak zihnimde yeni kapılar açıyor, düşünüyorum,
düşündükçe yazıyorum, yazdıkça okuyorum. ‘Düşünmek, bir anlatı tahayyül etmektir, şifa gücü vardır, yazmak yaşamaktır’ diye okumuştum bir kitapta. Yazmak benim için bir can simidi olabilir. Kızım geldi bağırıyor. “Çok yoruldummm”. Okuldan geldiğimde ‘çok yoruldum’ diyecek halim bile yoktu benim, hemen yemek yapardım. Her gün aynı sözü söylemekten bıkmadı. Yazdığım şiirin devamını düşünüyorum, “Anne akşama waffle veya spoonful yapar mısın çok canım çekti?” Unutmadan yazmalıyım.
Limon çiçeklerine hanımeli kokusu karışmış
Balkondayım bak
Gökyüzünde yıldızlar
Büyükayı, Küçükayı…
Büyükayı tüm yıldızları yedi
Öyleyse yarın yağmur var diyorum...
Tavuk yahninin tuzu iyi, pilav, çorba tamam, salata hazır, şiirin başlığı tamam: ‘Bir Gün Yalnızlığa Açacağım Kapıyı’ güzel başlık olur evet evet güzel olur. Yemek hazırrr! Bu yemek seremonisi bitse her gün bu masayı kaldır, bulaşık makinesini düzenle, sil, süpür. Kitapta yeniden dönmem gereken yerler var, yazdıklarımı gözden geçirmeliyim, şiiri tamamlamalıyım. Makineye bulaşıkları dizerken öykünün de boş kalan yerlerini doldurmaya çalışıyorum zihnimde. Parkta gördüğüm leş kargası, kameriyede piknik yapan öğrencilerden kalan kuru bir kurabiye parçasını çimenlerin arasına birikmiş suyun içine gagasının yardımıyla birkaç kez batırıp çıkardı sonra yuttu. Seyrederken garip bir kayma hissi oluyor, sanki aniden başka bir dünyaya dalıp çıkıyorum; Proust’un eserinin bir yerinde anlatıcının bir fincan çaya veya ıhlamura batırılmış madlen kurabiyesi ile babamın bir bardak sıcak çaya bazen süte batırdığı finger bisküvisi aynı anda gözümün önüne geliyor. Sonra madlen kelimesi Madleen kelimesini çağrıştırıyor. Madleen! Bir katliamı unutmak da katliam türünden bir şeydir. Çünkü bir katliamı unutmak insanın bir belleği olduğunu bir toplumun varlığını, tarihini unutmak demektir. Yapay bellekler doğal belleği unutturmaya çalıştırmakta. Farkında mıyız? Ooofff bu düşünme yolları bunalttı. Telefon çaldı. Annem her günkü konuşmasını yaptı. Ben yine can kulağı ile dinlemedim, ‘Tamam, anne hallederiz olur’. Yaşı hayli ilerledi. Sürekli şikâyet edecek bir şeyler buluyor. O, yalnız. YALNIZ.
Oturma odasına geçti. Kumandayı eline aldı, beş kanal vardı televizyonda orda sıçramalar; haberler, reklamlar, haberler, reklamlar, haberler.
Sanki daha fazla yoruldum. Açmamalı bu televizyonu artık, vaktimi tüketiyor ve yoruyor. Ayvalı ıhlamur demledim kendime. Benden başka içen yok. Bazen papatya çayı, yanına ince bir dilim spoonful yedim. “Kaç kalori almışımdır bugün acaba?” diye sordum eşime. “Merak etme bin beş yüz kaloriyi geçmemişsindir.” Ohh. Dinlendim biraz. Saat kaç acaba? Uykuya dalabilecek miyim? Ihlamur da içtim. “Karmaşık anlaşılmaz rüyalar görüyorum bazen halüsinasyonlar da” dedim. Eşim “serotonin ve dopamin hormonlarının dengesizliği bu mevsimde artarmış, geçer” dedi. Hep böyle der geçiştirir. Biliyorum ondan değildi başka şeyler var evet başka şeyler. “Alışverişe yarın sen gitsen. Evde kalıp bir şeyler yazmak istiyorum.” “Olmaz, çok yoruluyorum sen bu işi iyi yapıyorsun”. Crigler-Najjar Sendromu onu böyle yorgun yapıyor. Kanında bilirubin miktarı yükselince hücrelere yeterli oksijen taşınamıyor ve enerji üretimi yavaşlıyor. Gençken sorun olmuyordu, yaşlılıkla ve ilaçlarla etkisini çok hisseder oldu. O da memnun değil, çünkü hareket etmesini sınırlıyor. Üç gün hiç dışarı çıkmasam. Kitap okuyup yazsam. Biraz dinlensem ne olurdu? Ama bu işleri ölene kadar ben yapacaktım.
Uykum gelmeye başladı. Kaçmadan yatmam lazım ama rutin işleri tekrarlamalıyım.
Masama baktım müsveddeler duruyor, düzenlenecek. Daha önce de okuduğum kitabın açık sayfasının ilk satırına göz gezdirdim. Yüzbaşı; gel benimle. Şehir güzel ve rahattır. Dersu Uzala; Hayır. Teşekkür ederim. Ben gelemem. İnsan nasıl bir kutuda oturabilir ki? Devam edemedim gözüm her yeri; kıyısı köşesi yazı olan kâğıda takıldı en son ne yazmıştım. Neleri not almışım, ama oldukça küçük yazmışım yakın gözlüğümle bile okumakta zorlanıyorum:
* Huxley’in Cesur Yeni Dünya’daki distopik kentsel mekân düzenlemesi, büyük ölçüde yüksek katlı ve yüksek yoğunluklu kentsel manzaralardan etkilenmiştir. Hız için yapılmış bir şehir başarı için yapılmış bir şehirdir.
* Dikey genişleme yani dikeylik kapitalist toplumdaki ilişki hiyerarşisini somutlaştırır.
* Simüle edilmiş ortam doğal ortamı tamamen ele geçirir.
* ‘Post-toplum’ olarak adlandırıldıkları şeyde, tüketicinin sürekli olarak ‘güncel bir kimlik’ arayışı içinde olduğunu öne sürer. Bitirmek onarmaktan daha iyidir ilkesini benimser. Bu sürekli olarak yeni tüketim biçimlerinin ve dolayısıyla kimliklerin yaratılmasını ima eder.
* Çağdaş kentsel alanlar toplumsal etkileşimleri teşvik etmek yerine “yalnızlık yaratıyor” İsimsiz karakter, içindeki şeylerin, birçok cam bölmenin parçalanması gibi parçalandığını hissettiğini ve onu çevreleyen dünyanın yüksek göründüğünü gözlemler. (Houellebecq, Serotonin).
* Dünya bir süre sonra yalnızca bir şantiye olacak.
* İnsanlar ölçüsüzce tüketiyorlar kendilerini, felaket işte bu düzenin içinde.
*Tıkınırcasına izleme, dijital geç modernitenin genel algılama biçiminin paradigmasıdır.
* Bir Kum Yöresi Almanağı okunacak. Önemli
* Yüzyıl ölümün yüzyılı.
*Hafıza saklar mı yoksa siler mi?
*Zamanı yazmaya girişmek devasa ve umutsuz bir girişim midir?
**Yalnızlık, Parkinson hastalığına yakalanma riskinin artmasıyla ilişkili midir?
** Bir sayıklamanın ortasında iki büklüm ölümü karşılamak.
Neden bu son iki cümleye iki yıldız koydum. Hatırlamıyorum. HATIRLAYAMIYORUM!
.....
Uykum dağılmadan yatmalıydım. Uyudum. Sabah. Dışarı baktım. Loş. Her yer ıslaktı, düşseldi ve gölgesizdi. Beşinci kattaki cam balkonun açık kanadından sarktım, ağaçların kıpırtısını dinledim. Sırt sırta yaslanmış mavi çamların narin uğuldayışı beni sakinleştirdi. Arkamı döndüm eşim bana bakıyordu. “Çok sarkma yine çimenler, güller beni mıknatıs gibi aşağıya çekiyor, çekiliyorum dersin. Bu aralar dengeni sağlayamıyorsun, sen farkında değilsin. Bazen de lambaları açık unutuyorsun. Geçen de dış kapıyı açık unutup çıkmışsın ben kapattım. Ben olmasaydım ne olacaktı?” “Dalgınım bu aralar ondandır” dedim. Aslında unutuyorum. UNUTUYORUM. Çıkıp bu esintili yağmurda yürümem lazım, düşünmem gereken öylesine çok şey var ki. “Çıkıyorumm!” “İyi. Dalıp eksikleri almayı unutma kapıyı da kapat.” Yağmur geceden beri dinmeden yağıyor.
Yağmur yağdı… Hep yağdı… Nasıl da yağdı!
Sözde yağmur geçirmeyen mavi montumu giyip, attım kendimi dışarı. İyi oldu temiz havayı içime çekerek yürüyordum; çok hafif esinti ile gelen yağmur damlalarıyla, rengini eskiten çiçekleri seyrediyordum. Yapraklarının uçlarında oynaşan çiğ tanelerinden bir damla tılsım gibi düştü elime; yalnız ve dilsiz, içimi titretti. Silindi içime yığılan karanlık. Akasya salkımlarının narin sallanışı hayatın hışırtısı gibiydi. O anda parktaki dişbudak ağacına tünemiş kuşları; bir yana eğdikleri küçük başlarını ve bana çevirdikleri sabit bakışlarını gördüm. Nasıldı Necatigil'in dizeleri;
Kıskanıyorum kuşları
Ben uçmasını bilsem
Uçmak serin ve mavi
Unutmamışım! Islak kokan havada aniden esen batı rüzgârıyla yokuşları tırmanarak; yoluma koyuldum. Yürüyüşümde yürüyüştü doğrusu. Sağ bacağımın arkası kaskatıydı. Topuğum fena ağrıyordu ama kararlı adımlarla, daha küçük adımlarla yürüyorum. Sekiz bin adımı tamamlamalıyım, yok yedi bindi galiba. Neyse cep telefonumdan adım sayımı öğrenirim, Google'dan da bakarım; günlük ne kadar adım atmam gerekli? Uzun zamandır mahallenin bu kısmına ayak basmamıştım, bir hayli değişmiş gözüküyor. Birçok müstakil bahçeli binanın yerinde yeller esiyor. Yan yana uzanan ağaç dizileri eksilmiş, onun yerine yeni binalar dikilmiş. Hiç bilmediğim sokaklar var, bildiklerimin bir bölümü yitip gitmiş, yenileri açılmış, geriye kalanların adları değişmiş. Değişen her sokak, her cadde, bozulan her bağ, bahçe ve tarla yeni bir yitişin hüznünü işliyor içime. Ruhunu yitirmiş bir şehir kalıyor geriye.
Sürekli yağmurlu bir günün bitiminde ortaya çıkan güneş gecikmiş ve tuhaf ışığıyla aydınlatıyor göğü. Toprak iç çekişe benzeyen bir ses çıkarıyor, son damlalar iniyor bulutsuz ve boş gökyüzünden.
Tek katlı evlerin olduğu sokağı dolaşıyorum; yeni hayatın ortasında yapayalnız kalan tek katlı bahçeli müstakil evleri. Terk edilmiş bir evin önünden geçiyorum, yola bakan pencerenin camı çatlak, siyah perdenin üzerinde delikler var, sıvası dökülmüş duvarların, çatının kuzeye bakan tarafı kararmış yosun kaplı, bakımsız havuz içine yağmur suyu ve gazeller dolmuş, devrilmiş desti saksılar, bir zamanlar burada yaşayanların kalıntısı dev su küplerini sarmaşıklar ve yosunlar sarmış, bir de çınar ağacı var ağır başlı gölgesiyle, ekim yağmurlarıyla coşmuş, ‘bir yanlışı düzeltircesine açmış’ beyaz kasımpatılar, minik sarı ekşi yoncalar ve aynısefalar, tek tük hâlâ kendini gösteren hanımeli; Garip bir kayma hissi, sanki aniden başka bir dünyaya dalıp çıkıyormuş gibi: Serin ürperişli kokuları rüzgârla tek katlı evimizin penceresinden içeri giriyor, pencereden bahçemizi seyrediyorum, gövdesi kireçli koca dut ağacı pıt pıt pıt ve gölgesinde güneş ışıkları yıkayan leylaklar, asmanın sürgünleri dolanmış Isparta gülleri, mor beyaz zambaklar; hiç dönüp göremeyeceğim taze gençliğimin ilkbahar çiçekleri, armut, erik, kayısı ağaçları, çeşme suyunun arkında naneler, marullar... Güllerin dibini çapalayan dedem... O gitti o güzel bahçe onunla birlikte gitti. BİTTİ. GİTTİ. Doğduğu yerin hatıralarına sığınarak bir boşluğu doldurma arzusuyla dolaşıyorum. Metruk bina deyip burasını da yıkarlar. İçindeki yaşanmışlıklar üzerine kül yığını evler dikiyorlar. Ne demişti Necatigil;
Pencere gerisinde solgun bir çocuk büyür
Düşünür kırık saksı
Alt sokağa inmedi; yağmurdan yürünmez haldeydi. Vinçler, briket ve tuğla yığınları, kazılan topraklar çamur balçık... Sabahın derin sessizliğinde çiyle kaplı sıra sıra kümelenmiş kuşburnu çalılıkların sardığı, ıhlamur ağaçlarının inatçı kokularını koklayıp kendinden geçerek yürüdüğü sokağın devamında tek katlı müstakil evin güneşliği açıktı, tül perde vardı. Demir parmaklıklı kapının kilidi açılmıştı. Kaç kez geçmişti buradan, uzun süredir kimse yoktu.
Ara sıra bu sokakta geçerken gördüğüm boş tek katlı evin önünde tahta sedirde yaşlı teyze oturuyor. Şaşırdım! Selam verdim. Biraz yüksek sesle; “Teyzeee nasılsın? Ben bu evi boş sanıyordum, sen burada mı yaşıyorsun?” “Çocukların yanında bunaldım burayı özledim. Getirip bıraktılar. Ben ara ara geliyorum. Onlar burayı sevmiyor. O çok katlı, asansörlü kimsenin kimseyi tanımadığı evlerde yaşamayı seviyorlar. Torunlar da istemiyor. Bu evi müteahhite verip site yapılsın diye her gün didişiyoruz. Ben de anca ben ölürsem yaparsınız diye direniyorum.” “Sen yalnız sıkılmaz mısın?” diyorum. “Tee az ötede akrabam var, o da benim gibi, birbirimize gidip geliyoruz ama buralar da artık eskisi gibi değil. Fazla kimse kalmadı tanıdığım.” Bahçedeki taş baskı modelli sofra bezi örtülü masada kuzinede pişen, üstünden odun ateşinin kokusu henüz kaybolmamış patatesli kol böreği, köy ekmeği bütün tazeliğiyle yayıktan yeni çıkmış tereyağını ve yayık ayranını gördüğümü fark edince buyur etti beni. Ben kırılmasın, davete icabet edilir kabilinden birer parça tattım. O konuşmaya devam etti. “Bu bahçe beni oyalıyor.” Eliyle işaret ederek “ayvalar toplanacak, sebzeler sökülüp kalanlarla turşuları kurulacak, cevizlerin toplanma zamanı geliyor. Elmalar armutlar dökülmüş, toplanıp sandıklanacak. Çocuklar ve torunlara hazırlayacağım. İstediğin kadar ayva, elma topla götür.” Üç ayva üç de elma alıp teşekkür ettim. “Çok işin var. Sana kolay gelsin” deyip bir şeye ihtiyacı olup olmadığını da sordum. “Husalanma, çocuklar her şeyi aldı, sağ ol kızım” dedi. Ne güzel, yapacak işleri var. Keyifle yaptığı. Ama o da yalnızdı. YALNIZ. Artık yürürken burada mola verip teyzeyle konuşurum bana değişiklik olur, iyi oldu. Sokağın köşesini döndüm. Nebile teyze karşı kaldırımda oldukça yavaş yürüyordu. Bu esnada dört katlı evin girişindeki bir kadın bana seslendi. “Bakar mısın? Komşum, bu kavunu Nebile teyzeye ver, çok sever. Bahçemizin kavunu. O bilir”. Aldım. Nebile teyzeye yetiştim. Koluna girdim; zor yürüyordu bastonsuz. “Bak komşun sen seviyorsun diye kavun verdi; buranın yerli kavunu.” “Ahhh biz de yetiştirirdik. Küçük kızdım her yer bu evlerin yeri şu evlerin yeri” diyerek eliyle geniş alanları gösteriyordu. “Tarlaydı koşardım, zıplardım.” Asfalt yerlerini göstererek “her yer çayırdı, çiçekti. Annemin babamın çok sevdiği bir çocuktum. Onlar da yok.” Niye bunları söylüyor şimdi dedim kendi kendime. “Annenle babanı mı özledin Nebile teyze?” dedim. “He ya çocukluğumu, gençliğimi özledim.” “Kaç yaşındasın?” diyerek ağlayıp tansiyonu çıkmasın diye dikkatini dağıttım. Yaşlı olduğu için eskiye özlem duyuyor diye düşündüm. Nebile teyzede de garip bir kayma hissi, sanki aniden başka bir dünyaya dalıp çıkmış gibi. “Doksan yaşında var mısın?” “Varın ya” dedi. Evine doğru yürümeyi sürdürerek, “sana kim bakıyor?” dedim. “Evin en alt katında ben oturuyorum üst katlarda çocuklar, torunlar var. Onlar bakıyor.” Dört katlı evin demir kapısını açtık, bahçe yolu boyunca yürüdük, evin duvarının dibinde bahçeye bakan koltuğa oturttum; onun yeriymiş. Kavunu da bıraktım. Hayırlı akşamlar dedim. O da arkamdan dua ederek uğurladı beni. O da yalnızdı. YALNIZ. Bir hafta oldu olmadı salası okundu. Yanımdan el arabasının içinde birkaç hurda olan yaşlı amca geçiyordu, bu havada çıkmasaydınız dedim. “Yürüyebildiğim sürece bu işi yaparım” dedikten sonra el arabasını sürerek bağırdı: “hurdacııı, hurdalar, eskiler alırım, hurdacııı.” Geçmişten gelen bu sesi son kez duyuyor olabilirdim. Parkta kameriyeye doluşmuş kadınlara uzaktan baktım. Çimenlerin üzerine bohçasını açmış bir kadın çeyizlik eşya satıyor. Kadınlar da başına toplaşmış. Yanlarına gittim. Sadece baktılar eşyalara, alan kimse olmadı. Lüks mağazalarda daha güzelleri hem de marka olanları vardı. Yeni nesil bunları beğenmiyordu. Bohçacı kadıncağız; “Almayacaktınız be ya beni niye bunca zaman tuttunuz.” diye söylenerek bohçasını toplayıp “Bohçacı geldi haaanım bohçacııı” diyerek uzaklaştı. Garip bir kayma hissi, sanki aniden başka bir dünyaya dalıp çıkmışım gibi. Yağmur tekrar atıştırmaya başladı, hızlanacak gibi. Yağmurlu günde şemsiyesizim, ıslanan montumun serinliğini hissetmeye başladım, hafiften içim ürperiyor. Kapısı sokağa bakan üç katlı evden o bölgeye özgü çiçekli şalvarı, üzerinde ince bir naylon kazakla genç bir kadın çıktı karşıma ve önümden hızla geçti. Bu yağmurda kadının ayağında çorap yok. Naylon terliklerle yağmurda şıpıdık şıpıdık koşarak markete girdi. Ben olsam hastalanırım. Kendi gücümü aşamadım. Çok oyalanmıştım eve doğru adımlarımı hızlandırdım. Yapacaklarımı bitirmeliyim. Kaç adım atmışımdır acaba? Telefonumda sekiz bin sekiz yüz yetmiş üç görünüyor. Bugünlük yeter, merdiven çıkarken biraz daha artar. Yangın merdiveninin basamaklarını hem inerken hem çıkarken çok saymıştım, ama sayı silinmiş belleğimden. UNUTMUŞUM! Karşı komşum da yürüyormuş, yürüyormuş da yürüyüş bandında. Site sakinleri yeni açılan spor salonuna gidiyormuş, yürüyorlarmış, yürüyüş bandında; kuşsuz, yağmursuz, topraksız, böceksiz, ağaçsız. Yürüyorlarmış.
Eve girerken yaşlı teyzeden aldığım ayvalardan birini komşuya da vermek istedim ama hemen vazgeçtim. Kimseye bir şey söylemeye vermeye korkar oldum. Hastalanırsa sebebini bizden bilir. Başka şeyden hastalanır bizden bilir al başına belayı diyerek vazgeçtim. Paylaşmalardan uzağız artık, yapmacığız.
Oysa aynı binanın sakinleri birbirlerinden birkaç santimetre uzaklıkta yaşamaktadırlar, basit bir duvar ayırmaktadır onları.
Poşetleri kapının ağzına bırakıverdim. Yorulmuştum. Eşim mutfakta tütün sarıp sigara hazırlıyor. Tütün tabakası dokuz adet sigara alıyor. Sigara makinesine özenle hazırlayıp harmanladığı vanilya kokulu tütünden koyuyor. Boş makaronları makinenin gözüne yerleştiriyor. İşlemin tamamlandığını gösteren bir ses geliyor. Olan sigaraları, saf arabesk bezemeli gri metal kare bir tabakaya düzenli yerleştiriyor. Hemen hemen her gün bu ritmik sesi duyuyorum. Bazen de pipolarını temizliyor. Temiz olan birine çikolata aromalı tütünü dolduruyor. Keyifle bu işi yapıyor. Telefonu açık. Ben gelince videoyu durdurdu. “Kapıyı açık bıraktın yine farkında değilsin.” “İşe daldım ondandır. Ne dinliyordun?” “İnsanlar ev almak için paralarını mevduata mı, repoya mı, borsaya mı, altına mı yatırmasının kârlı olacağına dair fikirleri dinliyorum. Bu ayvalar ne güzel koktu. Market ayvası değil sanki” dedi. Evet diyerek evin sokağında hurdacı ve bohçacı gördüğümü söyledim ve olanları anlattım. “Ben balkonda pipo içiyordum ama ne seslerini duydum ne de kendilerini gördüm. Hayal görmüş olmayasın” dedi gülerek. “Sen görmemişsindir” dedim. O ritmik bir şekilde işini yapmayı sürdürdü. Dinlenmek için karşısına oturdum. Konu konuyu açtı. İnsanların tüketim çılgınlığı, dijitalleşme, postmodern yaşam, sosyal medyanın hayata etkisi, yalnızlaşma, evlilik yaşı, doğum oranının düşmesi, haz, konfor ve tüketim sarmalına sıkıştırılan toplum, herhangi ahlakî bir değer üretmeyen mekânlar, her geçen gün çözülmeye yüz tutan aile meseleleri, cinsiyetsizleştirme projeleri, ahlaktan kopan uluslararası siyaset... Konuştukça konuştu, arada çay yaptım içtik. “Yeni nesil çok yüzeysel, derinlik yok, felsefe, tasavvuf, sanat, din, edebiyat bilgisi yetersiz. Kaynak eser okumuyor. O-ku-mu-yooor. Sosyal medyadan gördüğü yalan yanlış bilgilerle yol alıyor. Düşünmüyor, sadece ‘like’ lıyor.” Daha çok o konuşur, ben dinlerim. Çok sorarım, çok anlatır. Hiç usanmaz, yorulmaz. Çok şanslıyım. Geçenlerde okuduğu kitaptan bir bölüm paylaşmıştı. Han yeni kitabında akıllı telefonların neden olduğu yozlaşmanın hikâye anlatıcılığı üzerindeki zararlı etkilerini anlatıyor: "Hikâye anlatıcılığı eskiden bizi kamp ateşi etrafında bir araya getirirdi; geçmişimize bağlar ve umut dolu gelecekler hayal etmemize yardımcı olurdu. Dijital ekran o ateşin yerini aldı ve bizi görünmeyen akranlarımıza kendimizin yapmacık versiyonlarını sunan, görünüşümüzü, hayatlarımızı ve düşüncelerimizi hâkim normlara göre şekillendiren bireyler haline getirdi. Bu akıllı egemenlik biçimi, sürekli olarak fikirlerimizi, ihtiyaçlarımızı ve tercihlerimizi iletmemizi, hayatları anlatmamızı, mesajlar paylaşmamızı ve beğenmemizi istiyor. Hikâye anlatıcılarıydık; hikâye satıcıları olduk." Onun bilgileri kafamda yeni yollar açar. Yazarken işime yarar.
Aaa! Telefona mesaj geldi. “Kimden?” Ablamdan. “Ne yazıyor?” Teyzemi bakımevine yatırmışlar. “Neden, ne olmuş?” Dur dur yazıyor. Alzheimer olmuş. Çok garip bir kayma hissi, sanki aniden başka bir dünyaya dalıp çıkmışım gibi: Abla babamı doktora götürdüm, Alzheimer olmuş, evde bakılamayacağı için rehabilitasyon merkezine yatırdım. Doktor kontrolünde bakımı yapılacak. “Teyzem çok yaşlı. Eniştem de yaşlı, bakamayacağı için bakımevine yatırmışlar. Eniştem her gün taksiyle gidip geliyormuş.” “Çok yazık. Allah kolaylık versin zor. Çok zor.” “En kısa zamanda gidip bakmam lazım.” “Git tabii bir şeye ihtiyaçları vardır. Yarın bizim ne olacağımız belli değil. Allah hakkımızda hayırlısını versin.”
Beynim gezgiler içinde. Belirsiz bir takım düşüncelere takılı kafam. “Yine daldın ne düşünüyorsun?” “Hayatın başını bekliyoruz bize ne getirecek diye.” Kızım gelmeden önce masamın başına geçtim, hemen deftere yeni bir şiir yazmaya başladım.
Hayatın Başını Beklemekteyim,
Beni;
Tıkamazlar tımarhaneye
Duvardaki aynaya dil çıkardım diye
Varsın kapı açık olsun
İncir çekirdeğini doldurdum
Sözlerimle
Şehrin bütün kokusu
Sirkin sahte perdesi
Kuklalar kurulmuş
Hokkabaz pantolonu giymişler
Dalavere cambazları
Ellerinde uzun maşa ile
Karıştırırken ocaktaki odunları
Ağaçkakanın kuru tak takı
Benim iplerim
Kopuk
Mürekkep karışmış
Selüloz kokan kitaplarda
Zamanı kemiren
Güvelere terk ettim
Kendimi
Sinekler! Sinekler!
Sürekli kurtçuk üreten sinekler
Ben kovanımı tamamladım
Güneş altında
Yeni bir şey yok
Kıvamlı yaz gecelerinin
Yavan çeşnisi
Dikenli telden kırbaç
Ölesiye mutsuzluk
Yelken bezinin üstünde
Yatıyorum
Denize gömülmeye hazır
Ceset
Ne yorgun bu kemikler!
Ne yorgun bu kemikler!
Sönmekte günün çisentisi
İçinde BEN
Sürünüyorum
Hoşnutsuz
Sessizliğim
Buz kristalleri
Kırağıdan dantel
O ayaz sabahlarda
Gül pembesi umutların
Beşiğini sallamaktan
Vazgeçtim
Gece yarısı yumruklarımı
Vurarak kendime
Bize ne getirecek diye
Hayatın başını beklemekteyim
Yazmayı bitirdiğinde uzun bir sessizliğin içindeydi.
Sabah yorgun kalktım. Yürümekte zorlandım. Koridor yoğun parfüm kokuyor, öksürdüm. Kızım parfüm şişesinin yarısını döktü herhâlde çıkarken. Lavabodaki aynada kendimi süzdüm. Birden maskemin erken yıpranan yaşından dolayı yaşlı görünen yüzümün arkasında kendimi daha emniyette hissettim, gözlerimi örten yaş perdesi arasından...
Dışarısı loş karanlık. Yağmur yağıyor. Kırlarda çok uzaklarda şimşekler çakıyor.
Yağmur yağdı… Hep yağdı… Nasıl da yağdı!
Lambayı açtım. Eşim uyanmadan biraz kitap okuyup yazsam. Uyanınca dikkatimi dağıtıyor, dedim ki uyandı. Elinde cep telefonu, yan odada savunma sanayi ile ilgili bir canlı yayını izliyor. Çalışma masasında oturuyordum. Tüm gücümle bu konulardan koparak okuyup yazmaya çalışıyordum. Ne kadar süre geçti bilmiyorum. İlgim konuşmaya kaydı. İstanbul da iç içe üç deprem olacakmış. Çok garip bir kayma hissi, sanki aniden başka bir dünyaya dalıp çıkmışım gibi. “Sallanıyoruz!” “ Çocuğu al yatağın yan tarafına geç, korkmayın şimdi geçer!” “ Allah’ım sen koru! Dinmiyor! Dinmiyor!" 17 Ağustos 1999, saat 03.02. “Anneee! Sallanıyoruz!” “ Korkma kızım sallantı geçene kadar yatağın yan tarafına geç! Sakın Korkma! Şimdi geçer.” “Dinmiyor! Dinmiyor!” 6 Şubat 2023 Saat: 04.17. Başım ateş gibi yandı, göğsüm sıkıştı gözümden istemsiz yaşlar boşaldı. Neden harabelerin ortasında sürekli yeniden yeniden ağlamak zorunda kalıyoruz?
“Ölü balık gibi bakıyor gözlerin” dedi eşim. “Neyin var?” “İyiyim. Az uyudum ondandır.” “Haberden mi etkilendin? Geçmiş zamanda kalmanın anlamı yok, topla kendini.” Oysa benliğimde melankolik kuvvetlerin kaynaşıp oynaştığını duyuyorum. Bu garip kayma hissi, sanki aniden başka bir dünyaya dalıp çıkmışım gibi. Bir anda rahatımı kaçıran, canımı sıkan tanımlanmayan bir bunaltı başlıyor. Çöküyorum. Aklım zaafa uğruyor. Karnıma inatçı bir acı saplanıyor. Nefes almak zorlaşıyor. Rahatlatıcı bir sözcük haykırmak istiyorum. Bu abuk sabuk kurgulardan en kötüyü kurgulamaktan kaçıp kurtulmak istiyorum. Hayal gücümün dibi bucağı yok. Kurtuluş için bir başlangıç noktası yakalamak istiyorum. Olmuyor. Biri kolumu dürtse, bir şey söylese. Nefes almam düzelse.
Birbirinden gittikçe ayrılan geçmişle, şimdi arasında bölünmüşüm işte söyleyeceğim şey buydu, bu öyküde. Bilmiyorum neden anlattım bu öyküyü başka bir öykü de anlatabilirdim. Belki başka zaman, başka birini veya birilerini anlatabilirim. Kim bilir? Sizler de anlatılarımın ne kadar birbirine benzediğini görürsünüz. “Aynı değil ama sanki aynı” diye düşünebilirsiniz. Şimdiden bekliyorum bir öyküm başlasın diye.
..........
Bir yıl sonra yine güz yağmurları başladı. Gökyüzü karardı. Ufku kara bulutlar sardı. Güçlü bir rüzgâr cam balkonun camlarını dövdü. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı.
Yağmur yağdı… Hep yağdı… Nasıl da yağdı!
Hastalık adım adım tüm belirtileri göstererek gelmişti, ama o, kendine koyduğu teşhislerle vakit kaybetmişti. Kızı çalışma masasında kitap ve müsvedde kâğıtların kenarında duran Şehir Hastanesindeki nöroloji profesörünün yazdığı 'Sermion' adlı ilaçtan bir tane çıkardı, yatağında bile doğrulmakta zorlanan annesine içirdi. Uyuması için geceyi başında bekliyordu. Bekliyordu...
Şairin dediği gibi annesinin yattığı yerden yıldızlar görünüyordu, seyrediyordu gökyüzünü, bir cam genişliğinde.
Evet, gece olacak, sis dağılacak, rüzgâr sakinleşecek. Bir çıkış yolu var. Er ya da geç gideceğim oraya.
Hacettepe Üniversitesi Almanca Biyoloji Öğretmenliği’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Fen Fakültesi Sistematik Zooloji Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. TÜBİTAK Deniz Bilimleri Çevre Araştırma Grubu’nun projelerinde araştırmacı olarak çalıştı. Şiirleri halen Edebi Kültür Dergisi sitesinde yayınlanmakta.