Menu
ŞEHİR MEKTUPÇUSU
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ŞEHİR MEKTUPÇUSU

ŞEHİR MEKTUPÇUSU

“Boğaziçi ahalisi Şirket-i Hayriye’nin tezyid-i esfâr edeceğine tezyid-i hâsılat için bilet fiyatını artırmaya teşebbüs eyleyeceği haberinden pek ziyade endişe etmektedirler. Bu sene pek çok hane kiraya verilemediği gibi eğer bu türlü teşebbüs dahi vücuda gelecek olursa gelecek sene için daha ziyade bir tedenni hâsıl olacağı bedîhîdir”. (Ahmet Rasim, Şehir Mektupları / 3. Mektuptan, Nuri Akbayar çevirisi) 


Şehir, topluluk olarak yaşayan insanların, ortak yaşamlarından doğan ve onların yaşam biçimleri ile şekillenen mekânlardır. Ancak şehirler mekân olmanın ötesinde, tarihî, sosyal kültürel, siyasî özellikleri de bünyesinde barındırır. Her insanın kendine göre bir şehir algısı ve bir şehir deneyimi vardır. Şehir olgusu medeniyetin bir bakıma karşılığıdır. Bir medeniyetin ortaya çıkması, kendisini diğerlerinden farklı olarak ilan etmesi şehirle mümkündür ve tarihte her medeniyet şehriyle anılmıştır. Şehirler mekânın yazdığı tarihlerdir. Her mekân bir doğa ve tarih kitabı gibi okunup yorumlanabilir. Şehirlerde geçmişin, fiziksel çevrenin, psikolojik etkileşimlerin ve kaynaşmanın, farklı yaşam tarzlarının yansımasını buluruz. Şehirler uygarlığın ulaştığı bir aşamadır. Her uygarlık daha önceki kültür ve gelişmişlik seviyesi ile bulunduğu durumu mukayese eder ve tarihsel akış içinde kendini yeniden adlandırır.


Şehirler aynı zamanda önemli edebî simgelerdir. Türk edebiyatı tarihinde şehir teması bağımsız olarak ilk defa divan edebiyatında işlenmiştir. Divan edebiyatında şehirler hakkındaki manzumelerin en bilinenleri şehrengiz ve bilâdiye türünde yazılmıştır.


Şehrengizler, bir şehrin doğal ve tarihi güzellikleri ile çeşitli meslek ve zanaat dallarında ün yapmış esnaflarını manzum olarak tanıtan eserlerdir. XVI. yüzyılda ilk örnekleri verilmiş XVIII. yüzyılda gözden düşmüştür. Edebiyatımızda, İstanbul, Edirne, Bursa başta olmak üzere birçok şehir hakkında şehrengizler bulunmaktadır. Şehir veya beldelerin konu edildiği türe bilâdiye denmiştir.


Şehir, yazı ve sorumluluk bir araya geldiğinde mektupçuluk ortaya çıkar.

Mektupçu, Osmanlıda,  resmi yazı işlerini yönetmekle görevli kişiyi ifade etmektedir. Vilayetin bütün yazışmalarından, yazılı kayıtların toplanması ve muhafazasından sorumlu kişiye ise ”Vilayet Mektupçusu” denmektedir. Vilayet mektupçusu aynı zamanda “Salnâme”yi de hazırlayan kişidir. Salnâme, Osmanlı Devleti’nde merkezi yönetimin ve vilayetlerin, yıllık olarak çıkardıkları bilgilendirme amaçlı yayınlardır. Vilayet Salnâmesi, bir vilayetteki hemen hemen her önemli konuda bilgi içermektedir. İhtiva ettikleri malzeme bakımından son derece zengin, açıklayıcı ve bilgi verici malumata sahip eserlerdir. Bunlarda, il, ilçe ve hatta köy ve meraların topografik, demografik, ticarî, sosyal, siyasî, hukukî ve kültürel tarihleri hakkında sağlam bilgiler verilmektedir.”Şehir Mektupçuluğu” ile “Vilayet Mektupçuluğu “arasındaki fark, birinin resmi bir görev, diğerinin gönüllü olmasıdır.


Şehir Mektupları’nda başka hiçbir kaynakta bulunamayacak bilgiler, yazarların hayatlarıyla da birleşerek yaşayan bir şehrin bilgisine dönüşmektedir. Şehir mektupçuları mekân –insan ve değişim bağlamında şehir olgusunu ele almıştır.


Şehir konusunu ele alan türlerden biri denemelerdir. 

Şehirler; şehirliler tarafından şekillendirilir, yazarlar ise bütün bu mekân ve sosyal hayattaki 

değişimin, dönüşümün şahididir. Şehir denemeleri kentleşme serüvenimizin edebiyat alanındaki veri kaynaklarıdır. Yani, şehir denemeleri, yazarların kentsel değişim konusundaki fikirlerini kurmacanın arkasına sığınmadan yalın bir dille ifade ettiği edebi türlerdir.

Modernleşme kendini şehir denemelerinde mekân ve sosyal hayatın değişimi şeklinde göstermektedir. Şehir denemelerinde yazarlar kendi hatıraları çerçevesinde kenti yorumlamıştır.  Farklı sanat görüşlerine sahip yazarların kentlerimizi anlatması modernleşme serüvenimizi değerlendirmek açısından önemli veriler içerir, çünkü yazarlar yaşanan sosyal değişim ve dönüşümün tanığıdır.


Şehir denemelerinin tür gelişimini Ahmet Rasim ve Basiretçi Ali Efendinin “Şehir Mektupları” adıyla dönemin gazetelerinde yayımladıkları yazılarla başlatmak mümkündür. Çünkü tüm şehir sakinlerine aynı anda mektup göndermenin ilk yolu gazetedir.


Şehir mektupçuluğunun amacı, şehrin gündelik hayatına dair bilgileri halka ulaştırmaktır. Şehir hayatına dair sorunların, değişikliklerin, güzelliklerin, şehirliyle paylaşılmasıdır. Aslında şehir mektupçusu, şehrin daha yaşanılabilir bir mekân olması adına şehre yazılı katkıda bulunmaktadır.


Ülkemizde şehir mektupçuluğunun geçmişi bir buçuk asır önceye dayanır.

Şehir denemeciliğinin ilk örneği “Vilayet Mektupçuluğu” adıyla Servetifünun Edebiyatı Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. Şehir mektupçuluğunun en önemli temsilcisi Ahmet Rasim’dir.

“Şehir Mektupları” gazeteci yazar Ahmet Rasim’in eseridir. Çoğunluğu 1897-1899 yılları arasında kaleme alınmış fıkra-sohbet-deneme karışımı bu mektuplarda, yazar olağanüstü gözlem gücünü ince bir mizahla yoğurarak, edebiyatımızda o zamana kadar yazılmamış bir tarzın ilk örneğini vermiştir. Bu mektuplar Ahmet Rasim’in “Şehir Mektupçusu” olarak tanınmasını sağlamıştır. Şehirden haber vermek maksadıyla gazetelere yazdığı yazılar günümüzde hatıra –deneme türü bir değişime uğramış olup, değişmeyen özelliği olan güzelleme ve taşlama yerini korumuştur.


Ahmet Rasim ile başlayan süreli yayınlarda çıkan şehir yazıları, İsmail Sevük, Refik Halit Karay, Yaşar Kemal, Abbas Sayar, Mustafa Kutlu gibi yazarlar tarafından devam ettirilmiştir. Bu yazılarda şehir hakkında güncel bilgilere, yerel problemlere, ilginç olaylara yer verilmiştir.

Şehir denemeleri yazıldığı dönemin gerçeklerinden uzak değildir. Örneğin Osmanlı ‘nın son döneminde yazılan Basiretçi Ali Efendi ve Ahmet Rasim’in “Şehir mektupları “üzerinden kültür farklılaşması takip edilebilir. Anadolu coğrafyasındaki insan manzaralarını görmek istiyorsak; Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay, İsmail Habib Sevük gibi yazarların eserlerini, tarih ve medeniyet sorgulaması yapmak için Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, Salah Birsel, Münevver Ayaşlı, Semiha Ayverdi gibi yazarların eserlerini, şehrin aynı zamanda tabiat mekânı olduğunun farkına varmak istiyorsak Cevat Şakir Kabaağaçlı, Mina Urgan, Sabahattin Eyüboğlu gibi yazarların eserlerini, daha sonra yazılan “yurt gezileri” kapsamındaki, dönemin sosyo-ekonomik durumunu takip etmek istiyorsak; Yaşar Kemal ve Fikret Otyam’ın eserlerini, nostaljik bir dünyada kalmış sosyal hayatı izlemek için; Orhan Pamuk ve Ayfer Tunç’un eserlerini okuyabiliriz.


Mustafa Kutlu, Sadettin Ökten ve Mehmet Aycı gibi yazarların denemelerinde ise kentleşme ve bunun birey üzerindeki etkilerini görebiliriz. Son yıllarda kentin eko eleştirisini konu alan şehir denemeleri yazılmaya başlanmıştır.


19. yüzyılın ilk çeyreğinde, kendi kurduğu basiret gazetesinde yayımlanan yazılarıyla Ali Efendi, bilinen ismiyle Basiretçi Ali Efendi İstanbul için yazılar yazmıştır.1870-1878 yılları arasında çıkardığı “Basiret” gazetesinde, İstanbul’un, sosyal ve siyasal olaylarını dile getiren mektuplar yayınlamıştır. Bu mektuplarda şehirdeki günlük hayatı anlatmıştır. Şehrin imarı, yaşanan aksaklıklar, sosyal problemler dile getirilmiştir. Yazarın yaşadığı dönemdeki büyük veya sıradan olaylara tanıklığı hem edebiyat hem de yerel tarih çalışmaları açısından dikkate değerdir. Ahmet Rasim ve Basiretçi Ali Efendi, şehir mektuplarında Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde olduğu gibi bir ironik ve abartılı dil kullanmışlardır.


Şehir mektupları kent yönetimine açık mektup niteliğindedir. Yazarların şehirde şahit oldukları aksaklıkları veya onlara iletilen istekleri gazeteden yayımlaması bir tür gündem oluşturmadır. 19. yüzyılın son dönemlerinde yazılarını yayımlamaya başlayan Ahmet Rasim ve Basiretçi Ali Efendi’nin şehir yazılarında amaç halkın sesi olmaktır. Yazarlar şehirdeki sosyal hayata dair izlenimlerini dile getirmişlerdir. Şehir denemeleri türünün ilk örnekleri olan ”Şehir Mektupları” bir edebiyatçının kaleminden çıkmış kent haberleri gibidir. Köşe yazısı olması nedeniyle günceldir. Dolayısıyla süreli yayın örneği olarak şehir mektupları bir gelenek oluşturmuştur. Şehir mektupları yazma geleneği günümüzde aynı adla Mustafa Kutlu ve Mehmet Aycı tarafından devam ettirilmiştir.


Ahmet Rasim 1865 (bazı kaynaklarda 1864) yılında İstanbul’da doğmuştur. Ahmet Rasim ilk tahsiline mahalle mektebinde başlamış 1876 da Dârüşşafaka ‘ya girmiş, burada devrin edebî ve fikrî akımlarına karşı büyük bir ilgi göstermiştir. Bir yandan Fransızca öğrenerek, Fransız yazar ve şairleri tanımış diğer yandan da Şinasi, Namık Kemal, Ziyâ Paşa ve Ahmet Midhat Efendi’nin eserlerini okumuştur.1883 yılında okulu birincilikle bitirmiş Posta ve Telgraf Nezâretine memur olarak girmiştir.1884 de Ceride-i Havadis “de tercüman olarak çalışmıştır. Memuriyeti benimseyemediği için 1885 de Ahmet Midhat Efendi’ye götürdüğü çeviri yazılarından takdir görmesiyle, Tercüman-ı Hakikat’in yazar kadrosuna dâhil olmuş ve yazı hayatına başlamıştır. Menâkıb-ı İslâm adlı kitabı dolayısıyla II. Abdülhamid’den Mecîdî nişanı almıştır. Mektep, Maarif, Hazine-i Fünun dergilerinde edebi ve fenni çevirilerin yanı sıra hikâye, roman manzum ve mensur şiirler yayımlamış, kısa bir süre Mektep mecmuasının başmuharrirliğini yapmıştır.1894 yılında İkdam gazetesine çalışmıştır. 23 Mayıs 1895 yılında Mehmet Tahir tarafından çıkarılan haftalık Musavver Malumat dergisinin yazar kadrosuna katılmış, bu derginin de başyazarlığını yapmıştır. Malumat gazetesinde ve Musavver Malumat dergisinde “Malumat-ı Usbuiye” ve “Şehir Mektupları “ başlığını taşıyan ve sonrasında kitaplaşan yazılar onun kişiliği ile özdeşleşmiş, yazar ”Şehir Mektupçusu” olarak anılmıştır. Yazar, fıkra, anı, makale, deneme ve sohbet türünde yazılarıyla asıl başarıya ulaşmıştır. Musavver Malumat’ta yayımladığı yazılarla Serveti-Fünun yazarlarının dil ve edebiyat anlayışına karşı çıkmıştır.  Servet-i Fünun yazarlarıyla ciddi kalem münakaşalarına girmiştir. İkdam, Malumat, Saadet, Sabah, Vakit, Tasvir-i Efkâr, Hâkimiyet-i Milliye, Türk Yurdu ve Cumhuriyet gazetelerinde yazarlık yapmıştır. Günlük gazetelerde düzenli köşe yazarlarının yerleşmesini sağlayan ilk yazarlarımızdandır. Darüşşafaka’da eğitim alırken sadece edebiyat değil müzikle de tanışmıştır. Hocası Zekâi Dede’den aldığı müzik zevki, onu ünlü bir bestekâr olmaya kadar götürmüştür. Ahmet Rasim’in hayata bakışı ve değer yargıları yazılarına yön vermiştir. Güfteleri de kendisine ait olmak üzere 65 civarında şarkı bestelemiştir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra 1927 de İstanbul milletvekili seçilmiştir.21 Eylül 1932 ‘de Heybeliada’daki evinde ölmüş; cenazesi adadaki Abbas Paşa Mezarlığına defnedilmiştir. Ahmet Rasim’in Heybeliada’daki mezar taşında şunlar yazar: ”Türk diline kırk sekiz sene kalemiyle hizmet eden muharrir Ahmet Rasim burada yatıyor. Basılı eserleri yüzü geçer. O’nu unutmamak her Türk’e borçtur. Mebus olarak öldü. Çarşamba, 21 Eylül 1932.” 


Elli yıla yakın yazı hayatında her zaman İstanbul’u anlatmış, İstanbul’daki yaşamı, olağanüstü bir gözlem yeteneği ile ayrıntılı bir biçimde gözler önüne sermiştir. Ahmet Rasim’in roman ve hikâye, hatıra, mensur şiir, fıkra ve makaleler, tarih ile ilgili kitaplar, seyahat yazıları, monografi tercüme, okul kitapları ve farklı konularda yazdığı çok sayıda eseri vardır. 

Ara nesil yazarları arasında değerlendirilen Ahmet Rasim, Türk edebiyatının Batılılaşma sürecinde “eski-yeni” tartışmalarının yaşandığı bir dönemde ”mutavassıt” bir çizgide yer almıştır. Milli bir edebiyat oluşturma düşüncesi taşımıştır


Ahmet Rasim’in şaheseri kabul edilen “Şehir Mektupları” bu koca şehrin kamu vicdanını temsil etmiştir. Ahmet Rasim, içinden geldiği gibi İstanbul’un sosyal hayat ile ilgili izlenimlerini ve eleştirilerini sıralamıştır. Ahmet Rasim’de İstanbul, mahalleleri, sokakları, çarşıları, pazarları, mesireleri, meyhaneleri, eğlence yerleri, Direklerarası ve Pera’sıyla, esnafı, oyuncusu, külhanbeyi, dedikodusu sevinci ve hüznüyle canlı bir varlık olarak yaşamaktadır. Tüm bunları da akıcı bir dille anlatmaktadır. Ahmet Rasim’i devrinin yazarı, eleştirmeni, habercisi, seyircisi, bestecisi olarak Şehir Mektupları ‘nda buluruz. Ahmet Hamdi Tanpınar Ahmet Rasim için“Pek az adam onun gibi yaşadığı şehrin üstüne eğilmiş ve bir ses makinesi gibi her duyduğunu kaydetmiştir.”derken, Prof.Dr. Handan İnci de şöyle der; “Sokağın, devlet dairelerinin, gazete idarelerinin, eğlence mekânlarının, ev içlerinin, çocuk oyunlarının dilini bütün renkleriyle yakalayıp aktarabilen bu canlı ve kıvrak dille Ahmet Rasim,” gördüklerini anlatmayı” ve en sıradan olayların hikâyesini bile ‘tatlı tatlı dinletmeyi ‘ bilir.”


Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları ilk kez dört cilt olarak 1896 yılında, ikinci kez ise 1912-1913 yıllarında Osmanlıca olarak yayımlanmıştır. Eserin Latin harfleri ile yapılmış olan ilk baskısı 1971 yılında MEB tarafından gerçekleştirilmiş, üçüncü kez yapılan baskısı ise, iki cilt halinde 1992 yılında Nuri Akbayar tarafından hazırlanarak yapılmıştır. Şehir Mektupları son kez 2013 yılında Latin harfleri ile tam metin olarak 628 sayfa olarak basılmıştır.


Şehir Mektupları, İstanbul şehrinin yazarın görüş alanına giren bütün özelliklerini anlatmayı hedef edindiği bir sohbet dizisidir. Eser, canlı ve hareketli nesir üslubu, zengin kelime birikimi ile dikkat çeker. Konuşma dilini ve İstanbul ağzını, bütün incelikleriyle ustaca kullanmıştır. Yazılarını sohbet havası içinde yazmış, gözlemlerini hareketli- sade cümlelerle kendine özgü bir dille kaleme alarak, mizah unsurunu da kullanarak geniş okur kitlelerini etkilemiştir. Aslında Ahmet Rasim, sorumluluğu mizahla buluşturmuştur.


Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları imparatorluğun bir döneminin şehir hayatının tanıklığını yapar. Şehir yani İstanbul ikili bir yapıya bölünmüş gibidir. Bir tarafta geleneksel hayatı yaşayan mahalleler, diğer tarafta modern hayatın cezbedici semtleri vardır. İstanbul’un mevsimlere göre değişen şehir ve insan hayatını realist çizgilerle kimi zaman ciddi, kimi zaman mizahi bir şekilde anlatan yazıları kültür tarihimiz açısından büyük önem taşır. Devrine ait tüm teferruatı onun mektuplarında bulabiliriz.


Dört ciltten oluşan kitapta İstanbul’daki mesire yerlerinin tasviri, toplum içinde yer alan çeşitli ve değişik tipler ile İstanbul ile ilgili meseleler başta olmak üzere birçok bilgi okuyucuda yığın hissi uyandırmaktadır. Yazar bu bilgi ve tasvir yığını içinde, özellikle halk arasında kullanılan sokak dilini (argo dâhil), İstanbul’un yaşayış biçimini gözler önüne sererken bazı mektuplarında devrin yaşayış şeklini de tenkit ederek aksaklıkları da belirtir.  13, 35, 41, 43, 58. Mektuplar örnek verilebilir.


41. Mektup’tan okuyalım:“Kim kime? Yandakiler Sarıyer’e gitmiş! Üst baştakiler düğünde. Al perdeliler deniz kenarında.  Kantarcınınkiler Çengelköy’de hava değişikliğinde.

Vay vay! Kule görecek, işaret edecek, köşklü gidecek, tulumbalar kalkacak, gelecek, su bulacak, hortumu takacak, basmaya başlayacak da yangın sönecek! Ha babam ha! Tehlikenin en büyüğü var. Hacı nine, o tınazlar gibi kadın şap diye sofanın ortasına yığılmış. Eyvahlar olsun! Diri diri yanacak. Hizmetçi samuru kucaklamış kaçıyor. Anası şaşırmış; oğlanın kundağını çözemiyor. Ortalığı duman bürüyor. Çare yok yanacak. Alev yandaki evin kaplamalarını yakıyor. Ha aldı! Bak bak! Kiremitlerin arasından duman çıkıyor. Sardı! Camların rengi bile döndü. Haydi! Koşuşuyorlar. Yarım saat sonra ortalık dümdüz. Kızgın bir virane tütüyor. Kâfir baca! Sallanır da yıkılmaz, ortada sipsivri kalmış.

Halk, malûm ya, el arkada gezinir. Kimse bacanın kurumunu görmez. Öyle ya! Akşam dış kalpakçıya çıkıp da dayılık edecek değil ya! Acaba belediye, ev sahiplerini veya kiracıları mecbur edemez mi? Memur yollayarak ocaklarını süpürmeye zorlayamaz mı? Hay hay! Toplumun kurtuluşu adına hükümet her şeyi zorlar.”


Yazar, çeşitli tasvirlerin arasına sıkıştırdığı sosyal problemleri bir tenkit olarak değil de bir ikaz, bir dikkat çekme, hatırlatma veya bir rica olarak yapar. Tenkitleri birkaç cümleyle geçiştirir uzun uzadıya üzerinde durmaz veya ima ederek açıklar. Yazar içinde yaşadığı şehrin bütün olumsuz özelliklerini kabul edip farkında olarak sohbet üslubunun kuralına uygun şekilde sohbet arasında okuyucusuna sunar. Sohbet yazarı olarak kazandığı başarının temel nedeni günlük konuşma dilini ve argoyu büyük bir başarıyla kullanmasıdır. Örnek:12 ve 50. Mektup 

12. Mektuptan okuyalım:”İzmir’de çıkan namının açıklandığından da anlaşılacağı üzere hizmetine devam etmekte olan Hizmet gazetesi yazarı ne yaman şey? Hakikaten okuryazar takımındanmış! Bîçare insafı palamut mahsulü, namusu kutu inciri, gazete satırlarını da deve katarı zannediyor da, öne geçecek ötekini berikini korumak maksadıyla İstanbul’da yeni yeni kullanılmaya başlayan bir üslupla beni azarlıyor. Hizmet yazarının ensesine tokat atan ben değilim. Başkaları yazmıştı, ben de “Et tekrar ü Ahsen “prensibine uydum da yazdım. Fakat şimdi anladım ki sana “dokuz yumruk, bir işaret “derlermiş. Burada âleme maskara olduğun için ötekine berikine taş atma dedim. Fena mı dedim? İşte bir daha söylüyorum: Benimle uğraşma! Zira dehşetlicedir benim setizim, Kordonboyu dar gelir azizim.”…


Taze Havadis: ”Sinek, sade pekmezciyi değil bal kelimesinin imlâsını da tanır. Yaratılmışların zekilerinden olduğu için havaların yumuşaması ve ısınmasına bağlı olarak İkdam’ın ‘Baloğlu’ yazarının yüzüne konmaya çalışmışsa da sinekkaydı parlaklığına dayanamayarak ayak tutturmadığı, Şekercizade imzasıyla Sirkeci’den gelen bir mektupta bildiriyor.”


Yazarın üslubunun en önemli özelliği deyimleri, tekerlemeleri, atasözlerini yerinde ve etkili kullanmasıdır. Örnek: 31 ve 37. Mektup. 24. Mektub’un tamamında tekerleme hâkimdir. Yine

bu durum mektubun sohbet türünde yazılmasıyla ilgilidir. Yazar mektuplarında tiyatro oyunlarına da yer vermiştir. Mektuplardan biri devrin kadın erkek ilişkisini gösteren bir oyun, ikincisi ise çocuk eğitimine aittir. Örnek: Mektup 31. Çocuk eğitimi konusunda bununla kalmaz, kendi çocukluk yıllarındaki masal ve bilmecelere de yer verir. Geçmişte bunları dinleyenlerin şimdiki hallerini sıralayarak çağdaşlarına taş atar. 


37. Mektup’tan okuyalım: “Yeraltında babam bıyığı! Nedir o,bil? diye küçükken dadınız veya komşu Habibe Molla’nın söylediği bilmeceyi halletmek için ne kadar zahmet çektiğinizi hatırlıyor musunuz? Eski kadınlar, çocukların zihinlerini bilemek için, bu gibi karışık şeylere başvururlardı. Ah! Şimdi, o kadınlar nerede? Hele, o zeki çocuklar ne oldular? O çocuklar ki bilmece söylenir söylenmez kaşını çatarak, parmaklarına bakarak, birdenbire:

-Pırasa! derler ve orada bulunanları mükemmel dehalarına hayran ederlerdi. Şimdi onların hepsi büyüdüler, bıyıklı, sakallı oldular, başka bilmecelerle uğraşıyorlar. Ah! Ah! İnsan buna nasıl üzülmez? O zekâlar, söndü de fitili kalmamış lambaya döndü. Hele “Yeraltında kınalı”nın havuç,”Yer üstünde babam başı”nın lahana,”Kapısını örttüm güm dedi, içeriye girdim bum dedi”nin hamam,”Masal masal matitas, kaynanamın başı tas, çukura düştü çıkamaz, pır pır eder uçamaz”ın pire,”Gidi gidiver, şu gidiyi tutuver, ne tatlıca eti var, tutulmaya niyeti var”ın balık…


-Kardeşidir! diyen, Keloğlan, Dev Anası, ”Fesleğenci kızı, fesleğenci kızı! Fesleğen ekersin, fesleğen biçersin, fesleğenin yaprağı kaçtır?”, Bey oğlu bey oğlu! Yazı yazarsın, kitap okursun bizde Dekadan kaçtır?”, ”Anne, bulgur sıktı beni”, ”Kızdım anne, geleyim mi?”, ”Ayşe kız, balıkları n’ettin?” masallarını dinleyenler bile ihtiyarladılar. Şimdiler Karagöz’de Bekrî Mustafa’dan korkanlar, Büyük Müslim’de nara atıp Yalova Safası’ndan memnun olanlar, piyasada laf atanlar, Kanlı Kavak’ta ağlayanlar romancı; Hamam Oyunu’nda terleyenler nezleli; Ferhat ile Şirin’i dinleyenler dağdeviren; Karagöz’ün Beyliği’nde tuvalet yapanlar şık; Bahçe Daveti’ne gidenler Dekadan; Tavuk Pazarı’nda şair seyredenler Topatan olup Zuhurî Kolu’nda tekerleme, Balık Pazarı’nda gözleme bekler haldeler. Hey gidi zaman, hey! Ne de çabuk geçti! Daha dün ceviz oynuyorduk:


Geniş okuyucu kitlesini ilgilendiren ve etkileyen konular üzerinde durur. Bazen dekadanlara bazen esnaflara sataşır. Örnek: 26. ve 50. Mektup…


50. Mektup’tan okuyalım:“Herkesin bildiği gibi “Dekadan“ kelimesi hiçbir zaman “sıpa” manasına olmayıp “bal kabağı” ,”su kabağı” ve “intihalci, taklitçi, şair, naşir, nazım taslağı” manaları ile dahi aralarında benzeyen taraf yoktur. Yalnız “Haber-i Sahih”in açıklamalı sözlüğümde anlatılıp yazıldığına göre, birbiriyle eşmanalı sözlerin varlığına inananlar indinde “Topatan” gibi has bir sözle omuz öpüştükleri; hatta aralarında mücadele olduğunda dövüşüp, tarafların nezaket ve zarafet sermayeleri ile doğru, rakiplerin asılsız şüphe ve düşünüşleri ile eş orantılı olarak sövüştükleri doğrudur.”…


Şehir Mektupları’nda İstanbul semtleri mekânlardır. Buraların değişik bakış açıları, farklı yaklaşımlarla değerlendirilmeleri ve incelenmeleri, medeniyet değişmelerinin tezahürü olarak önem taşır. Eserde sırasıyla tasvir edilip, tarifi yapılan mekânlar şehir rehberindeki bilgiler gibidir. Tasvir edilen semtler; Adalar, Beyoğlu, Bakırköy, Haliç, Küçüksu, Kadıköy, Ereköy, Kalamış, Galata ve Galata Köprüsü, Göksu, Fener. Yazar mekânları bazen sadece mekân tasviri, bazen portre ve portrelerle mekân tasvirleri, bazen de olaylarla mekânları tasvir etmiştir. Mekân tasvirlerinde, mesire yerlerinin manzara tasvirleri esnasında kendisinde oluşan duyguları anlatır. Örnek:  1, 2, 6, 25. Mektup


6. Mektup’tan okuyalım: “Boğaziçi, yer yer mesirelerini açıyor. Sefa günleri yine geldi. Baharın kalan kısmı yaz başlangıcı ile birleşerek ne pek terletici, ne de üşütücü esen yellerle o zarif girintinin kıyılarını ve tepelerini tazelikle kaplamış. İnsan derhal bir kayığa veya sandala atlayarak gün batarken tepeden tepeye akseden renk oyunlarını, sahilden sahile vuran renkli dalgaları setretmeye hevesleniyor…”


“Göksu, manzaraca ondan aşağı kalır mı? Akşamları süzüle süzüle vadiye sokulan sandallar, sağda solda dinlenerek gün batarken Küçüksu önüne çıkınca, suların coşkun akışındaki hüzünlü ilhamlar, Kâğıthane dönüşünde bulunur ki görülür manzaralardan değildir. Gönül oralarda gecelemek, ertesi sabahı görmek istiyor…” 


Semtlerin caddeleri buradaki dükkânlar, sokaklar ve sokakların yağmurlu karlı havalardaki tasvirleri o devirde bu mekânların düzensizliği, bakımsızlığı, gürültüsü hakkında bilgilendirir. Belediye hizmetlerinin yetersizliğine dikkat çeker, hatta ikaz eder. Örnek: 21, 22, 41ve 61. Mektup.

22. Mektup’tan okuyalım: “Biraz yağmur yağmasın. Köprünün üzerinden kayan kayana! Yine geçen gün birinin rakip olduğu araba beygirlerinden birinin kapanmasıyla büyüyecek bir tehlike ufak bir yarayla geçiştirildi. Köprü idaresi acaba bir parça kumu nereden istese bulamaz? Fakat yayaların zırt diye kayıp döşemeler üzerine serilivermeleri gülünmeyecek şeylerden değil. Galiba bundan köprü memurları da hazzediyorlar ki kömür kurumlarını olsun serpmekte dahi pintilik ediyorlar. Hele yan köprü parçalarına inilen merdivenler devamlı bir tehlike! Yine geçen gün küçük bir çocuğun bacağının, düşme sonucunda kırılıp parçalanmış olduğunu haber aldım. Yazıktır, günahtır.”


Yazar mekânları tasvir ederken, mekândaki kalabalığı veya mekâna uygun bir ya da birkaç kişinin portresini de tasvir eder. Örnek: 1 ve 5.Mektup. Bunu yaparken gözlemci durumundadır. Tipler ortaoyununda olduğu gibi sahneye girer rolünü icra eder sonra gider. 


Meddah ve orta oyunu geleneğindeki muhavere üslubuyla kendisini de anlatının içine katarak seçtiği özel kişileri konuşturur.


1. Mektup’tan okuyalım: “Yeni gördüm ama ne garip şey meğer kömürcüler karda, donda buram buram terler; tatlı, sıcak, güneşli havalarda tiril tiril titrerlermiş. Geçenki soğuklarda bizim mahalledeki kömürcüyü görseydiniz şimdiki haline acır ve:- Zavallı adam! Kim bilir kaç aydan beri sıtma hastalığı çekiyor, derdiniz. Zavallı!’Bereket’ dediği kömür tozlu kürkünü renkçe pek de farkı olmayan kulaklarına kadar çekmiş, iskemlesinde oturmuş, arpacık kumrusu gibi düşünüp duruyor. Birine bu halini sordum: 

- Fukaralık halidir ne yapsın, dedi.

Diğerine sordum:

-Hele bir kar yağsın da gör. Ne kabadayı olduğunu o zaman gösterir, dedi.

Birine daha sordum:

-Gelen geçeni üşümeye özendiriyor. Bunlar hem esnaftan hem de soğuk taklitçilerindendir, dedi.”

Mektuplarda tasviri yapılan mekânlar vapur, lokantalar, Fener, Fevziye kıraathanesi, Direklerarası, köprü, tiyatro, meyhane, kumarhane gibi yerlerdir.21. Mektupta kıraathaneler,58. mektupta Direklerarası tasvirini okuyabiliriz.


21. Mektup’tan okuyalım: “Köprü üzerindeki Rumeli ve Anadolu kıraathaneleri şu mevsimde o kadar serin oluyor ki insan saatlerce çıkmak istemiyor. Temizlik, bakım ve hizmet son derece olduğundan, şehrimizde bir benzerine rastlamak güç. Fakat eski köprü ile yeni köprüyü birbirine ekleyen geçitlerin merdiven yerleri oldukça tehlikeli, demirleri ise kopmuş, kırılmış olduğundan insan, inerken biraz sendelese denize yahut dubaların üzerine düşecek.”


Bazı mekân tasvirlerinde ise portreler dikkat çekici şekilde sivrilir. 

5. Mektup’tan okuyalım: ”Çarşı kapısında bir tanesine rastladım. Henüz altı yedi yaşlarında, başında püskülsüz ve ipeğinin yukarı kalkık durmasından dolayı para kumbaralarının yarısını andıran dilim dilim bir fes var. Saçlar kıvırcık, biraz tombul, kirli beyaz çehreli, kulakları kalkık, gözleri cin gibi fırlak, evde ağladığını ispat eden sağlı sollu yaş yollarıyla yüzü çift çizgili, dudakları kızarmış, feryat etmeye hazır, hırkalı, askılı pantolonlu, kunduraları birer tarafa son derecede basık bir ufaklık anasının eline yapışmış; babasının arkasından yürüyordu.”…


7. Mektup’tan okuyalım: Şehrin hâkimi olanVoltaire’nin Mikromega’sını Fransızcasından okuyanlar veyahut Türkçeye tercüme edilişini gözden geçirenler, mutlaka pireye, mikro; file, mega derler. Yani pire büyümüş büyümüş fil olmuş; fil küçülmüş küçülmüş de pire olmuş gibidir. Fakat aralarında ne kadar büyük fark var, değil mi? Birinde koca bir hortum, iri,sivri iki diş,incir yaprağı biçiminde iki kulak, yerinde rahat! Kumandasına alışmış bir çift göz, yayvan ve üstünde ahşap bir köşk yapılabilecek denli büyük bir sırt, abanoz direkleri andırır dört ayak ufak bir kuyruk; diğerinde-tutabilip de mikroskobun altında zapt edebilirsen ancak görürsün- acayip, fırıl fırıl dönen, yalanan, uzanıp kasılan bir hortum, vıcır vıcır kaynayan birkaç ayak, sırt ,göz vardır.”…


Olaylar mekânlar ve tipler girift bir şekilde sunulmuştur Yazar şahit olduğu olayları katılan kişileri ve mekânı tasvir ederken seyirci konumundadır ve objektif tasnifler yapar. Gözlemlerini doğrudan doğruya yaptığı tenkitlere yoğunlaştırır.16. Mektupta Beyoğlu karnavalını anlatışında bunları görebiliriz.


“Karnaval maskaralıkları olur maskaralıklardan mıdır? O balolar, çalgılı kahveler, gazinolar hıncahınç dolu. Olaylar mı dediniz? Birbiri ardınca… Kimse kimseyi tanımıyor. Yankesicilik, hırsızlık, hacamat, tokat, sille, şamar, baston gırla. Hele halkı bunaltmaktan lezzet alan birkaç beyin, herkesin ensesinden aşağı serptiği pire tozu öyle kaşımalar meydana getirdi ki gülmemek elde değil. İnsan bir uyuz alayı gidiyor zanneder.”


Yazar o dönemde İstanbul’da hangi yiyecek, içeceklerin kullanıldığı hakkında bilgi verir. Bu da devrin hayatının çok canlı bir şekilde aksettirilmesi açısından önemlidir. Mektuplar XIX. yüzyılın yemek haritası gibidir. İstanbul’un mutfak kültürüne dair izlenimleri bulabiliriz Batılılaşma sonrası alafranga mutfak kültürünün Osmanlı mutfak kültürünü nasıl etkilediğini de görebiliriz. Yemek listelerinin yanında yemekle ilgili şiirler de vardır. Örnek:4 ve 25. Mektup…


25. Mektup’tan okuyalım: ”Büyükdere’de biraz oturup karnımı doyurayım diyerek, uzunca bahçesi denize kadar uzanan bir lokantaya girdim. Sofrada alafranga, beyaz, kar gibi örtü. Takımlar temiz. Ortada bir liste. Ben deniz havasını bilirin beni her zaman acıktırır. Gereğinden fazla masrafa sokar. Listeyi ele alır almaz, içindekilerin her birinden birer tabak yemek istedim. Ne de güzel ne de ustalıkla yazılmış: Piliç suyuna çorba, piliçli pilav, pirzola, tas kebabı, orman kebabı, şiş kebap, dağ kebabı, Büyükdere kebabı, İzmir Köftesi… Bunlar etli yemekler. Gelelim sebzelere; patlıcan beğendi, patlıcan musakka, patlıcan oturtması, patlıcan silkmesi, patlıcan imambayıldı, patlıcan tava, Ayşekadın, barbunya, çalı fasulyeleri. Bamya (etli) ,domates dolması, Türlü(güveç ile).Balıklar; barbunya (tava),kefal (pilaki).Yemişler; kavun, karpuz, şeftali, armut(akça) .Türlü peynirler… Tamam! Her şey var. Fakat hangisini yiyelim.”  


Yazar bazı yemek listelerinde çeşitli gazete muhabirlerine ve servet-i Fünunculara taş atar, bu suretle aslında ciddi edebiyat tartışması olabilecek sorunlar konuyu bilmeyenlere alay şeklinde aksettirilir. 50. ve 54. Mektuplar…

Eskiden beri kullanılan Türkçe kelimeler yerine Farsça kelimeler kullanılmasını tenkit eder. Servet-i Fünuncuların kullandığı kelimelerle onların şiirlerine nazireler yazar.

Servet-i Fünun dergilerinde yayınlanan bazı makalelerin Fransız sembolistlerden alındığından bahseder. Örnek: 28 ve 29. Mektuplar…


54. Mektubu okuyalım: “Tuhaftır! Dilimizde öyle kelimeler vardır ki, sırf Türkçeye çevrilecek olursa tadı kaçıyor. Meselâ “leb-i davet.”Bu tamlama şu haliyle gayet manalı, hatta hayali canlandırmaya da yarıyor. Lâkin bunu sırf Türkçe yapınca :”Buyurun dudağı, gelsenize haydi gidelim dudağı” şekline giriyor. Şişli’de bununla hayli uğraştım. Eve geldiğimde uykum kaçmış olduğundan, bu bahsi daha da derinleştirdim. Meselâ Fransızlar ”Quatre fois heureux” derler. “Dört defa mesut” demektir. Bu tamlamayı Arapça ve Farsçanın yardımı ile tercüme edecek olursak “mes’ûd-ı murabbâ”, mes’ûd-ı çârümîn” demek gerekecek. Zaten ,”mes’ûd-ı muzâaf”tamlamasını önceden kabul etmiştik. Böyle yeni kelimelere “lisan garabeti” diye bakanlar gariptirler. Dil, gökten mi inmiştir ki daima gördüğümüz, bildiğimiz tamlama ve kelimeleri kullanalım? Biliyoruz ki dil kendine mahsus birtakım tamlamalar ve ibareler meydana getirerek tarihî, millî bazı kinayeler ile ifade güzelliğine kavuşmaktadır.”


29. Mektubu okuyalım:” Dolayısıyla dil meselesine geçildi. Dedi ki:- Eğer dilimiz için de bir renk yazman gerekseydi, ne diyecektin? Durdum. Sorduğu tuhaf ama önemli. Şaşırdım. Dile renk yakıştırılır mı? Mavi desem olmaz. Turuncu yakışmaz. Al, pembe, siyah; hiç alâkası yok. En sonunda : - Ben yakışacak şeyi bulamadım Sizin aklınıza geliyor mu? diye sordum. Güldü, dedi ki: -Ben buldum, ama bir renk değil… Renkler topluluğu. Renk de değil birkaç rengin birleşmesinden olma “mozaik”. –Mozaik! Gerçekten, çok uygun. Öyle ya, Arapça Farsça, İtalyanca, hele şimdilerde Fransızca, Türkçe… Kıyamet! – Evet, dil büyüdükçe, yeni kelimelere muhtaçmış. Meselâ “tatlı” kelimesi pek eski, kullanılamazmış. Onun yerine “nûşîn kelimesi konulacakmış. Bundan sonra helva-yı nûşîn, nûşîn karpuz, nûşîn renk, nûşîn söz, nûşîn dil denilecek. –Fena değil! Fakat Türkçesi kalkıp Farsçası gelirse, dil yenilenmiş mi olur?”…

Şehir mektuplarında Edebiyat-ı Cedîde yazarlarını tenkit eder.


49. Mektupta şöyle yazar: 

Yine o zata, 

-Yeni Edebiyat-ı Cedide ile Eski Edebiyat-ı Cedîde arasındaki fark nedir, diye sormuşlar. 

Demiş ki:

-Biri okunur anlaşılmaz, diğeri anlaşılır okunmaz.”


Bu tenkitler veya yer yer taş atma şeklindedir. 51. Mektup’ta bunu görebiliriz. ”Yeni Edebiyat-ı Cedîde ye göre şair de bizim gibi insan türlerinden birine benzeyen bir adamdır. Meğer öyle değilmiş. Yeni tarifler bu şüphemi iptal etti. Bakın ne kandırıcı tarif ki, o günden beri bu kıyafette bir adam aradım. Ancak göremediğim için belki Çin Maçin’de veya Avustralya ‘da veyahut Patagonya ile meçhul Afrika ‘da yiyip içen bir ruhtan bahsedildiğine inandım.”…


Yazarın en büyük özelliği İstanbul folklorunu tanıtmasıdır. Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları’ndaki üslubunun kaynağı günlük halk konuşma dili ve halk hikâyeciliği ile tiyatrosudur. Ham malzemeyi olduğu gibi nakleder. Bu da bize 19. yüzyıl sonu İstanbul Türkçesi anlamamıza yardımcı olur. Servet-i Fünuncuların kullandığı “ki”li cümleleri kullanmaz. Sıfatları ahenk sağlamak için değil, yazıya mizahi nitelik kazandırmak için kullanır. Cümle yapısı bakımından da konuşma sentaksının örneklerini verir. Onun kullandığı uslüp dil zenginliği ile uğraşanlar için değerli ve önemli bir kaynaktır. Hatta Orhan Şaik Gökyay Ahmet Rasim’in lügatının çıkartılmasının Türkçeye zenginlik katacağını belirtir. 


Ahmet Rasim “Ajans Enternasyonal”  başlığı altında ya da başlı başına bir mektupda dil ve edebiyat meselelerine değinir. Bu yazılarında Servet-i Fünuncuların kullandığı eski kelimeleri ve alaycı bir tavırla tasvirlerinde kullanır. Mektuplarında “İntihal” meselesi üzerinde durur. 37. Mektubun sonunda şöyle yazar; “Çalma meselesinden bıkıp usanan kalem sahipleri Naci’nin ruhuna sığınarak: Benimsemiş bizim üç beyti bir neşide-fürûş / Onun cihana tebessüm gelir bu halinden / Benim mi yoksa değil mi tereddüdünde henüz / Demek ki yok haberi kendi intihalinden” demektedir.


Yazılarında Avrupa ve Türkiye’de yayınlanan gazete isimlerini sayar. Bunlardan bazıları: Figaro, Petit journal, Les Souries, Jurnal Amusant, Parizien, İkdam Malûmat, Sabah Viyana Postası, Times, Standard, Monitör, Oryantal, vb. Buradaki haberleri vermesindeki niyet, devrin sosyal problemlerin tenkit etmektir ve bu haberlerle ilgili kendi görüşlerini de belirtir.41. Mektupta şöyle yazar:

“Monitör ve Oryantal, Sarıyer’de ‘bey’ unvanının çımacı ve hamallardan renk alarak çoğunluk tarafından duyulmasına dayanarak, bundan sonra Beylerbeyi’nin Sarıyer, Sarıyer’in de Beylerbeyi olarak adlandırılması hakkında Pazarbaşı’nda bir dilekçe takdimine karar verildiğini yazıyor…”


Bazı mektupların sonunda “Taze Havadis “ bölümü yer alır. 24. Mektup sonunda yer alan taze havadis şöyledir. “İdare-i Mahsusa’nın Haydarpaşa’ya işleyen, oldukça yavaş hareket eden ve Hereke adıyla anılan, uzun enleme bacalı ve sekiz numaralı vapuru, geçenlerde Selimiye önlerinde aheste aheste gitmekteyken nasılsa makinesinin bozulmasıyla yürüyemez hale geldiğinden garibanın tedavi edilmek üzere Çürüklük eczanesine bırakılacak olduğu, on bir numaranın kaptanı tarafından kardeşlik hatırına bildirilmiştir. ” 


Yazar hemen hemen her mektubunda konuyla ilgisi olsun olmasın araya bir hikâye veya fıkra sıkıştırır.

11. Mektuptan okuyalım:”Şimdi aklıma geldi, sivrisineklerden incinmiş olan dostuma, keşke deniz hamamını tavsiye edeydim. Dediklerine göre deniz suyu cilt kabarmalarına çok iyi geliyormuş. Denizden bahsediyoruz ya. Bir hocanın zekâ inceliğini hatırladım. Talebenin biri sorar: - Hoca efendi, boğulanlar niye denizin üzerine çıkıyorlar?

Hoca, bunun hikmetini birden bire akıl edemez. Fakat o zeki öğrenciye inandırıcı bir cevap vermek zorunda bulunduğu için der ki: -Çocuklar görsün de ibret alsınlar diye .”


Ahmet Rasim, semtleri gezerek karşılaştığı insanların devre ait giyim zevklerini ve modasını aksettiren yazılar yazar. Bu portrelerin çok azında kendi görüşlerine yer verir. Örnek:58. Mektup. Fevziye Kıraathanesi, köprü, Sahne-i Âlem Mesire alanları gibi geniş mekânlar yazıları için önemli kaynaktır. Çünkü buralarda her milletten insanlar vardır.Örnek:6. Mektup. Direklerarası’ndaki ramazan giyim ve kuşam adetleri( 58. Mektup) ,oruçlunun portresi gibi (55.Mektup) portre tasvirleri oldukça çeşitlidir. Sanatçı portreleri, avcı, yüzü, bisiklet sürücüsü gibi sporcu portreleri, Çingene, şerbetçi, arabacı, dilenci, gibi halktan çeşitli tiplerin portreleri tasvir edilmiştir. Bu esnada da devrin sosyal problemlerine değinmiştir. Örneğin bisiklet sürücüsü 14. ,avcı tasviri 63.Mektuptan okunabilir.


63. Mektup’tan okuyalım: Avcı deyip de geçmeyelim. Moda bunları dağda bayırda, dere arasında, bağlarda, sahilde, denizde, çiftliklerde bile yakalamış, kendine boyun eğdirmiştir. Alafranga giyinenleri; başlarına iki parmak yüksekliğinde Karadağ kalpaklarının en son biçiminde bir çeşit başlık, tenlerine saten veya başka bir kumaştan tapılma kravatlı bir gömlek, etekleri hem önden hem arkadan cepli bir nevi ceket, pantolonumsu bir şey ve ayaklarına alafranga bir terlik giyiyorlar. Beller kemerli, kemerin yanında nikel bir zincir, ucunda bıçağa benzer bir çakı bulunuyor. Taşıdıkları köpeğin boğazında yalnız bir tasma oluyor. Bir de gözlük olursa-var ya!-değme bey avcının keyfine”…Bu tasvirleri içeren mektubunu av avcı fıkraları ile zenginleştirmiştir.

 

Yazar portreleri kendi düşüncelerini aksettirmek için kullanır, ruh tahlillerine değinmez. Tenkitleri ve tepkileri yazarken samimi bir üslup kullanması çevresinde geniş bir okuyucu kitlesi oluşturmuştur. Yazar eserinde sadece problemleri anlatmakla kalmaz, iç ve dış basında ilgi çekici haberleri de derler. Bunlardan orijinal ilanlar hazırlar ki bu ilanlarda o devrin çeşitli hastalıkları ve devre özgü tedavi yöntemleri, ilaç isimleri yer alır.


26. Mektup’tan okuyalım: ”Meğer ben hekimmişim, öyle ya! Lalalık edecek kişiler için biraz da hekimliğe girişmek şarttır. Beyin sokakta başı ağrır, kulağı çınlar, eli kesilir, bacağı incinir, boğazı gıcıklanır, birdenbire enfloenzaya, denkeye, paçavra hastalığına tutulur, titrer, üşür, ısınır, terler, soğuk su içer, hiç nöbet gelmediği halde tepinir, ağlar, güler, huysuzluk eder. İşte bu gibi hallerde hekim buluncaya kadar tedavi etmek, lalaları hekimliği öğrenmeye mecbur etmiş bir zorlamadır.”                                             


Yazar mûsıkîşinas biri olduğu için bazen yazılarının bir bölümünde, bazen de ayrı bir mektup olarak müzikle ilgili bilgiler de verir. Örnek: 26. ve 60. Mektup…


60. Mektuptan okuyalım: “Vasil kendine has mûsıkî zevkini; Osmanlı mûsıkîsinde sahip olduğu kuvveti, kudreti, mûsıkîmize hediye ettiği hoş tavrı, bize yadigâr bıraktığı şairane ifadesi ve en güzide en yüksek duygularla dolu olan peşreviyle burada, tabiatın şu kıyısında keşfettiği panorama huzurunda icra ederek taksimleriyle dinleyenleri neşelendiriyor. Vasil, bence bir mûsıkî şairidir. Sazının hareket eden her telinden ve verdiği heyecandan aheste aheste doğan istekle çaldığı ezgiler onun sahip olduğu güzelliklerdendir. Vasil’i dinlemeli, anlamalı. Ruh bu müziğin tesirinden çıkan nağmelerle kuşatıldıkça muhtaç olduğu rahatlık içinde kalıyor.”…


Ahmet Rasim Şehir Mektupları’nda, Şirket-i Hayriye vapurlarından, seyyar satıcılardan, atlı arabalar ve arabacılardan, atlı tramvaylardan, buharlı arabalar, köprü, tünel ve deniz hamamlarından bahseder. Tüm bunlar modernleşen şehir imajlarıdır.


Kendisi de bir şehir mektupçusu olan Mustafa Kutlu, Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları ‘nı

şöyle değerlendirmektedir.”Üstad yazılarında kendini merkeze alan bir tutum içindedir. Günlük hadiseler karşısındaki düşünceleri, duyguları, zevk ve heyecanları, arkadaşlık ve iş ilişkileri samimi bir ifade ile yazıya geçirilmiştir. Okuyucu şehri tanıyıp olup bitenleri takip ederken, aynı zamanda yazara yoldaşlık etmektedir. 


Kutlu’nun şehir mektupları, çoğunlukla bir derdin, sorumluluğun yazılarıdır. Şehirlerin, özellikle İstanbul’un değiştirile değiştirile getirilmiş olduğu durum yazarın şikâyetlerinin temelini oluşturmaktadır. Şehir mektupları alanında kendisinden önce bu konuda yazmış olan Ahmet Rasim’in hakkını teslim etmeyi unutmaz ve bu durumu şöyle ifade eder.


“Aziz okuyucular… Bundan böyle Üstat Ahmet Rasim’den ödünç aldığım “Şehir Mektupları” başlığı adı altında sizlere hitap edeceğim. Konumuz yine İstanbul olacak .Ayrıca modernleşen kentlerimiz bir yerde bahse değer meselelerin ortak algılanmasını getirmektedir. Yazdığımız mektuplar bu bakımdan sadece İstanbullu hemşehrilerimize değil, bütün Türkiye ‘ye gönderilmiş demektir. Şehir mektupları taşralı bir hikâyecinin yaşadığı şehri tanıma yolundaki gayretlerin mahsulüdür. Kutlu on yıl boyunca şehri dolaşarak ve gezi izlenimlerini gazetelerde bir demet İstanbul başlığı adı altıda yayımladıktan sonra, tutkulu serüveninin bir sonraki aşaması olan “Şehir Mektupları adlı eserini yazmıştır. Bu eserde, insan-şehir-mekân ilişkileri denemeler şeklinde vücut bulmuştur. Eserine Kutlu şöyle der;”Şehrimizi tanımadan kendimizi, birbirimizi tanımamız zor. Hele sevmek, büsbütün müşkül.” 


Bu yüzyılda şehir çok değişmiştir. Atlı arabaların yerini taksiler, atlı tramvayların yerini metrolar, Şirket-i Hayriye Vapurları’nın yerini İstanbul Deniz Otobüsleri, Haliç’in iki yakasını birleştiren ahşap köprülerin yerini Boğazı birleştiren beton köprüler almıştır.


Yüzyıllık İstanbul değişiminin izlerini Mustafa Kutlu’nun Şehir Mektupları eserini okuyarak bulabiliriz. Aynı zamanda şehir mektupçularının şehre farklı pencerelerden baktıklarını fark edebiliriz. Bu nedenle Ahmet Rasim ve Mustafa Kutlu’nun Şehir Mektupları adlı eserleri şehir hayatının yüzyıllık değişimi; benzerlik, farklılık, süreklilik ve kırılmalar açısından karşılaştırmalı olarak okunabilir.


Sadece ülkemizin şehirlerini değil dünya şehirlerini de merak edenler için Ketebe Yayınlarından, Türkçesini Kadir Daniş’in yazdığı, Peter Furdato’nun eseri “Seyyahların Dilinden Dünya Şehirleri” adlı kitap okunabilir.


Mektuptaki tüm ayrıntılara bu çalışmada yer vermemiz mümkün değildi. Amacımız bu eseri okumamış olanlarda merak çerçevesinde okuma isteği uyandırmak, okumuş olanlara da ek bilgi vererek anlamlandırma pratiği nesnelerini genişletmektir.


Mektup numaraları yayınevlerinin baskısına göre değişiklik gösterebilir.

Kaynak: Ahmet Rasim, Şehir Mektupları. Timaş Yayınları 2007,183s


Şehir ile ilgili edebiyat alanında yapılan çalışmalara ait muhatabın bilgi dünyasını zenginleştireceğini düşündüğüm iki çalışmayı da aşağıda belirttim.

Fatih Aydoğan, Türk Edebiyatında Şehir Denemeleri, 2019 Doktora Tezi 632 s.

Enes Battal Keskin, Şehrin Yüzyıllık Değişimi.5.Uluslararası Sosyoloji ve Ekonomi Kongresi 2020,s 58-83



FATMA LEYLÂ

Hacettepe Üniversitesi Almanca Biyoloji Öğretmenliği’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Fen Fakültesi Sistematik Zooloji Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. TÜBİTAK Deniz Bilimleri Çevre Araştırma Grubu’nun projelerinde araştırmacı olarak çalıştı. Şiirleri halen Edebi Kültür Dergisi sitesinde yayınlanmakta.