Menu
Yedi Meşale’nin “Hikâyeci Şairi”: Kenan Hulusi Koray
Deneme/İnceleme/Eleştiri • Yedi Meşale’nin “Hikâyeci Şairi”: Kenan Hulusi Koray

Yedi Meşale’nin “Hikâyeci Şairi”: Kenan Hulusi Koray

Bu incelememizde erken ölümü nedeniyle çabuk unutulduğunu düşündüğümüz Cumhuriyet döneminin ilk edebiyat topluluğu  “Yedi Meşaleciler” grubunun tek hikâyecisi olan “Hikâyeci Şair” olarak da bilinen Kenan Hulusi Koray’a değineceğiz. 1931 yılında Muhit dergisinde yayımlanan “Şehzadebaşında Bir Çaycı Dükkânı” başlıklı hikâyesinden kısa bir alıntı ile okuru, onu yeniden keşfetmeye davet edelim.

Donmuş bir kanarya kadar sapsarı ve olgun bir limonun buruk lezzetini taşıyan bu yer bir “ser” midir acaba? Dışarıda rüzgâr-fakfur ve bulutlu bir sema fecrini andıran büyük, yekpare, sisli, buharlı camlarda çırpınan rüzgâr – kanatları kopmuş bir kartal mıdır ki?

İçerde boz rengi bir sükût var. Ve büyük, yekpare, sisli, buharlı camların ayırdığı kaldırımlar üstünde bembeyaz bir kar…

İçerde boz rengi bir sükût var ve kristal bardakları ılık bir suyla yıkayan ellerin tertemiz gıcırtısı… Acaba lastiklerini yeni giymiş bir adam karlar üstünde mi yürüyor?...

Kalbim, bu sükûtun müsterih genişliğinde fakfur ve siyah bir kavanoza konmuş sonra güneşe bırakılmış ılık, sükûn içinde bir su…

Öyle vehmediyorum ki, burada bütün mevcudiyetim mesamesine kadar zerre zerre çözülüyor, damla damla eriyor ve ılık bir mayi gibi düşüncesiz ve yayvan ve geniştir. Gene öyle vehmediyorum ki bu camlı kapıyı açar ve dışarı çıkarsam, içine hapsolmuş – doğan bir güneşle çıtırdayan bir tabiat parçası gibi – bütün mevcudiyetim toz haline gelmiş camların çıtırtısıyla birleşecek ve ben gene kendime rücu edeceğim.

Önümde bir bardak duruyor. Uzak ufuklar ardına devrilen güneşlerin yumuşak ve seyyal ateşinden mi dolduruldu? Yoksa içinde kıpkırmızı bir gül mü ezilmiş? Ve yoksa eriyen bir karanfil mi var?

Parmaklarım yaşlı bir parıltıyla duran küçük bir limon parçasını damla damla sıkar ve gene bir alüminyum kaşıkla karıştırırken zannettim ki yavru bir kanarya kanat çırpınıyor. İnce ve yumuşak tüyleri sararmış bir akika benzeyen o kuşların göğüslerinden çıkan bir damla musiki hangi renktedir? Ve az evvel mayi içinde çırpınan yalnız bir kanat mıydı acaba? 

Dudaklarım kristal bardağın muhteviyatını yudum yudum içerken öyle zannediyor ki, çırpınan yalnız bir kanat değildi; çırpınan ince, yumuşak ve nermin bir kanarya göğsünden çıkan son bir terennümdü de…

Ses yok. Burası kaşlarında çekilmiş bir yay inhinası, gözlerinde derin ve tehî mağaraların rutubetli bakışları, yüzünün çizgilerinde japonkâri bir mozaikîn ince ve derin hatları gittikçe incelen ve derinleşen bir Konfüçyüs rahibinin inzivağahı mıdır?

Ses yok ve kaşıklar sükûna varan bir korkuyla devroluyor. Ses yok; sükûn, derin ve tehî bir sükûn ve kalbim bu derin ve tehîsükun içinde fakfur, siyah ve harikulade tannan bir kavanoza konmuş sonra güneşe bırakılmış temiz, bembeyaz bir su…

İçerde bir gümüş semaver fıkırdıyor; yıkanan bardakların gıcırtısı var; dışarıda kar… Dilimde yaşadığımı yegâne söyleyen buruk bir lezzet, bir limon rayihası ve limonlu bir tat...

Fakat ben ki, kalbim ve damarlarımla yaşayan bir kahramanın ve benim ki zihnimin içi- geçen bu yazdan sonra – lüks bir salondan henüz çıkmış adamlar gibi pırıl pırıldır; niçin şimdi ruhumda bir Konfüçyüs rahibinin metrûk ve münzevi sükûneti var?  (Muhit, S.27, Kânunusani 1931, s,10)

Kenan Hulusi Koray, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nın ilk edebî topluluklarından Yedi Meşale içinde yer almış, nesirleriyle tanınmış, önemli bir yazarımızdır. Edebiyat tarihlerinde ve kaynaklarda genellikle Kenan Hulusi için Yedi Meşale Topluluğunun tek nâsiri olduğu bilgisinden fazlasına rastlamak olası değildir. Bunda Kenan Hulusi’nin yazdıklarının çoğunun bugün elde olmayışının etkisi büyüktür. Daha çok öykü yazan Kenan Hulusi’nin yazdıklarının pek çoğu kaybolmuştur. Bu durum, Kenan Hulusi’nin sağlığında toplu halde öykülerinin yayımının yapılmamış olması, yazılarının büyük bir bölümünün birkaç sayıdan fazla yayın hayatı olmayan dergilerde yayımlanması, bu dergilerin çoğunun elde olmayışı gibi nedenlere bağlanabilir. Yazarın otuz yedi gibi hayli erken bir yaşta hayata veda etmesi bir başka önemli etkendir. 

Kenan Hulusi Koray’ın bilinen ve elde olan eserleri Milli Kütüphane kayıtlarına göre şunlardır: Son Öpüş (İnkılâp Kitabevi-1940), Bir Yudum Su (Muaallim Ahmet Halit Kitaphanesi, Orhaniye Mabaası-1929), Bir Yudum Su Hikâyeler ( Türkiye Yayınevi- 1944), Bir Otelde Yedi Kişi (Semih Lütfi Kitabevi-1940), Hikâyeler (İnci Enginün-Milli Eğitim Basımevi,1974), Osmanoflar (İnci Enginün, Doğan Kitapçılık-2004), Osmanoflar (Salkımsöğüt Yayınları-2014). Yazarın tüm hikâyelerinin kronolojik sıralaması oldukça uzun olduğu için kaynakçada belirttiğim Hamide Aliyazıcıoğlu’nun çalışmasına bakılabilir.

Behçet Necatigil’in Yedi Meşalecileri değerlendirdiği ifadesinde “etkiyi kestirme yoldan sağlamak ideali Kenan Hulusi Koray’ın hikâyeciliğinin temel ekseni olur” der. Cevdet Kudret, Yedi Meşaleciler içinde onun grupta hikâyeci olarak bulunma sebebini üslubuyla, hikâyelerindeki şiir diliyle ilişkilendirir. Yedi meşaleciler şiir hareketinin yarattığı ivme ile belli bir üne ulaşan Kenan Hulusi daha sonraları hikâyelerinde bazı değişimlere gider. Hikâyeciliğinde yaşanan farklılaşma iki evre olarak değerlendirilebilir. İlk dönemini Servet-i Fünûn dergisi ve Yedi Meşaleciler grubu arasında; ikinci devresini ise Vakit gazetesi etrafında düşünmek mümkündür. Kenan Hulusi Koray, ilk devredeki hikâyelerini 1927 yılında yazmaya başlar. Bu hikâyelerinde dikkat çeken unsurlar; santimantal hava içerisinde, sübjektif tabiat tasvirleri ve masalsılıktır. Yedi Meşale topluluğuna dâhil olduğu dönemde aynı isimle yayımlanan Yedi Meşale adlı ortak kitapta üç hikâyesi yer alır: “Denizin Feneri”, “Abajur”, Bir Mezarcının Hayatı”. Onun bu dönemdeki anlayışında realitenin masalsılıkla ele alınan tarafı önemlidir. İzlenimci bakıştan, orijinal imajlarla tasvir ettiği anlatının iç dünyası ona bir yazınsal ressam kimliği de kazandırır. Servet-i Fünûn’da yayınladığı ilk hikâyelerinde olduğu gibi Yedi Meşaleciler ile birlikte çıkardıkları Meşale dergisinde de aynı üslubu, şiirsel anlatımı ve izlenimci tasviri muhafaza eder. Alangu’ya göre Kenan Hulusi Koray, “Konularını muhayyilesinden, hatta çok kere tamamıyla gerçek dışından alıyor; ekleme süslerle yüklü bir üslupla, hayali tipler, yerler ve çevrelerle iyice bulanık, sonradan renklendirilmiş yaldızlı kartpostallara benzeyen eserler” yazar. Hikâyelerinde üslup yoğunluğu ve kelime seçiciliği olayın akış sırasını, anlatıyı görünmez kılar. Üslup anlatının önüne geçer, vakayı aydınlatacak ipuçları neredeyse görünmez hale gelir. Keza ölümünden sonra düzenlenerek yeniden yayımlanan Bir Yudum Su adlı eserinin önsözünde Zahir Güvemli onun ilk dönemine dair şu tespitlerde bulunur: “İlk hikâyeleri aksiyondan mahrum, tasviridir. Kelime, hayal, renk ve cümlelerin birbiriyle bağdaşmaları onun başlıca meşguliyetini teşkil eder. Anlatacağı şeyden çok, nasıl anlatacağıyla uğraşır”. Böylelikle onun sanat anlayışının iki devreye ayrıldığı düşüncesi yaygın bir kanaat olur. Kenan Hulusi Koray’ın ilk dönemine dair hikâyeciliğinde yaşanan kurgu ve sanatsal tıkanıklık, üslup ve devir değişimleri yeni bir yön çizmesinin önünü açar. Çünkü anlatımdaki sanatsallık çabası kurguyu sakatlamaktadır. Böylelikle kurmaya çalıştığı hikâyeler bir noktadan sonra kendini açıklayamaz ya da diğer bir ifadeyle hikâye ele aldığı vakayı aktaramaz hale bürünür. Bu durum onun gazeteciliğinin gelişmesi devresine rastlar. Değişim dönemine girdiği bu evre hikâyelerdeki üslubu da gazete çevresine, günlük okuyucu kitlesine çekmeye başlar. Hikâyede kendine has bir duyuş yaratmaya, kendine özel bir hikâyecilik kurmaya çalışan Kenan Hulusi Koray için hikâye anlayışındaki bu değişim, geçirdiği süreçler ve bulunduğu edebî çevrelerle de alakalı olarak görülebilir. Döneminin nesir, şiir ve romanlarını izlemiş, türlü denemeler yaparak, edebî çevre içerisinde çıkış yakalamış, bir manifesto etrafında edebî anlayış inşa etmeye çalışmış olması onun bu değişimine de ön ayak olur. Hikâyeye yoğunlaşmasındaki nedenler ise daha çok onun bu alanda gördüğü eksiklik ile bağdaştırılır. Bu konuda Zahir Güvemli şu tespitlerde bulunur:         “İşte, hikâye sahasına geldiği zaman, orasını hemen hemen bomboş bulan ve yeni bir inşaya girmek zorunda kalan Kenan Hulusi bu muazzam işe yarım kalan hayatını en halis sanatkâr feragatini göstermiş oluyor. Sanat mücadelesinde evvela karmakarışık bir anlayışla işe başlamış, nesir-şiirden sade ve pürüzlerinden ayıklanmış, gayrişahsî bir üsluba intikal ederek içe ve muhtevaya teveccüh etmişti ki birçokları bunu onun hesabına bir kayıp sandılar. Hakikatte ise Kenan Hulusi hikâyeyi iltibaslarından ayıklamaya, diğer sanat şekilleriyle karışmamasına çalışıyordu”. Arayış biçiminde gelişen bu evreyi ikinci dönem olarak tanımlamak mümkündür. Vakit gazetesine geçişi ile kesin çizgiler kazanan bu devresindeki hikâyeleri gündelik olana, aktüel olaylara ve gazete haberlerine doğru bir yolu izlemeye başlar. İkinci dönemindeki sanat hayatı gerçeklik çizgisinde ilerler. 1934’te Vakit gazetesinde idari görevler üstlenmesine rağmen hikâye yazma noktasında üretkenliğini sürdürür. Bu bağlamda Lekesiz şu tespiti yapar: “Gazetesinden başka dergilere de hikâyeler yetiştirmek endişesiyle hiç görmediği, yalnız kulaktan duyup, gazete yazılarında temasa geldiği köy yaşayışına dair oldukça başarılı ‘masabaşı hikâyeleri’ yazdı”. Seri yazma gayreti, birçok kez gelenekten gelen ve Ömer Seyfettin hikâyeciliğinin dokularını taşıyan nitelikte, kestirilebilir sonuçlu hikâyeleri bu evresinin ürünleridir. Ancak bu dönemdeki hikâyelerinde vakalar aynı temalar etrafında gelişse bile değişimler yaşandığı da göze çarpar. Bu hikâyeler için Hamide Aliyazıcıoğlu’nun tezinde görüşler şu şekildedir: “İlk yayınlanan hikâyelerde vaka, anlatım, tasvir ve tahliller için bir araç fonksiyonunda iken, ikinci kez yayınlanan hikâyelerde tasvir ve tahliller vakaya hizmet ettiği ölçüde metinlerde yer alır”. Zamanla anlatımında süslü öğelerden uzaklaşan Kenan Hulusi Koray, yalın dilde hikâyeler kurmaya başlar. 29.11.1937 tarihli Vakit gazetesinde tefrika ettiği “Çalınan Tarla” adlı yazıda “sanat için sanat” anlayışını bırakarak artık “toplum için sanat” anlayışını hikâyelerinde benimsediğini ilan eder. Bunda devrin içinde bulunduğu toplumsal ve sosyal fikirlerin de etkisi vardır.  Fikir ve sanat anlayışındaki değişim arkadaşlarının da dikkatini çeker. Hüsamettin Bozok,  Adımlar dergisinde yazdığı bir yazıda Koray’ın bu dönemdeki hikâyeleri için; “Kenan Hulusi yazı hayatında birbirine zıt iki safha göstermiştir. Başlangıçta fertçi ve elit bir sanatkâr olmaya çabalayan genç adam, son zamanlarında cemiyetçi bir sanat görüşünü idrak etmiş ve realist bir platformda yer almıştır” der. Entrika unsurunun ağır bastığı, genel itibariyle Maupassant tarzında hikâyeler yazan Kenan Hulusi Koray vakayı teşkil eden temaları çatışmalar temelinde okuyucuya sunar. Fakirlik- zenginlik, köylü- kentli, vuslat-ayrılık, gelenek- yozluk, hayal- hakikat, korku- güven, sevinç- üzüntü gibi net karşıtlıklar üzerinden alıntılarını kurgular. İkinci dönem hikâyeciliğindeki konularında çeşitlilik önemli yer tutar ancak Koray, bu çeşitliliği genele yaymayarak vakanın aktarımını bireyin yaşamı içerisindeki hususi hadiseler etrafında kurar. Anlatmak istediği konuyu, vermek istediği mesajı yaşanılan mekân ve zamanın şartlarına göre karakterler üzerinden yapar. Devrin panoramasını çizer. Aliyazıcıoğlu bu konuda şunları ifade eder: “Kenan Hulusi’nin bu dönem hikâyelerinde hayata ‘gözlemci’, ‘tahlilci’, ‘tasvirci’ ve yer yer ‘tenkitçi’ bir ‘sosyal gerçeklik’ anlayışıyla baktığı görülür. Metinlerdeki itibari âlem, söz konusu bakış açısına göre şekillenir”.

Kenan Hulusi’nin ikinci dönem hikâyelerine ait bir diğer özellik ise “sanat toplum içindir” anlayışından hareketle kahramanların idealize edilişi olur. Mesaj içerikli olan bu evrede toplum için ders niteliği taşıyacak birey eksenli bir anlatı kurmaya çalışır. Değişken, sürpriz sonları olan, toplumun yaşayışına dair meseleleri içeren, kısa ve dar kişi kadrosuna sahip hikâyeler yazar. Cevdet Kudret, “Hiç tanımadığı ve sadece kulaktan duyduğu köy hayatına yahut ayaküstü görüverdiği hadiselere ait her gün bir hikâye yazdı” diyerek onun hikâyecilik sahasında kaleminin ve anlatım gücünün yoğunluğuna işaret eder. Ancak bu anlatım gücü yanında güncel olana göre dizayn edilen hikâyeler bir noktada kemikleşmiş bir yapıda kurulur. Hikâyelerin kaynaklarına uzaklığı ve kurgudaki boş kalan noktaların kendi inisiyatifi ile doldurulması hikâyelerindeki bir aksaklık olarak da göze çarpar. Kurgu dünyasını gözlem ve gündelik olaylara dayandırması hikâyeciliğinin ikinci döneminde önemli bir yer tutar. Hikâyelerinde zaman zaman rastlanan vaka boşluklarını kendi hayal dünyası ile zenginleştirir. Bu boşlukları savaş olgusu ile tamamlarken toplumsal olandan bireysel olana ulaşmanın da peşinde olduğu görülür. Savaş olgusunun hikâyelerinde yoğun olarak yer bulmasının nedenlerine bakılacak olunursa; ilk gençlik yıllarının Birinci Dünya Savaşı, mütareke yılları ve Kurtuluş Savaşı dönemlerine rastlamasında aranabilir. Diğer taraftan hayatının son yıllarındaysa yine bir savaş devresinin ve psikolojik döneminin etkisi söz konusudur.

Yazı hayatını besleyen önemli kaynaklardan biri de savaşlar olur. Savaşın yol açtığı psikolojik ve sosyolojik yıkımlar önemle durduğu mevzulardır. Bu düzlemde kaleme aldığı hikâyelerde II. Dünya Savaşı’nın Türkiye’den görünümüne dair izler dikkat çeker. Gazeteciliğe ilgili bir yazar olan Kenan Hulusi Koray için savaş bahisleri devrin ve o günlerin getirdiği psikolojik havayı yansıtır. İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1939 yılından itibaren Türkiye’nin durumu tarafsızlık eksenli bir politika takip eder. O yıllarda gazetede hem köşe yazıları hem de hikâyeleri ile edebî faaliyet yürüten Kenan Hulusi Koray için savaş önemli bir yararlanma kaynağı olur. Hikâyelerinde görünen kısmıyla savaş, günlük haberler etrafında oluşturulan vaka örgüsü çevresinde aktarılır. Devrin genel durumu, siyasetin akışı yerine gündem eksenli bir yapı sezilir. Savaş yıllarının birey ve toplum üzerindeki etkisi; psikolojik ve sosyolojik yansımaları görülür. Birinci Dünya Savaşı’na dair konuların işlendiği hikâyeleri anılar ve duyumlar etrafında kurulur. Savaş konusuna dair net olunan bahisler, yazarın kendi yaşadığı devreyi içine alan İkinci Dünya Savaşı dönemine dairdir. Hikâyelerinde sadece konuya odaklanmayan Kenan Hulusi Koray, anlatı içinde çevrenin şartlarına, toplumun psikolojik durumuna da ışık tutmaya çalışır. Hikâyelerindeki savaş konularına değindiği bahislerde toplumun da tahliline dair bazı tespitlerde bulunur. Söz konusu değinmeler genel olarak birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’na dair işlediği hikâyelerinde göze çarpmaktadır. Bu iki savaş onun ilk gençlik yıllarına rastlar. Ancak çok sonraları yazdığı hikâyelerinde anılardan, anlatılardan, maziden hareketle savaşı betimler. Toplumun değişimine, psikolojik süreçlerine, kayıplarına, mazisine ve yeniden toparlanışına denk gelen yaşamının gençlik yılları hikâyelerini de beslemektedir.( Berkan Uzun: 2023)


Kenan Hulusi güçlü bir mizah duygusuna sahiptir ve hikâyelerinde toplumun aksayan yönlerini ve bireyin yozlaşmasını mizahî bir anlatımla hicveder. Bu, olayları daha unutulmaz ve çarpıcı kılar. Bu mizahi ton, basit magazin hikâyeleri diye bir kenara itiliverecek eserlere bile mana yükler.


Kenan Hulusi Koray’ın gündeme ve olaylara hâkimiyetinde gazeteciliğinin önemli rolü vardır. Böylelikle onu hikâye yaratımı için gerekli konu malzemesine ulaşması daha olanaklı ve çeşitlilik gösterir. Bu konu çeşitliliğini ve malzemeyi hikâyeye dönüştürmede üstüne yoktur. Gazetede yayınladığı hikâyeleri seri niteliği taşımakta denilebilir. Kısa yaşamına rağmen bu üretkenlik, verdiği eserlerin ya da hikâyelerin çokluğu ile de kendisini kanıtlar. Gündeme dair yaşanan hadiselere ulaşması ve bu konuları sıcağıyla işlemesi, o günlerde yaşanan olayların hikâyelerde izlerinin görülmesini sağlar. Örneğin Fon Sadriştayn’ın Oğlu adlı hikâyede: “tekrar kitaba döndü fakat iki satırdan fazla okuyamadı. Kafasının dinlenmeye ihtiyacı olduğunu duydu. Belki resimli bir magazin onu giderebilirdi. İllüstrirte Zeitung’un işte yeni bir sayısı… Sedir üzerinde duruyor. İçinde bir sürü harp resimleri: Şark cephesinde Rostov muhasarası, Kubiyeski köyüne giren bir Alman kolu, donmuş İlmen bataklıkları üzerinde yürüyen bir kafile! Sağda bir başka resim: Volf Sadriştayn! Altında iki satır: Kalinin kesiminde yüz yirmi teyyare düşürdükten sonra öldü.

Volf Sadriştayn!” (Koray, Bir Yudum Su, 1944: 29).


Kenan Hulusi Koray, 27 Mayıs 1322 (9 Haziran 1906)  yılında Fatih’in Çarşamba semtinin mütevazı bir evinde dünyaya geldi. Babası Bulgaristan’ın Karinabad taraflarında “Macaroğulları” lakabı ile tanınmış bir ailenin evladı olan ve ticaretle uğraşan Ömer Faruk Efendi; annesi Fatih ders-i âmlarından el- hac Mehmet Fevzi Efendi’nin kızı Gülsüm Hanım’dır. Kenan Hulusi Koray’ı 1914 yılında Çarşamba İbtidaî’sine verirler. 1919 yılında burayı bitirir. Aynı yıl Mercan İdadisi’nin Mekteb-i Rüşdî kısmına girer. 1922 yılında rüştiyeyi bitirir. Bu dönemde Mercan İdadisi’nin binasına taşınmış olan İstanbul Sultanisi’ne girer.1925 yılında İstanbul Erkek Lisesi’ni bitiren Kenan Hulisi, yine aynı yıl İstanbul Darülfünûnu Edebiyat Şubesi’ne kayıt yaptırır. Darülfünûna devam ederken, ailesinin maddi ve manevi yapısında birtakım değişikliklerin olur. Babası ikinci evliliğini yapar, öte yandan ticari işleri bozulur bilhassa üvey anne yüzünden Kenan Hulusi baba evini terk eder. 1928 yılında Türk Tarih Encümeninin Kütüphanesine memur olarak girer ve 1933 yılının sonlarına kadar orada çalışır. 

İlk hikâyelerinin yayınlanması da bu tarihlere rastlar. Halit Fahri Ozansoy idaresindeki Servet-i Fünûn dergisinde, henüz Darülfünûn’da öğrenciyken yayınlanan hikâyeleri, anlatımı ve özel atmosferiyle büyük ilgi topladı. Cumhuriyet devri şiirinin ilk edebî topluluğu kabul edilen “Yedi Meş’ale” grubuna, bu hikâyelerin referansı ile dâhil oldu. Bu grubun tek hikâyecisi olarak adını duyurmaya başladı. Topluluk dağıldıktan ve yazılarını yayınladığı Meş’ale mecmuası kapandıktan sonra Servet-i Fünûn (1929), Muhit, (1929-1931), Hayat (1929), İçtihat (1929),Milliyet (1929-1930), Mektep (1931-1932), Yeni Türk Mecmuası (1934), Bütün (1934),  Haber Akşam Postası (1934-1935) Varlık (1938) Yeni Mecmua (1939-1942) gazete ve mecmualarında hikâyeleri yayınlanmaya devam etti. Mayıs 1933’te Darülfünûn’da öğrenciyken tanıştığı sınıf arkadaşı, bestekâr ve yorumcu Münir Nurettin Bey’in kız kardeşi Emine Besime Hanım’la evlendi. 1934’de Vakit gazetesine girdi. Yazı işleri müdürlüğü görevine yükseldi. Burada askere gidinceye kadar gazeteciliği hikâyeciliği ile birlikte yürüttü. II. Dünya Savaşı esnasında askere alındı. Yedek subay olarak Adapazarı’nda askerlik görevini sürdürürken “tifüs mü, lösemi mi” olduğu anlaşılamayan bir hastalığın ardından 23 Mayıs 1943’te, henüz 37 yaşındayken vefat etti. Mezar taşında doğum ve ölüm tarihinin yanlış olması ve yazarlığının belirtilmemiş olması düşündürücüdür.

Yaşar Nabi, Kenan Hulusi’nin ölüm yıldönümünde yazmış olduğu yazısında “sanatkârın başkalarına kapalı kalmış hususiyetlerini” eşi Emine Besime Hanım’dan yazmasını ister. Nitekim ölümünden bir yıl sonra arkadaşlarının daha evvel neşredilmemiş yedi hikâyesini de ilave ederek yayınladıkları Bir Yudum Su adlı kitaba, eşi Emine Besime Hanım bir biyografi yazar. Bu kısa yazıda Emine Hanım da yazarın “Daima ketum olmayı ve az konuşmayı seven tabiatını” vurgular. Eşinin verdiği bilgiler: “Hastalandığını bildiren telgrafı alınca Adapazarı’na gittim. Bu hayatta ve gülmeye âşık bu genç adamın ölebileceğini bir dakika bile düşünmemiştim. Yatağı içinde bitkin bir tebessümle sayıklarken bile şu sözleri işittim ondan : ‘Kafam mütemadiyen işliyor, ah düşündüklerimi bir yazabilsem!’ diyordu. Hulusicik, 23 Mayıs 1943’te Adapazarı’nda askerlik hizmetini gördüğü sırada, yaşamaya tam başlayacağı zaman doğduğu ayda öldü”. Ölümünden sonra yazılan tüm yazılar Kenan Hulusi’nin “tifüs” salgınından öldüğünü belirtir. Ancak eşi besime Hanım ölüm sebebinin “lösemi” olduğunu açıklar. Kenan Hulusi’nin ölümü nedeniyle yazılan yazılarda; içi okşayan, yumuşak ve tatlı sesli bu adamın, pek az konuşan, kızmayan, seven, kızacak yerde unutan, kimseyi kırmamak için hep “peki” diyen, sessiz hali, tatlı tevazuu ile herkes ile hoşnut yaşayan ve herkesi hoşnut eden, her zaman gülümseyen, hassas, enerjik fakat uysal ruhlu, coşkun fakat tedbirli, hassas fakat alıngan değil, zarif, kibar ve temiz ruhlu, dürüst ve bütün arkadaşları tarafından sevilmek bahtiyarlığına nail olan tabiatı üzerinde durulmuştur. 


Vasfi Mahir Kocatürk şöyle ifade eder: “Kenan Hulusi, hayatı severdi. Muhitin ve tabiatın kesif intibalarını kuvvetle duyar ve tespit ederdi. İçinde derin ve asil sanat ruhu taşırdı. Neşesi ve cana yakınlığı ile aramızda büyük bir yeri vardı.”  


Ziya Osman Saba’nın Varlık degisinde 1943 yılına ait 240. sayısında çıkan “Hulusi” adlı yazısında Kenan Hulusi Koray’ı şu şekilde anlatmıştır: “Gazetelerin Hulusi’nin ölümünü haber verdikleri 25 Mayıs Salı’dan önceki Pazar günü akşamı, belki de Hulusi’nin tam son nefesini verdiği dakikalarda, kendi kendime otururken bilmem nasıl bir tedai ile aklım ceket ceplerine yerleştirilen ve bir zamanlar pek moda olan mendillere gitmişti. Oradan gayri ihtiyari Hulusi’yi hatırlamış, henüz üniversitenin esas binasında bulunmakta olan Edebiyat Fakültesinin geniş, şarkkâri divanhanelerinde mütebessim dolaşmakta olan edebiyat talebesi ve Yedi Meşale’nin yegâne nâsiri Kenan Hulusi’yi görür gibi olmuşum. O da ceketinin sol üst cebinde bir süslü kâh beyaz kâh renkli mendillerden taşımaya ne kadar meraklı idi! Onları, boyun bağı değiştirir gibi, ne kadar sık değiştirirdi! Herhalde bu mendillerden kendisinde bir koleksiyon vardı. Bizlere ara sıra, Beyoğlu’nun filanca mağazasının camekânında gördüğü çok güzel bir mendilden bahseder, fakat çok pahalı olduğundan alamadığını ilave ederdi. Aklı günlerce o mendile takılır, nihayet aldıktan sonra rahatlardı. Onu Oscar Wilde’a benzetirdim. Gençlik çağlarının nesrinde de Oscar Wilde’ı hatırlatan bir tarafı vardı. Süslü renkli, hayali bir nesri, belki de Oscar Wilde ceket yakasının iliğinde mevsimine göre değişen bir çiçek taşımış olduğu için onun da ceketinin cebinde bir mendil, kokusuz bir çiçek gibi açılırdı.” 

Bir çaycı dükkânında yazan Hulusi’yi hatırlıyorum. Bu nesrini, o senelerde bilhassa Muhit’de çıkan nesirlerini ne kadar severdim. Çaycı çay bardaklarını ne kadar itina ile ne kadar temiz yıkardı. Ve Hulusi, çaycı çay bardaklarını yıkarken çıkan gıcırtıdan, dışarıda, kaldırımları örten yeni karlara yeni alınmış lastikleri ile basarak bir adam geçiyor zannederdi.

Bu cidden güzel nesirlerin mecmua sahifelerinde unutulmamasını gönül ne kadar arzu eder. Son zamanlarda gazeteci Kenan Hulusi beni nerede görse hemen idarehanedeki odasına davet eden, çay ısmarlayan, şuradan buradan konuşan, müşterek dostlarımızı, karımı soran Hulusi’yi öğle vakti Babıâli yokuşunda bir köfteci dükkânına girip karşı karşıya köfte yediğimiz Kenan Hulusi’yi görüyorum. Şimdi, önümde, ölümünü haber veren gazetedeki resmi siyah bir çerçeve içinden yine bana gülümsüyor. O gazetedeki arkadaşlarından bahsetmek, bizleri methetmek için fırtınalar yarattı. Yedi Meşaleciler grubuna dâhil olmaktan adeta gurur duyardı. Bir makalesinde ‘müntesibi bulunakla iftihar duyduğum Yedi Meşhaleciler grubu’ tarzında bir cümlesi bulunduğunu hatırlıyorum. Meğer aramızdan ilk önce o gidecekmiş!”


Yedi Meşalecilerden Yaşar Nabi, Kenan Hulusi ile ilgili şu anılarını nakleder: “Düşünüyor ve hatırlıyorum: Onu 1927 senesinde tanıdım. O zamanlar Halit Fahri’nin etrafında toplanan genç edebiyat heveslilerinin canlı bir varlık gösterdikleri Serveti Fünun Mecmuası’nın idarehanesinde grubumuz yavaş yavaş teşekkül ediyor, aramızda aynı samimiyet ve canlılıkla yaşamasını dilediğim bağ, yavaş yavaş kuruluyordu. (…) Divan Yolu’nda aşağı yukarı gezintilerimiz sırasında, o bize son nesirlerinden parçalar okurdu ve ne kadar güzel okumasını bilirdi. Ve ne kadar kuvvetli bir hafızası vardı. Hemen bütün yazılarını ezbere bilirdi. Bir kaynağın çağıltısı, bir bülbülün soluması gibi doğudan doğruya gönülden gönüle ve insana bir haz ürpertisi geçirten o tatlı sesle okunmuş o güzel nesirleri şimdi bile yeniden işitiyormuş gibi oluyor ve içimin hazla dolduğunu hissediyorum.(…) Çok güçlü ve ağır yazardı. O kadar ki daima ona takılır, tembelliği ile alay ederdik. Evet, ona takılmayı ne çok severdik. Ve bütün tarizleri ne kadar uysal bir gülümserlikle karşılardı. Meşale mecmuası çıktığı sıralarda, “Ceylan Sesi” isminde bir romanı tefrika etmeye başlamıştı. Dört beş nüsha devam eden tefrika, bir yola çıkışın tasvirinden bir türlü daha ileri gidememişti. Bu yolculuk ne zaman bitecek? Diye şaka ederdik. Daha yolculuk bitmeden mecmua kapandı ve roman da bir teşebbüs halinde ve yalnız çıkmış sahifelerden ibaret kaldı. Hulusi, sonradan bu esere devam etmediği gibi bize de bahsini bile ettirmedi. 


Sait Faik, kendisiyle yapılan Gülen Erdal’a verdiği son röportajda “Hikâye yazmaya ilk nasıl başladınız? Sorusunu cevaplarken kendisini hikâye yazmaya teşvik eden Kenan Hulusi’yi anmadan geçemez. “Kenan Hulusi’nin verdiği cesaretle hikâye yazmaya devam ettiğini” vurgular.


Cevdet Kudret Solok’un Varlık dergisinde çıkan “Bir Ölünün Arkasından Düşünceler” adlı yazısında Kenan Hulusi Koray’ı şu şekilde anlatmıştır:

“Hulusi ile ilk defa nerede ve nasıl tanıştım? Şimdi bunu iyice hatırlamıyorum; fakat onun güler yüzü hayatımın her safhasına karışmış gibi bir his içinde yaşıyorum. Kenan Hulusi, her şeyden önce şekil ve kelimelerde kıymet gören bir sanatkâr titizliğiyle yazıcılık hayatına başladı. Anlatılan şeyin değil, anlatış tarzının güzel ve mutlaka ahenkli olmasını isterdi. Bu endişe iledir ki, o, bazen satırları kırarak onları nazım satırları gibi alt alta yazar; bazen aynı cümleleri arka arkaya tekrar eder ve çok defa cümlenin klasik şeklini bırakarak faili, fiili, mef’ulü istediği yerde kullanırdı. Bu dediğim şeyler, onun ilk yazılarına “Yedi Meşale” de çıkan mensure kılıklı hikâyelerine ait hususiyetlerdir. Hulusi, mensur şiir yazmak kabiliyetiyle doğmuş bir insandı; ilk yazılarından hemen bir iki sene sonra yazdığı “Altın Oluk” ve “Çaycı Dükkânı” mensureleri onun bu yoldaki kabiliyetinin çok kuvvetli delilileridir. Eğer tuttuğu yoldan ayrılmasaydı, bugün ondan ‘Türk edebiyatının en büyük nâsiri’ diye bahsetmek imkânı bulacaktık. Hayatını kazanmak zarureti onu gazeteciliğe sürükledi. Son görüşümde bana: “İnsanın her gün bir yazı yazması gerektiğini kelime ve cümle endişeleriyle zamanı öldürmemek lazım geldiğini ve bir yazıcının yalnız kendisinin yaşadığı veya gördüğü hadiseleri değil, kulaktan işittiği yahut da okuduğu her vakayı hemen yazmasının pek âlâ mümkün olduğunu” söylemişti. Eski düşüncelerinin tamamen aksini müdafaa ettiğini o gün esefle görmüştüm ve hemen anlamıştım ki, hayatını sanatına değil, sanatını hayatına uydurmaktadır. İşte bu düşünce iledir ki hiç tanımadığı ve sadece kulaktan duyduğu köy hayatına yahut da ayaküstü görüverdiği hadiselere ait her gün bir hikâye yazdı; bunların bir kısmını kitap halinde de bastırdı. Üslup endişesinden ne kadar uzak kalırsa kalsın, sanatkâr tabiatı, onu, bu son hikâyelerinden dahi yer yer fevkalâde ahenkli cümleler yaratmaya doğru sürüklüyordu. Kasten öldürmek istediği şairlik tarafı arada bir işte böyle pırıl pırıl cümlelerle kendini göstermekte idi. Biz Yedi Meşaleciler, onun şahsında, kıymetli bir nâsir ve yakın bir dost kaybetmekle ıstırap çekiyoruz ve bize, tanıdıklar tarafından, ‘Başınız sağ olsun!’ dendiği zaman, Hulusi ile aramızdaki akrabalıktan daha üstün arkadaşlık ve sanat yoldaşlığı bağlarımızın kuvvetini bir kere daha, fakat bu sefer acı acı, anlamış bulunuyor ve ağlamamak için kendimizi zorla tutmaya çalışıyoruz.”


Kenan Hulusi Koray’ın Muhit’ te çıkan yazıları 1929-1932 yılları arasında toplam on üç tanedir. Bunlardan ikisi söyleşi, dördü mensure, yedisi de hikâye özelliği taşımaktadır. Sanatçı yazılarını yeni harflerle yayınlamıştır. Kenan Hulusi’nin yazılarındaki tema çeşitliliği, zaman

ve mekân kullanımı, dil ve üsluba gösterdiği özen dikkati çekmektedir. 

Kenan Hulusi Koray, edebiyatımızda, “küçük hikâye”leri ile tanınmıştır. Osmanoflar adında bir romanı “R.B.K pansiyonu” , “Son Öpüş” , “Bir Yarasa Bir Kıza Âşık Oldu” adlarında üç uzun hikâyesi hariç, tespit edilebildiği kadarıyla, sayıları 172’yi bulan küçük hikâyeler yazmıştır. Yazar, hikâye açısından verimsiz bir dönem sayılan 1930’lu ve 1940’lı yıllarda gazete ve dergilerde yayımlanan hikâyeleriyle bu alandaki boşluğu doldurmayı başarmıştır.

Hikâyelerinin büyük çoğunluğu Cumhuriyet yıllarında geçer. Cumhuriyet öncesi ve sonrası yönetim ve bürokrasi, Anadolu insanının sıkıntıları, sosyal hayattaki çözülme, bozulma ve değişmeler, birtakım değerlerin yitirilişi, yeni değerlerin teşekkülü hikâyelerde yer alır.

Hikâyelerde güçlü bir mekân-insan ilişkisi dikkat çeker. Hikâyelerde mekân sadece olayların sahnesi değildir. Bunun dışında, metinde ele alınan konuya uygun bir atmosfer yaratmak, şahıs kadrosunun ruh hallerini, karakterini ve sosyal durumunu sezdirmek, mesajı daha çarpıcı bir biçimde vurgulamak gibi fonksiynlarda kullanılmıştır. Anadolu’nun pek çok köy, kasaba ve şehri hikâyelerde mekân olarak karşımıza çıkmakla beraber Kenan Hulusi büyük şehir hikâyecisidir. Yaşadığı dönem İstanbul’unun yaşayışlarından çok canlı ayrıntılar hikâyelerde yer alır. Kenan Hulusi İstanbul Türkçesini esas alır. Hikâyelerinde yerel ağızlara ve şive taklitlerine pek az yer verir. Kelime hazinesi zengindir ve kelime seçiminde titiz davranır. Hemen her hikâyesinde, metin boyunca tekrarlanan kelime veya cümle grubu üsluba âhenk ve akıcılık katar.


Kenan Hulusi’nin 1921-1934 yılları arasında yazmış olduğu ilk dönem hikâyelerinin çoğunluğu “aşk” teması etrafında teşekkül eder. Aşk teması, tıpkı Serveti Fünûn dönemindeki gibi insan psikolojisni en derin ve sarsıcı bir duygusu olarak temel alınır. Âdeta aşkın insanı nasıl kararsız, şuursuz yaptığı gösterilmeye çalışılır. Vak’a da gücünü bu temadan alır. Kenan Hulusi, sanatının birinci devresinde kaleme aldığı “aşk” temalı hikâyelerde, aşkı, toplumsal ortamın dışında, iki kişi arasında geçen romantik bir olgu gibi ele alır. Sanatının ikinci devresinde ise aşk, toplumsal çevreye ve ekonomik koşullara bağlanır. Statü farkı, ekonomik koşullar, toplumun değer yargıları aşkın önüne aşılması güç engeller çıkarır. Bu sebeple hikâyeler daima ölümle veya kesin ayrılıkla sonlanır. “Dirilen Mumya” adlı hikâyede aşkın değişik bir görünümüne yer verilmiştir. Yazar, bu hikâyeyi büyük aşkların yeryüzünde hala var olduğunu ispatlamak için yazmıştır. Kenan Hulusi’nin, ilk dönem hikâyelerinden olan “Tabaklar ve Çocukluğum” ve “Ağustos Böcekleri”nde çocukluk hatıralarını anlatır. Hikâyelerindeki ortak tema “çocukluğa özlem”dir.


Kenan Hulusi, kelime hazinesi zengin olan bir yazardır. Türkçeye hâkimdir. Kelime seçiminde titiz davranır. Cevdet Kudret bunu şöyle dile getirir: “Kenan Hulusi her şeyden önce şekil ve kelimelerde kıymet gören bir sanatkâr titizliğiyle yazıcılık hayatına başladı.”  Hüsamettin Bozok kelimelere âşık her sanatkâr gibi “bütün vaktini inciler gibi seçip dizmekler geçirir”. Bu özelliği nedeniyle Hikmet Münir, kendisini “kuyumcu” benzetmesiyle tanımlar. Kenan Hulusi, yaşayan Türkçe ile yazar. Yaşayan, canlı kelimelerin dışında bir arayışa yönelmez. Döneminde büyük rağbet gören “Öz Türkçecilik” akımlarına iltifat etmez. Yazar “Dörthanların Kulaksızı” adlı hikâyesinde “Öz Türkçecilik” akımlarında aşırıya gidenleri mizahi bir dille eleştirir. Belirli aralıklarla muhtelif gazete ve dergilerde yayınladığı hikâyelerinde, bazı ekleme ve çıkarmalar yaptığı halde kelimelerde bir değişiklik yoluna gitmez. Kelimeler, yenileri esas alınarak değiştirilmez. Bununla beraber, hikâyelerinde dilin son derece sade olduğunu, ilk öykülerinin bile, bugün dahi rahatlıkla okunabileceğini görürüz.


Kenan Hulusi, hikâyelerini İstanbul Türkçesini esas alarak yazar. Köy konulu hikâyelerinde, yerel ağızlara, şive taklidine çok az yer verir. Hikâyelerin şahıs kadrosunda yabancılar geniş bir yer işgal etmekle birlikte, onların bozuk Türkçesini hikâyelerine yansıtmaz.

Kenan Hulusi’nin hemen bütün hikâyelerinde bir kelime, cümle veya cümle grubunun tekrarlandığı görülür. Yazarın kendine has üslup özelliklerinden biri olarak değerlendirebileceğimiz kelime ve cümle tekraraları hikâyeye ahenk ve canlılık kazandırır. Tekrarlama, biriktirme, mübalağa ifrat gibi şiddetlendirme teknikleri yüksek veya tumturaklı edebi üslubun özelliklerindendir. Kenan Hulusi, 1927-1934 yılları arasında kaleme aldığı hikâyelerinde geniş ölçüde psikolojik karakter gösteren soyut kelimeler kullanır. 1934-1943 yılları arasında ise, sanat anlayışının tesiriyle, somut kelimelerin ön plana çıktığını görürürz.

Hareket halindeki hikâyelerinde fiiler, statik şekildeki hikâyelerinde ise, sıfatlar ön plana çıkar. Zaman ve şahıs bakımından, fiillerde bütün zamanları kullandığı görülür. Anlatma tarzına uygun olarak, birinci ve üçüncü şahıslar sık sık kullanmıştır. Cümleler ise çoğunlukla kurallı ve fiil cümlesi olarak tezahür eder.

Kenan Hulusi’nin Muhit dergisindeki hikâyelerinin cümleleri genel olarak açık ve düzdür. İlk dönem hikyelerinde yer yer görülen kapalılık kısa zamanda terk edilir. Yazar, söylemek istediklerini açıkça ortaya koyan cümleler kurar. Heyecan ifade eden cümlelerinde kısa; tasvir cümlelerinde ise uzun cümle yapısına başvurur. Hikâyelerinde basit yapılı cümleler çoğunluğu teşkil eder. Bunun dışında birleşik ve sıralı cümleler dikkat çeker. Kenan Hulusi, bilhassa ilk dönem hikâyelerinde duygu ve düşüncelerine uygun hayaller ve semboller ortaya koyar. Hikâyelerinde teşbih istiare ve mecazlar görülür.

Kenan Hulusi’nin hikâyeleri “sosyal zaman” ve tarihî zaman kavramları bakımından son derece zengindir. Kenan Hulusi yaşadığı çağın hikâyecisidir. Hikâyelerinde, hikâyeler “vak’a zamanı”, “anlatma zamanı” ve bunların hikâyelerde kullanışı gibi doğrudan doğruya yapıyı ilgilendiren özellikleri yanında, muhtevayı ilgilendiren “sosyal zaman” ve “tarihi zaman” kavramları çerçevesinde değerlendirilmiştir. Kenan Hulusi’nin hikâyelerini “vak’a zamanı” açısından incelediğimizde, kimi hikâyelerin çok kısa bir vak’a zamanı içinde başlayıp gelişip sonlandığını görürüz. Yarım ile sekiz -on saat arasında değişen bir zaman şeridi içinde anlatılan vak’a, hayatın herhangi bir anından bir “kesit” olma özelliği taşır. Yazarın “mensur şiir” özelliği gösteren “Bir Çaycı Dükkânında”, “Uyku”, “Beyazıt’ta Çınar Altı”, “Boğaziçi’nde Bir Gece Yarısı Mehtabı”, “İstanbul’dan Parçalar” adlı eserlerinde vak’a zamanı birkaç saatle sınırlıdır. Anlatıcının kısa bir vak’a zamanı içindeki duygu ve hayal dünyasının yansıtıldığı metinler eşya, kişi, mekân tasvirlerinden ibarettir. Kenan Hulusi’nin hikâyelerinin hemen hemen tamamında vak’a, art zamanlı olarak metne taşınır. Yazarın “mensur şiir” özelliği gösteren eserleri olan “Bir Çaycı Dükkânında”, “Ağustos Böcekleri” adlı hikâyeler şimdiki zamanda anlatılır. Kenan Hulusi hikâyelerinde kronolojik bir zaman akışı gözlenir. İç içe vak’a zincirinden oluşan hikâyelerde geçmiş zamanlı vak’a, iki hâlin arasında yer aldığı takdirde kronolojiyi bozmakla birlikte art zamanlı anlatılan vak’a, kendi içinde daima kronolojik bir sıraya sahiptir. Geri dönüş tekniğinin kullanıldığı hikâyelerde vak’a yine kronolojik olarak takdim edilir. Yazarın “Dirilen Mumya “ adlı hikâyesinde reel bir zaman değil, irreel bir zaman söz konusudur. Bu eserde reel zamandan irreel zamana geçilir. Metindeki çekirdek vak’a, tarihin değişik dönemlerinde yaşamış kişiler ve Yunan mitolojisinde yer alan tanrıları aynı zaman dilimi içinde bir araya getirir. 


Yazarın hikâyelerini “anlatma zamanı” bakımından değerlendirdiğimizde, iki kullanım tarzı ile karşılaşırız: bunlardan birincisi, vak’anın olduğu anda metne aktarılması, ikincisi ise vak’anın belli bir zaman geçtikten sonra okuyucuyua sunulması şeklinde gözlenir. Bunlardan ilki genellikle hâkim anlatıcı tarafından anlatılır. “Yazla kış ortasında, sıcak bir mevsim gölgelerin yavaş yavaş başladığı ve daha ziyade kışa yakın bir akşamüstüydü.”(“Şeceri Vakvak”) “Beyaz Güller” kış mevsiminden ilkbahara dek sürer. “Şeceri Vakvak” sonbahar mevsiminde yaşanır.

Kenan Hulusi’nin hikâyesini “sosyal zaman” ve “tarihî zaman” kavramları açısından topluca değerlendirdiğimizde, 1900’lü yıllardan 1940’lı yılların başına kadar geçen 40 yıllık bir devrenin panoramasını buluruz. Türk tarihinde sosyal, siyasî, ekonomik ve kültürel anlamda büyük gelişme ve değişmelerin yaşandığı bu dönem, Kenan Hulusi’nin hikâyelerinde de ifadesini bulur. Balkanlardan Osmanlı’nın çekilmesi, I. Dünya savaşı, Çanakkale Savaşı, Milli Mücadele, Cumhuriyet’in ilanı ile başlatılan bir dizi yenileşme hareketi ve tüm bunların toplum hayatındaki yansımaları, türün imkânları içinde hikâyelerde yer alır. Şüphesiz asıl olan insandır. Sosyal ve tarihî zamanla ilgili ifadeler, bir insanı ilgilendirdiği, bireyin hayatını etkilediği ölçüde metinlerde yer alır.

Yazarın II. Dönem hikâyelerinde sosyal ve tarihî zaman çok daha net ve zengindir. İlk dönem hikâyelerinde ise sosyal ve aktüel zaman belirsizdir. Fert ve ferdin günlük hayatının ön planda olduğu hikâyelerde, sosyal zaman bu ferdi hayatın bir fonu olma niteliğine bürünmüştür. Beyoğlu’nun bir zevk ve eğlence merkezi oluşu, barların açılışı, tramvay ve otomobil gibi ulaşım araçlarının varlığı sosyal ve tarihî zamana ait bilgiler vermektedir. I. Dünya Savaşı öncesinden Cumhuriyet’e dek uzanan süreçte, Türk toplumunun çektiği acı ve sıkıntılar, inkılâpların sosyal hayattaki yansımaları, Cumhuriyet öncesi ve sonrası yönetim ve bürokrasi, sosyal bünyedeki çözülme, bozulma ve dağılmalar, birtakım değerlerin yitirilişi yeni değerlerin teşekkülü noktasında dikkat çeken ayrıntılar içerir.

Sonuç olarak bütün bu özellikler yazarın güçlü bir zaman duygusuna sahip olduğunu ispatlar. Zamanın kullanımı noktasında vak’ayı esas alır. İlk dönem hikâyeleri genellikle belirsiz bir zaman içinde gelişir. İkinci dönem hikâyeleri ise –istisnalar dışında- yaşadığı dönemin sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel özelliklerini yansıtır.

Kenan Hulusi’nin hikâyeleri topluca değerlendirildiğinde, metin bütünlüğü içinde mekâna ve onun tasvirine önem verildiği görülür. Bazı hikâyelerinde mekân sadece olayların sahnesi olmakla birlikte, birçoğunda bunun dışında birtakım fonksiyonlara sahiptir. Hikâyelerde mekânın kullanımında dikkat çeken ilk özellik mekân-insan arasında güçlü bir ilginin kurulmuş olmasıdır. Mekândan hareketle insana, insandan hareketle mekâna ulaşmak mümkündür. Mekân tasviri, şahıs kadrosunun ruh halini, karakterini, sosyal durumunu sezdirecek bir özellik taşır. Mekân adeta o mekânda yaşayan insanın aynası olur. “Cevahir Bedestanı”, “Şehzadebaşı’nda Bir Çaycı Dükkânı”, “Tabaklar ve Çocukluğum” gibi hikâyelerde mekân - insan ilişkisi açıkça görülür. Kişilerin yalnız yaşadıkları değil, gitmeyi tercih ettikleri mekân ile kişilikleri arasında sıkı bir bağ vardır. Yazarın “Şehzadebaşı’nda Bir Çaycı Dükkânı”, “Boğaziçinde Bir Geceyarısı Mehtabı” gibi eserlerinde kahramanların ruh hali ile mekân arasında bağlantı kurduğunu görürüz. Bazı hikâyelerinde mekân, üzerinde yaşayan kişilerin sosyal seviyelerini aksettiren bir göstergedir. Aslında bunu tüm hikâyelerinde sağladığını söylemek güçtür. Ama “Tabaklar ve Çocukluğum”, “Cevahir Bedestanı”, gibi hikâyelerde yer yer yapılan eşya- mekân tasvirleri ile o mekânda yaşayan veya o eşyalara sahip olan insanların sosyal statüsünün sezdirilmeye çalışıldığını fark ederiz.

“Tabaklar ve Çocukluğum”da tasvir edilen yemek odası ve porselen tabaklar, hikâyenin yazıldığı dönem Türkiye’si için ailelerin sosyo-ekonomik düzeyinin bir göstergesidir. Hikâyelerinde çoğu zaman konuya uygun bir atmosfer yaratmak için mekândan faydalanıldığı görülür. Metnin teması ile uygunluk gösteren mekân tasvirleri okuyucuyu belli bir atmosferle karşı karşıya getirir. Sözgelimi yazarın korku hikâyelerinde, mekân tasvirleri, okuyucuda korku duygusu yaratma fonksiyonu ile yükümlü kılınmıştır. Kenan Hulusi’nin I. Dönem hikâyelerinde mekân tasvirleri, yer yer objektif ve realist bir mahiyet arz etmekle birlikte, daha ziyade sübjektif ve romantiktir. Söz konusu hikâyelerde mekân tasviri, o mekâna bakan ve algılayan kahramanın ruh haline göre şekillenir. Gücünü gözlemden değil hayalden alır. Yedi Meşalecilerin şiirlerindeki gibi, resme has bir tasvir gayreti dikkat çeker. Renk ve gölge unsurları ile varlıkların ayrıntılı tasviri okuyucuda bir peysaj intibaı uyandırır. II. Dönem hikâyelerine göre, mekân tasvirlerinde kullanılan sıfat sayısı ve benzetmeler dikkati çekecek ölçüde fazladır. Mekâna ait unsurlar, orijinal benzetmelerle okuyucuya sunulur. II. Dönem hikâyelerde mekân tasviri, realist ve objektiftir.

Kenan Hulusi’nin hikâyelerini “iç-dış”, “kapalı-açık” mekân açısından değerlendirdiğimizde, iç ile dış mekânın bir arada kullanıldığını görürüz. Ancak iç mekâna bağlı hikâyeler daha fazladır. En çok kullandığı iç mekân çeşidi ev ve trendir. Deniz kenarları ve plajlar ise en sık rastlanılan dış mekân alanlarıdır. Büyük şehir hikâyecisidir. Çünkü hikâyelerinin yarıdan fazlasında olayların sahnesi şehirdir.

Milli Edebiyat ve Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’na dâhil birçok sanatçımızın olduğu gibi Kenan Hulusi’nin de mensur şiir türünde önemli eserleri bulunmaktadır. Bu yazılar 1930-1932 yılları arasında yayınlanmıştır. Yazarın “mensur şiir” özelliği gösteren “Cevahir Bedestanı”, “Uyku”, “Beyazıt’ta Çınar Altı”, “Boğaziçi’nde Bir Gece Yarısı Mehtabı” adlı eserlerinde vak’a zamanı birkaç saatle sınırlıdır.  Örneğin “Cevahir Bedestanı” adlı hikâyede Kenan Hulusi belirli bir zaman dilimi içerisinde bedestan içerisinde dikkatini çeken eşyaları, kişileri ayrıntılı biçimde tasvir etmiştir. Yazar bunu yaparken, zengin kelime hazinesinden yararlanmıştır. Sanatçının duygu ve hayal dünyası kısa ve çarpıcı biçimde anlatılmıştır. 


Kenan Hulusi’nin “Edebiyatımız Hakkında Hüseyin Rahmi Bey Ne Diyor?”(1930) adlı yazısında Hüseyin Rahmi Bey’in Edebiyatı Cedide hakkındaki düşüncelerine ayrıntılı bir biçimde yer verilmiştir. Yakup Kadri’den Haşim’e kadar genel olarak bahsedilen yazıda, yazarın sanatının karakteristik noktaları dikkati çeker. Hayatından örnekler veren sanatçı beğendiği eserlerden ve sanatçılardan övgü ile bahsetmektedir. Romanlarda tanıdığı kişilerin gerçek hayatta da karşısına çıktığından bahseder. Türk edebiyatından ve diğer ülkelerin edebiyatlarından en çok beğendiği ve sevdiği kişilere tek tek değinmiştir. Sanatçı bu yazılarda karşısındakiyle sohbet ediyormuş gibi senli benli bir anlatım içerisindir. Yazarın dili ve üslubu sıcak ve samimidir. Dönemin edebî sorunlarına çözüm aranmakla birlikte konudan konuya atlanarak okuyucunun sıkılması engellenmiştir. Yazarın bilgi birikimi gözler önüne serilmiştir. Sanatçının her konudaki derin bilgisi, pratik zekâsı, samimi üslubu yazıda başlıca dikkati çeken özelliklerdir. Yazarın konuşma arasına serpiştirdiği esprili sözler okuyucu üzerinde hoş bir etki bırakmaktadır. Edebiyatımızın sorunlarına genel olarak değinen yazar çözüm yollarını da göstermektedir. ( Fatma Sezer: 2012)


Modern dönem hikâyecilerinden Kenan Hulusi Koray’ın eserlerinde de post-modern teknik diye adlandırılan çok özellik olduğu gibi metinlerarasılık da vardır. Kenan Hulusi Koray’ın sanatı merkeze alan birinci dönem hikâyelerinde art zamanlı olan metinlerarasılık, toplumcu anlayışı ön plana çıkaran ikinci dönem hikâyelerinde daha çok yakın zamanlı ya da eş zamanlı özelliğe sahiptir. Yazarın metinlerarasılık yöntemini kullanması sadece geçmişte ve farklı edebî geleneklerde de olması ile izah edilemez. Böyle bir açıklama eksik kalır. Kenan Hulusi içinde bulunduğu kuşak düşünüldüğünde post modern dönemden önce post modern yöntem ve teknikleri kullanan bir yazardır. O, yaşadığı dönemde modernizmi farklı yorumlayan ve post- modernizmi hazırlayan yazarlar grubuna dâhildir. Onun edebiyat tarihindeki bu yeri düşünüldüğünde sadece metinlerarasılığı değil diğer post-modern teknikleri de kullanmasının tarihsel olgu ile ilişkisi vardır. 

Kenan Hulusi Koray’ın Yedi Meşale dönemindeki eserlerinde metinlerarasılık görebiliriz. Post- modernizme mal edilen metinlerarasılık yöntemi bir anlamada yine post-modernizme mal edilen parodi ile birbirlerini besleyen iki önemli kavramdır. Doğu anlatıları etrafında oluşan parodilerden biri olan Kenan Hulusi Koray’ın Esma’nın Aşkı isimli hikâyesi üzerinden anlamlandırmak mümkündür. Hikâyenin girişi şu şiirsel ifade ile başlar: “Çöl kızlarının en güzeli ve en alımlısı Esma, sabahleyin dudaklarında bir gülle uyandı, dudakları arasında kanlı bir gül duruyordu, yastığında bir hançer vardı.” Hikâye bu giriş üzerindeki imgeler üzerine bina edilir. Semantik açıdan yoğun olan bu girişte anlam hikâyenin sonuna kadar kendini açar.  Girişte etkileyiciliği amaçlayan bu yoğun ve lirik üslup daha çok kasidede teşbib adı verilen giriş bölümlerindeki “âşıkâne” beyitleri hatırlatır. Yine bu hikâyede birçok kelime Leyla ve Mecnûn mesnevilerini hatırlatır ve bu üslup ayrıca Ahmet Haşim’e ait bir şiirinde geçen metaforla Haşim’in Karanfil şiirine de gönderme yapılır. Leyla ve Mecnûn arketiplerinin en belirgin şekilde kendisini gösterdiği hikâye Kenan Hulusi Koray’a hikâyeciliğinde ününü kazandıran, ilk kez Yedi Meşale’nin dördüncü sayısında yayımlandıktan sonra 1929 yılında Muallim Ahmet Halit Kütüphanesi tarafından ayrı bir risale olarak basılan Bir Yudum Su adlı hikâyedir. Hikâye,  şairane bir üslupla ve “bir yudum su” ibaresinin ritmik tekrarları ile ilerlemeye başlar. Su metaforunun altındaki “susamışlık”ın altını kazıdığımızda “Leyla ve Mecnun” mesnevisinin yazarı Fuzûli’nin “Su Kasidesi”ne ulaşabiliriz.

Yazarın mekân olarak Orta Anadolu’yu seçtiği hikâyelerinden bazıları, nesirde dönemin sanatçılarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun anlatım tarzını hatırlatırken bazı hikâyelerindeki mekân tasvirleri de Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirlerindeki tasvirleri hatırlatır. Yazarın 1939 yılında yayımladığı bir kitapta bulunan ve adını yayımlanan kitaba da veren “Son Öpüş” adlı hikâye, karakterler ve onların ruh dünyasına ait bütünsel tasvirler özellikle Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na ait ve kendisinden bir kaç yıl önce yayımlanmış Yaban romanı ve oradaki tasvirleri hatırlatır. Yine bu hikâyedeki yoğun hayvan metaforu da Yaban romanını hatırlatır.


“Kavaklıkoz Hanı’nda Bir Vaka” isimli hikâye, tematik olarak Koray’ın korku hikâyeleri arasına girse de metindeki gerçekçi ve karakter psikolojisine yapılan tasvirler Cumhuriyet’in ilk yıllarına yönelen memleketçi edebiyat atmosferini andırmaktadır. Hikâye yine kahraman anlatıcı ağzından anlatılmıştır. Anlatıcı Beyşehir- Konya arasında yaptığı bir yolculuğu ve öngöremedikleri fırtına sebebiyle mola verdikleri, adını burada bulunan Kavaklıkoz tepelerinden almış Kavaklıkoz Han’ında arabacıların tabiriyle , “uğursuz” yerde başlarına gelen esrarengiz olayı anlatır. Kenan Hulusi Koray’ın Anadolu’ya yönelişi tema bakımından gerçekçi bir üslubu doğurmuştur.  Bu hikâye şiirin hikâye formuna aktarılışı şeklinde değerlendirilebilir. Hikâyede geçen: kurt, araba, arabacı, han, İç Anadolu, Orta Anadolu kelimeleri, Cumhuriyet döneminin önemli şiirlerinden olan Han Duvarları şiirini hatırlatmaktadır. İlk dönem eserlerine bakıldığında belli edebî arketipler etrafında geliştirdiği üslup ile yazılan bu eserler, metinlerarasılığın bir alt yöntemi olan parodi ile yazılmış metinler olma özelliğine sahip oldukları sonucuna varılır. 


Metinlerarasılık söz konusu olduğunda akla gelen bir başka metinlerarası ilişki de diyalogdur. Metinler art zamanlı veya eş zamanlı diyalog halinde olabilir. Bu diyalog klasik edebiyatta olduğu gibi nazire, taşlama, hiciv şeklinde ortaya çıkabilir. Kavaklıkoz Hanı’nda Bir Vak’a bir şiir türünden bir hikâye türüne aktarım özelliği taşımakla birlikte iki sanatsal duyuş arasında diyalog olma özelliğine sahiptir. Gotik hikâyeleri ile de tanınan Kenan Hulusi Koray, hikâyeciliğinin ikinci döneminde toplumcu gerçekçi bir duyuşa yönelse de bu döneminde korku içerikli metinlerini bireysel duyuşla kaleme almayı tercih etmiştir. Bu açıdan bakıldığında Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiir formunda yazılmış, Anadolu gerçeğini realist bir duyuşla kaleme alırken, bir aydın-halk karşılaşmasının tarifini de yapar. Ancak aynı üslubu kullanarak bir anlamda toplumcu gerçekçi bir şiire gotik anlatıyla ve bireysel duyuşla cevap vermiştir. 

Sonuç olarak içinde bulunduğu edebi dönem itibariyle Kenan Hulusi Koray, ister avangart bir tutumla isterse daha önceki edebî geleneklerden beslenen bir tutumla olsun post-modern edebiyatın dışında bir yazar olarak metinlerarasılığı sanatçı bir duyarlılıkla hikayelerinde kullanmıştır. Ayrıca bu yöntemi hem arketipleri kendi metinlerinde yeniden canlandırmak suretiyle isterse bir başka metnin sanat anlayışına kendi sanat duyuşuyla cevap vermek suretiyle bu yöntemin işlevini de yerine getirmiştir. (Onur Akbaş: 2024)

Kenan Hulusi Koray’ın bugün için bilinen tek romanı olan Osmanoflar, çok uzun yıllar edebiyat dünyasında hak ettiği ilgiyi görememiştir. 1 Ocak – 16 Nisan 1938 tarihleri arasında o günkü adıyla Kurun (daha sonra Vakit) gazetesinde tefrika edilen Osmanoflar, 66 yıl sonra ilk olarak tek bir kitap halinde basılmış ve böylece bir gazetede parça parça olarak ve sadece o gazeteyi alanlarca okunup bilinen bir eser olma durumundan çok uzun yıllar sonra kurtulabilmiştir. Roman kurgu tekniği bakımından dikkate değer niteliktedir. Ayrıca 1938 yılında yani Balkanların elden çıkmasından yaklaşık otuz yıl sonra geçmişi ve kayıpları değerlendiren bir roman olması bakımından da değerlidir. Kenan Hulusi Koray, gerek öyküleri gerekse Osmanoflar, adlı romanı ile Türk edebiyatı içinde önemlidir. Osmanoflar, romanının olay örgüsünün zaman dilimi dikkate alındığında çok fazla Arapça ve Farsça sözcük içermediği görülür. Eğitimli bir kişi olduğu anlaşılan anlatıcı-kahraman-yazarın dil ve anlatımındaki zarif üslubu metnin bütününe hâkimdir. Metnin özenli bir dili vardır. Soru cümlelerine sık sık başvurulur. Soru cümleleri karşılıklı konuşmalarda değil, daha çok ara düğüm oluşturmak ve ana düğümü güçlendirmek amacı ile kullanılmıştır. (Tülin Arseven: 2018)

Osmanoflar birçok tarihî romana kaynaklık edecek olan Balkan trajedisini hazırlayan unsurlara dikkat çeker. Büyük bir yıkımın ve kıyımın başlangıcı olarak süreci, bölgede varlığı Osmanlı Devleti’nin otoritesiyle koşut gelişen köklü ve güçlü bir aile üzerinden aktarır. Ailenin içerisinde bulunduğu durumda devletin politik durumuyla aynıdır. Roman bu yönüyle Balkanların Osmanlı’dan kopuşunu hazırlayan etkenlerin başlangıç yıllarına odaklanır. Kenan Hulusi Koray’ın öykülerinde sıklıkla rastlanan gizem ve egzotik atmosfer,  Osmanoflar’da yerini yoğun çevresel tasvirlere ve karakter tahlillerine bırakır. Romanda yazarın ilk kalem terbiyesini aldığı Fecr-i Ati’ye ait birtakım üslup özelliklerinin varlığı dikkat çeker. Müşahit anlatıcının sahip olduğu olanaklar çerçevesinde bir dönem panoraması çizen Osmanoflar romanı, geniş bir zaman dilimine hâkim olabilecek bir nehir romanın ilk cildi olarak kabul edilebilir. Devamı gelmeyen eser, Balkanlarda yaşayan Türklerin sosyolojik ve bireyler arası ilişkilerden oluşan serüvenini bir aile üzerinden ruhsal tasvirlerle aktarır. Tarihi roman olan eserde aile ilişkilerinin etrafında gelişen bütün olaylar ve çatışma unsurları metaforik anlamda özelden genele genişleyen bir benzerlik üzerine kurgulanmıştır. Kahramanlarının ruhsal tasvirlerinin dikkat çekici derecede yoğun olduğu eserde birkaç noktada beliren rüya motifiyle romanın Kenan Hulusi Koray’ın öykülerinde sıklıkla kullanıldığı fantastik anlatıma yaklaştığı söylenebilir. Kenan Hulusi Koray’ın yayımlanmış tek romanı olan Osmanoflar, genç yaşta yaşama veda eden yazarın romancı yönünün tek örneği olarak kalır. Koray’ın nâsir yönünü öne çıkaran Osmanoflar, ironik bir anlam bütünlüğü içerisinde öteki üzerinden Osmanlı devletinin halk arsındaki adlandırmasını da görünür kılar.(Gürhan Çopur: 2022)

Türk edebiyatında gotiği daha çok roman türünde görsek de hikâye türünde de çok önemli eserler verilir. Bu konunun en başında Yedi Meşaleciler topluluğunun hikâye kanadını temsil eden Kenan Hulusi Koray gelir. Onun hikâyelerine baktığımız zaman ilk bakışta Amerikalı yazar Edgar Allan Poe etkisi net bir şekilde görülür ve Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nın gotik anlayışı hakkında önemli ipuçları sunar. Bu dönemdeki gotik edebiyatın salt Batı tesiriyle ortaya çıktığını ya da Batılı eserlerde nasılsa o şekilde kopya edilerek alındığını söylemek doğru olmaz. Cumhuriyet dönemindeki gotik eserler, Batı’daki gotik eserlerden etkilenirken Anadolu kültürü ve inanışlarını da kullanır. Yani Batı edebiyatındaki gotik adapte edilerek kullanır. Poe’nun yazdığı hikâyelerdeki konulara benzer nitelikte olacak hikâyeler kaleme alan Koray, Anadolu’nun kasabalarını, köylerini, insanını gotik hikâyelerine dâhil eder. Onun gotik konusunda beslendiği en önemli kaynak Anadolu’dur. Anadolu’daki çeşitli inanışları, cinayetleri, ıssız mekânları, köy ve kasabalardaki insanı gotik çerçevede verir. Poe’nun hikâyelerinde rastladığız takıntı soncu öldürme durumunu “Kemah’lı Değirmenci”de görürken gotiğin olmazsa olmaz konularından olan vampirlik konusuna “Tuhaf Bir Ölüm” adlı hikâyede rastlarız. Yine Poe’nun “Şişede Bulunan Mesaj” adlı hikâyesinde gördüğümüz düşsel kronotop durumunu Koray, “Belki Bir İllüzyon” adlı hikâyesinde işler. Bunlar gibi pek çok gotik tema ve konu Poe ve Koray’ın hikâyelerinde ortaktır. Fakat iki hikâyenin geçtiği mekânlar kendi kültürlerinden ve yaşayışlarından izler taşır. Bu durum da gayet doğaldır. Çünkü her edebi eser oluşturulduğu coğrafyanın ve kültürün etkisini taşımaktan kendini kurtaramaz. Türk edebiyatında gotiğin zirve isimlerinden olan Kenan Hulusi Koray bu noktada önemlidir ve Cumhuriyet’in ilanıyla beraber edebiyatımızı Anadolu’ya taşıyan yazarlarımız arasındadır. Kenan Hulusi Koray’ın hikâyelerinde mekânlar daha çok köy, kasaba, han, hastane, otel gibi mekânlardır. Bu mekânlar Anadolu’nun sadece bir bölgesine toplanmayıp birçok bölgesine dağılır. Hikâyeler Anadolu’nun pek çok bölgesini konu edinir. Bu mekânların seçilmesinde Anadolu’nun farklı noktalarındaki çeşitli efsaneler, mitler ve inanışlar etkili olur. Dolayısıyla Kenan Hulusi Koray’ın hikâyelerinde mekânlarda Poe’nunkilerin aksine sınıfsal bir çatışmanın etkisinden bahsedilemez.


Onun hikâyelerini iki açıdan değerlendirmek gerekir. Öncelikle Anadolu’nun normal görünümlerini, halk yaşantılarını ve bazı gerçeklerini dile getirdiği hikâyeleri korku ya da gotik türünden uzaktır. Bu hikâyelerinde Anadolu ve Anadolu insanını konu edinerek dönemin modasına ayak uydurmak ister. Bunun dışında kalan ve daha önemli olan gotik hikâyelerinde yine Anadolu’nun yoğun izlerini görmek mümkündür. Anadolu’dan ve Anadolu yaşamının görünümlerinden vazgeçmeyen yazarımız bunlara korkuyu, gizemi ve dehşeti entegre ederek okurlarına sunmak ister. Bu şekilde yazdığı hikâyelerinde daha başarılı olur ve Türk edebiyatında kalıcı bir iz bırakır. Çünkü o dönemde alışılmış konuların aksine korku konulu ilgi ekici hikâyeler, dönemin modası olan Anadolu konusuyla birleşince okurlar tarafından ilgiyle karşılanır. Dönemin diğer yazarları hep Anadolu’nun bilinen ve sıkça işlenen taraflarını eserlerine alırken Koray ise Anadolu’nun hiç bilinmeyen, gizli kalmış ve Anadolu köylüsünün anlatılarında birer sır perdesi olarak yer edinmiş çeşitli ürpertici anlatıları ve olayları eserlerine alır. Ayrıca bu tarz hikâyelerinde Batı edebiyatının yöntemini kendisine araç edinmesi ve Edgar Allan Poe gibi gotik edebiyat literatürüne kazınmış önemli bir yazarın etkisinde kalması onun hikâyelerini daha değerli kılar. Dolayısıyla tüm bu sebeplerden ötürü dönemin okuru Kenan Hulusi Koray’ı farklı, özgün, yenilikçi ve ilgi çekici bir yazar olarak görerek eserlerine rağbet gösterir. Kenan Hulusi Koray da Türk edebiyatında hikâye türü ve özellikle de gotik hikâye türü anlamında önemli bir yer edinir. (Muhammet Taha Uğurlu: 2022)


Yazar üzerine yapılan çalışmalarda hikâyelerinde yer alan korku unsurlarına ve Edgar Allan Poe etkisine ayrıca dikkat çekilmiştir. Bu durumu H.W Lovercraft’ın fantastiğin kökenini ilksel ve çok derin bir ilke olan korkuya dayandırmasıyla birlikte düşündüğümüzde hikâyelerdeki korku temasının fantastiğe açılan bir kapı vazifesi gördüğünü söyleyebiliriz. Onur Akbaş, “Kenan Hulusi Koray’da, korku teması tuhaf karşılanacak şekliyle ölüm ve her korku temasının ana unsurlarından biri olan müphemiyettir”der. Akbaş’ın ölüm ve korku temasını ele alırken vurguladığı ‘müphemiyet’ ifadesi yine Todorov’un meşhur ‘kararsızlık’ ilkesini hatırlatır. Kenan Hulusi Koray’ın ilk hikâyelerinde şekil ile muhtevanın uyuşmasını sağlamaya çalıştığı görülür. İlk hikâyelerinin bazıları biraz fantastik, korku hikâyeleridir. Kader, bu hikâyelerde bazen sembollerle kendini belirtir, bazen de mekâna ve hikâye kahramanlarının ruhlarına sinmiş olarak âkıbete süratle yaklaştırır (…) gerçeğin rüya ile karıştığı birbirinden ayrılmadığı bu hikâyeler devrin aslî temlerini ihtiva eder. İnci Enginün, yazarın korku hikâyelerinin Edgar Allan Poe etkisi taşıdığını söyler. Tahir Alangu da Koray’ın Poe tarzı hikâyeleri olduğunu belirtir. 


Hikâyelerde çoğunlukla sıradan, gözlemci konumundaki kahramanlar kaderlerinin akışına kapılmış bir halde insan için bu evrende kontrol edemediği ve kendisinden üstün güçler olması gerçeğiyle yüzleşmek ve bunu kabullenmek zorunda kalırlar. Bu yüzleşme karşısında kimi zaman hayret ederler, kimi zaman korkarlar, kimi zamansa tepkisiz kalırlar. Todorov’un fantastik anlatıların olay örgülerinde var olduğunu söylediği başlangıçta dengenin olması, kurulu düzeni bozan bir olay neticesinde dengesizlik ortaya çıkması ve yeniden dengenin kurulması şablonuna Koray’ın hikâyeleri de uyar. Olağanın sınırları içerisinde başlayan hikâyelerde olağanüstü bir olay gerçekleşir, başkahraman tüm bu sürece şahit olur. Hikâyenin sonuna gelindiğinde olağanüstü sonlanır. Aşk konusunu işleyen üç hikâyede ise (Bir Yudum Su, Bir Kölenin İntikamı, Kemiksiz Kadın) hikâyenin başlangıcında kahraman bir kızla tanışır, kavuşurlar, araya bir engel girer. Hikâyenin sonuna gelindiğindeyse sevgililer bir araya gelirler ancak biri ölür. Ölüm hadisesi neredeyse tüm hikâyelerde karşımıza çıkar. İncelenen hikâyelerin sonunda anlatıcı veya başkahraman bir kişinin ölümüne şahit olur. 


Todorov’un kısıtlayıcı olmakla birlikte türün tespitinde önemli bir gösterge olarak kullandığı “fantastik kararsızlık” , Koray’ın Maupassant tarzı olay hikâyelerinde de bulunmaktadır. Hikâyeler yaşananların tekinsiz bir durumdan ötürü mü yoksa olağanüstü sebeplerle mi meydana geldikleri açıklığa kavuşturulmadan sonlanırlar. Tüm anlatılanlara ek olarak Todorov’un fantastik kuramının bu konuda geliştirilen teorilerden yalnızca biri olduğu unutulmamalıdır. Koray’ın bilinen gerçekliğin içinde yer alan fantastik unsurlar taşıyan hikâyelerini korku edebiyatı içerisinde değerlendirenler tekinsiz olayların gerçek ve bilinen mekânlarda geçiyor olmasının hikâyelerin yerelden evrensele ulaşmalarını sağladığını belirtir. Veli Uğur, yerelden beslenen bu korku edebiyatı literatürünün tamamını Anadolu gotiği olarak adlandırmayı önerir: “Anadolu gotiğini ayırt eden en temel hususlar Anadolu’ya ait coğrafi isimlerin, yer şekillerinin, hayvanların, ıssız yerlerdeki toplum birimlerinin ve geleneksel inanışların korku kaynağı haline gelmesidir.” Bu bölümde ele alacağımız hikâyelerin Todorov’un tasnifine göre fantastik, saf tekinsiz ve tekinsiz –fantastik şeklinde adlandırıldıklarını belirttikten sonra hikâyelere geçebiliriz.


Orta Çağ Arap coğrafyasını imleyen muğlâk bir zamanda geçen “Bir Yudum Su” başlıklı hikâye, çölde susuz kalmış olan zamanın en büyük şairi Kays ibni Züreyh’in Lübna adlı bir kızın çadırına girip ondan su istemesiyle başlar. “Kemiksiz Kadın” başlıklı hikâyede ölmüş bir kadının bedeninden türlü yöntemlerle çıka gelmiş bir iskelet ile adeta iskeleti yokmuş gibi bir bedene sahip bir kadının tesadüfler sonucunda karşılaşmaları neticesinde yaşanan garip olaylar anlatılır. Hikâyenin anlatıcısı da olan tıp alanında doktora yapmakta olan ismini bilmediğimiz genç, yedi sene evvel yaşadığı ilginç bir aşk macerasını anlatır. Son kısımda hikâye bilinçli olarak muğlâk bırakılır ve gizem artırılır. “Bir Garip Adam” hikâyesinde Çingene bir kadından ölümünün ağaçlar yüzünden olacağını öğrenen Tokatlı Yusuf, tüm hayatı boyunca bu kehanetten kaçmaya çalışacaktır. Yusuf hikâyenin sonunda bir ağaca asılı olarak bulunur. Yusuf oldukça vehimli ve ruhsal problemleri olan biri olabileceği gibi Çingene kadın gerçekten Yusuf’un geleceğini okumuş doğaüstü güçlere sahip biri de olabilir. Hikâyenin fantastik yönü bu bilinmezlikten doğar. “Dirilen Mumya” başlıklı hikâyede bir gece yarısı İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenen Sayda Kralı Zabnit, elektriklerin kesilmesi üzerine lahdinden çıkıp canlanır ve sevdiği Kamelya Ontonyo’nun yanına gider. Tüm bu olayların şahidi ve anlatıcısı ise müzenin ihtiyar kütüphanecisidir. “Ömer Besi’nin Başı” başlıklı hikâyede yazarın eşkıyalık anlatıları ile fantastik unsurları birleştiği görülür. 1925 senesinde geçen askerlerin düğümünü çözmediği bir olay anlatılır. Ömer Besi adlı eşkıyan insan olmayıp türlü hayvan kemiklerinin birleşmesiyle meydana gelen bir mahlûk olduğuna; çakal, çiçek, çıngırak, ishak kuşu formlarına girdiğine inanılmaktadır. Ömer Besi, geçmişte birçok subay tarafından yakalanmak istenmiş, her seferinde türlü olağanüstü olaylarla ellerinden kurtulmuştur. “Bir Kölenin İntikamı” başlıklı hikâyede Vazzah adlı yaşadığı şehrin güzelliğiyle meşhur şairi ile Şam sultanı olan Şehriyar’ın karısının yasak aşkı anlatılır. “Yedi sene evvel Sivas Memleket Hastanesi’nde garip bir hadise oldu.” cümlesiyle başlayan “Tuhaf Bir Ölüm” hikâyesinde ihtiyacı olan ağır hastalara kan vererek hayatını idame ettiren Çaycumalı Hüseyin’in esrarengiz ölümü ve sonrasında yaşanan olaylar anlatılır. Hüseyin’in nasıl öldüğü çözülemediği gibi neden bedenine vahşi hayvanların saldırmadığı ve bedeninin çürümediği anlaşılamaz. “Gece Kuşu” başlıklı adlı hikâyede ben anlatıcı konumundaki doktor vaktiyle başından geçen inanılması güç bir olayı anlatır. İki sene evvel Gülmescit köyünde konaklamak zorunda kalan doktor, av meraklısı olan ve kızına çok düşkün olduğu belirtilen muhtarın evindeyken dışarıdan bir çığlık sesi gelir. Doktorun karşılaştığı garip manzara şu şekildedir: “…iki kanadının boyu yarım metreyi geçen bir yarasanın, kanatlarını sık sık kapayarak muhtarın kızını başından sardığını gördüm ve birdenbire pençeleri saçlarına yapışacak olursa ancak kesmekle kurtarabileceğimizi hatırlayarak geriye döndüm.”  “Bir Yarasa Kıza Âşık Oldu” adlı hikâyede anlatıcı konumundaki doktorun bir gece vakti kızını kurtarması karşılığında tüm servetini ona vereceğini söyleyen bir adamdan aldığı esrarengiz telefon üzerine yaşadığı olaylar anlatılır. “Belki Bir İllüzyon” adlı hikâyede Hüseyin Tanrıbilir adlı Yörük köylerine mektup götüren postacının yaşadığı olağanüstü bir olay anlatılır. Hikâyede haşarı ve çapkın özellikleri vurgulanan Hüseyin, posta götürdüğü bir yolculukta karşısına çıkan güzel Yörük kızının peşine düşecektir. Ayrıca Hüseyin’in garip bir varlığın peşinde dağda kaybolduğu geceden önce bir ihtiyar tarafından kızın peşini bırakması için üç kez uyarılıp, tehdit edilmesi de hikâyedeki fantastik unsurlardan biri olur. 


Kendine ait bir gerçekliğin içinde yer alan fantastik unsurlar taşıyan hikâyeleri Todorov’un tasnifine göre fantastik, saf ve olağanüstü- fantastik şeklinde adlandırıldıklarını belirttikten sonra hikâyelere geçebiliriz.


“Köyde Cinayet” adlı hikâye yazarının başından geçen esrarengiz bir olayı anlatır. Ahmet Cemil adlı yazar bir süreliğine kafasını dinlemek için şehirden uzaklaşıp hiç bilmediği bir köyde bir süre yaşamaya gider. Eser, Ahmet Cemil’in şehirden kaçmasına sebep olacak şekilde sürekli hikâye konuları ve kahramanları kurgulamayı durduramayan ve hayalleri ile gerçeklik arasındaki ayırımı yitirmiş bir kişi olabileceğine dair çeşitli imalar içerir. “Mezengüş Sultan” hikâyesi Antalya sahillerinde bulunan gizemli bir malikânede yaşanan olayları anlatır. Hikâyenin anlatıcısı bu malikânede yaşayan olağanüstü aşk macerasını olaylara şahit olan bir serçeden öğrenir. “Mavi Göl” adlı hikâyede Sultan’ın çok güzel bir kızı olur. Gölün ortasında hiç penceresi olmayan bir sarayda yalıtılmış halde büyüyen prensesin dış dünyaya dair tek bildiği şey gölde balık tutan şarkıcıların söyledikleri şarkılardır.  “Denizin Zaferi” adlı hikâyede ihtiyar bir şairin denizle yarışması anlatılır. İhtiyar şair şayet başarılı olursa Neptün tarafından ilahlar meclisine alınacaktır. “Seceri Vakvak” adlı hikâyede zaman, mekân ve şahıslar muğlâk bırakılmışlardır. Ölü bir ağaçla karşılaşan kahraman ona yaklaşır ancak ona dokunmaz Sonrasında yeşil gözlü, yeşil iskarpinli ve yeşil ceketli bir kadın yanına gelir. Hikâyede meyveleri insan olan Vak-vak ağacı anlatısına gönderme yapılır. “Felekte Bir Macera” adlı hikâyede dünyadan çok uzak bir gezegende hiç kadın bulunmamakta yalnızca erkekler yaşamaktadır. Hikâye, kadınların varlığının erkeklerde hem rekabeti, mücadeleyi ve bazı kötü duyguları uyandırdığını hem de onlara yaşama sevincini, üretkenliği ve sevgiyi verdiğini vurgular. (Caner Solak: 2022)


Kenan Hulusi Koray’ın erken ölümü çabuk unutulmasına sebep olmuştur. Türk edebiyatında tüm “müphemliği” ve “meşumluğuyla” doğrudan “gotik” türde öyküler yazan, korku edimini açıkça görebileceğimiz ilk kalem Kenan Hulusi Koray’dır. Kenan Hulusi’nin unutulmayı hak etmeyen çok güzel hikâyeleri bulunmaktadır. Türk hikâyesinin bugünkü noktasına gelmesinde önemli payı vardır. Kısa süren yazarlık hayatını gözden geçirince, onun bu dönem içinde büyük bir birikim kazandığını, süratle eserlerini verdiğini ve kendisini daha büyük eserler yazmak için hazırladığını görürüz. Ölümünden önce eşine söylediği “Kafam mütemadiyen işliyor, ah düşündüklerimi bir yazabilsem!” sözü bunun ispatı gibidir. Disiplinli, bir çalışma azmi, kuvvetli bir gözlem kabiliyeti ve Türkçeye hâkimiyeti ile Cumhuriyet Döneminin gelecek vaat eden yazarlarından biri olarak gösterilmiş olan Kenan Hulusi Koray’ın erken ölümü, Türk hikâyeciliği için bir kayıptır. Fakat yazdığı eserler de edebiyatımızdaki yerini almasında yeterli olmuştur. 


Kenan Hulusi Koray gibi değerli yazarların geçen zamana direnmesi, Türk edebiyatının, zengin folklor malzemesinin ve bereketli düş gücünün revaç bulduğu arayışlar çerçevesinde, kitap raflarında görünebilmesi ve yeni okurlarla tanışması, eleştirmenlerin, edebiyatçıların ve belki de en çok yayıncıların kadirbilirliklerine muhtaç bir konudur. Ayrıca Türk Edebiyatı Tarihi’nde detaylı bir zemine yerleştirilmesi imkânını da beraberinde getirebilecektir. Bu makale ile Kenan Hulusi Koray’ı biraz olsun tanıtmaya çalışarak bugünkü nesil tarafından araştırılıp okunmasına vesile olmayı dileriz.


Makaleyi Besleyen Kaynaklar:

Muhammet Taha Uğurlu (2022), Cumhuriyet Dönemi Hikâye ve Romanlarının Gotik Edebiyat Çerçevesinde Batılı Örneklerle Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi, Yüksek Lisans Tezi, 99s.

Gürhan Çopur (2022), Kenan Hulusi Koray’ın Osmanoflar Romanında Dramatik Aksiyonu Sağlayan Değerler, Túkologıa, No:1(109), 1ve11

Berkan Uzun (2023), Kenan Hulusi Koray’ın Hikâyelerinde Savaş Olgusu, Uluslararası Yunus Emre sosyal Bilimler Dergisi, 8, 69-79

Onur Akbaş (2024), Kenan Hulusi Koray’ın Eserlerinde Metinkerarasılık, Türkish Studies – Language, 19(2) , 435-447

Fatma Sezer (2012), Kenan Hulusi Koray’ın Muhit Dergisindeki Nesir Yazıları. Yüksek Lisans Tezi, Konya, 108 s

Tülin Arseven (2018), Kenan Hulusi Koray’ın Romanı Osmanoflar Üzerine Bir İnceleme, II. Uluslararası Multidisipliner Çalışmaları Kongresi Bildiri Tam Metin Kitabı-Adana, Filoloji ve Edebiyat, 292

Caner Solak (2022), Todorov’un Fantastik Kuramı Işığında Kenan Hulusi Koray’ın Hikâyeciliği, Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 8, 658-673.

Hamide Aliyazıcıoğlu (2007),Kenan Hulusi Koray’ın Edebi Kişiliği Ve Hikâyelerinin İncelenmesi, Yüksek Lisans Tezi, 161s




FATMA LEYLÂ

Hacettepe Üniversitesi Almanca Biyoloji Öğretmenliği’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Fen Fakültesi Sistematik Zooloji Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. TÜBİTAK Deniz Bilimleri Çevre Araştırma Grubu’nun projelerinde araştırmacı olarak çalıştı. Şiirleri halen Edebi Kültür Dergisi sitesinde yayınlanmakta.