Bir kere de şu oynayan bilyelerin düştüğü ilk çukurda kalsaydı.Bir kere de mecaza gömmeseydi hayatı…Görüverseydi işte gözünün tam önündekini. Gözlerinin ardına bakmasa ve aramasaydı soyut anlamı… Nerden öğrenmişti bu “ten”inkarını…
Hiçbir nesnenin çerçevesi yoktu bakışlarında. Çerçeveler silik, çizgiler de. Net olan o varlığın anlamıydı. Neden var edilmiş olabileceği? Burada ne aradığı? Neye ulaştıracağı… Bir saklambaç tadıyla sakladığı… Amaçsız olamazdı ya…Sakın!
İstisnasız herşeyde bu derece anlam aramak niye? Yolda yürürken ayağına takılan bir ağaç dalından hayaline bir orman düşürmek.Ya da küçük bir su birikintisinde büyük gemilerle yol alan bir kaptan ı deryaya sevgili oluvermek. Herkesin görüverdiği ilk anlamla yetinmeyip iç gözlerinin açlığındasürünmek.Varılan ilk mecazda yetinilse iyi ya…dahasını aramak ve buldukça bulduğunu söndürüp gözünde henüz yanmayan yeni bir anlamın daha geceden peşine düşmek…Nedendi?...
Kimilerinin gözlerini kapamaya ihtiyaçları olduğu gibi, onun da gözlerini açmaya ihtiyacı vardı. Gitmeden biraz bakmaya şu dünyaya…
Gözleri görebiliyorken dış dünyayı körce yaşıyordu.
İstanbul’da da böyle yapması iyileşeceği umudunun yitirilmesine neden oldu. İstanbul’u bile yok saydı. Koca koca tarihi binaların duvarlarını, işlemelerini hızla geçti ve Süleymaniye O’nun rahim oluşunu temsil etmekte diye düşünüyordu.Yokuşa özgün bir sevginin kaynağına iniştir diyordu. Sultanahmet ise rahman yanını sembolize ediyor diyordu. Düz ayak geze geze gitmeyi de kendi bildiği gibi ve sıradan bile olsa O’nun yanında kalmanın tadına yordu.Yeni cami mi? Dünyanın alınıp satıldığı bir yerde ahiretin dimdik bekleyişine…Yagüvercinler? Hiçbir zaman kanatlarına doya doya bakamadığına adım gibi eminim. Duvara tutunmalarını görünce ağlıyordu hep. Düştüm ben diyordu. “Sarp”a saramadım…
Gözleri doluydu. Bakılması gereken asl’a bakmışlığın doygunluğundan mıdır bilinmiyor. Derinlikte kendini bulamıyor veya kasden kaybediyor ve hiç bulmak istemiyor... Bir yükseklikten indirmiş bakışlarını. Kirpiklerini kenetlemiş görünen her şeye…O kilidin arasından sızarak varıp gidiyor uzaklara…
“Ben en çok gözlerimi kapadığımda görüyorum” diyordu. İddia ediyordu üstelik bunda. Bu iddia onun mezarı oldu. Ölmeden gömdü böylece kendini o…
O gördüklerinin değil, görmediklerinin dünyasında soluklanan bir ölüydü…
Onu Gülhane’ye götürdüm bir gün. Hususi. Denizi“yakından” görsün ve yakınından uzağa düşmemeyi öğrensin bir parça diye. Uzaktan uzaktan gördüğünü iddia etmesin diye. “Yalan o senin ben düşünsel olarak en derinlere dalabiliyorum. Görmüyor musun anlamdan sırılsıklamım!”gibi sözlerinin berisine, gerçeğin içine çekebilmek için yaptım bunu. Bağırdım uzağa kaçmış yüzüne çay içerken.“O bir hayal… O senin hissettiğin sadece. Yaşamıyorsun düşündüğünü. Düşünüp duruyorsun! şu an sen. Sadece boyun üstü bir baştasın. Tek bir kuru kafadan ibaretsin.Kirpiklerin hariç tamam.Kesik başsın! Unutma bu başı taşıyan bedeninin senden alacağı var!” diye bağırıyordum biteviye. Dostluğumuza güveniyordum. O ise gülümsüyordu sadece. Yanaklarında gülücük damlaları…
Devam ettim.”Denize bak!…Hayır o bir anlam derinliği değil. Es geçme maviyi, martıyı…Martılar sandığın gibi aç gözlü değil! Hayır bu deniz bugün kendisinden başka bir şeyi anlatmıyor sana. Devinen bedeninden başka bir anlam yüklemiyor kendisine. Sen de yükleme bunca anlamı. Taşıyamıyor baksana. -Kendinde mi çimiyor?- Hayır! Bu gün gördüklerininhiçbir mecazı yok! Olmayacak! En azından bugün. Bu saatte… “
Biraz sustuktan sonra devam ettim.
“Biliyor musun senin baktığın bir varlık olmak istemezdim.” dedim. Yarı yarıya yok olmak olurdu benim için bu. Ki kendin bile yarımsın bu şekilde…” Küçümseyerek baktım. Savaşıyordum artık. Kılıçlarım çoktan kınlarını terketmişlerdi. O bugün ne kadar silahsızdı.
Yumuşadım biraz. Alttan almak istedim. “Hayat ta bıktı senin onu görmeyişinden. Yansımalarına dalıp gitmesinden gözlerinin. Onunla göz göze gelemiyor musun yoksa? Onu yaşamak istemiyor musun?” dedim.
Gerçeklerden kaçmak için bin dereden mecaz taşıdığını anlamasını istiyordum. O ise asıl hakikat mecazdır diyordu gücenmiş gözlerinde…
Bunca kaçmalarına rağmen yine ona bakıyorgibiydi etraf. Devinimlerini artırarak dikkatini çekmeye çalışıyordu deniz. Hırçınlaşıyordu o da. Görsün diye onu. Olduğu gibi…
Oturttum bir çocuk gibi önüme. Ezber yaptırdım ona.
Güneş en azından bugünlüğüne “hakikat” değil. Her sabah yeryüzünü aydınlatmak için yakılan somut bir evren lambası. Isı kaynağı. Işık kaynağı.
Bakışlarını yukarıya çektim el işaretlerimle. Gökyüzü dedim. “Çekiminden inemediğim yer bu…” dediğini duyar gibiydim içimden ama aldırmadım onun iç seslerine. Sesimi ciddileştirdim “Gökyüzü!” dedim tekrar. “Bildiğin mavi renkli çatı.(Çatı imgesini de kullanmasa mıydım ki.) İşte solukladığımız hava katmanları. Kaç kat olduğundan sanane ki…”
İçinden ağlıyordu. Böyle sevmiyordu o biliyorum. Gördüğü her şeyin öz balını emerek ve posasını fırlatarak, yalın ayak başı kabak yaşayıp giden yaramaz bir köy çocuğuydu ruhu. Evren sokak aralarında haylazlık yaptığı köyüydü. Gökyüzü uyanık uykusu…
Devam ettim. Bu gerçek inkarcısını imana getirecektim bugün. Beş duyusunu doğru dürüst kullanmayı bilmeyen bu zavallı dostuma görmeyi, işitmeyi, koklamayı, dokunmayı öğretecektim.
Banka tersinden ilişti. Arkasında deniz. “Ne yapıyorsun?” diye sorduğumda bütün içtenliğiyle “Denizi düşünüyordum” dedi. “Sanki ayaklarımı batırmışım içine…” Deniz sırtında...
Bakışlarının peşindeydim. “Ayrıca şu anda önünde büyümeye çalışan da yeni yetme bir delikanlı falan değil. Oradan gençleri nasıl eğitmeliyiz, acaba iyi bir eğitim verebiliyor muyuz, ülkenin veya dünyanın gençliği ne olacağa ne zaman vardın? Nereden ve ne çabuk geldin bu noktaya. Bir fidan o. Fidanı göremiyorsan sen bir toprakta, büyümesini heyecanla, çekingen ve taze yeşilini ve ürkek cesaretini…Nasıl yaşayacaksın?
“Hep bir körlükle suçluyorken herkesi, şimdi sen asıl kör olansın. Göz göre göre hem de…Hakikat engellisi mecaz düşkünü bir zavallısın. Yaşadığın, gezip gördüğün hiçbir yerde hakikati görmeye değer bulmadın. Beş duyunu küçümsedin durdun. Beşin ardına geçirdin duyularını. “Görebildiğin” enginliğe o kadar daldın ki,bu dalgınlık seni sığlığın o erken, o ani, o bildik yaşam tadını inkara yöneltti. Her şeyde olanı değil, olmayanı aradın. Olmayanı buldukça o bulduğun anlam derinliklerine sıçramana neden olan sığlığı, yüzeyselliği, lafzı, kabuğu, şekli, biçimi neredeyse yok saydın. Yaptın değil mi bunu?
Şimdi sen, seni mecaza götüren hakikatin inkarcısısın…Tam bir inkarcı.
Otur ve ezberle şunu. Tekrar söylüyorum: Yukarı bak! Güneşe! O bir ısı ve ışık kaynağı tamam mı? İndir gözlerini…
İç görmelerin arttıkça körleştiğini anla lütfen. Kirpiklerindeki pişmanlığı denize değir. Kimse anlamasın bunca anlam yükünde ezilip zırladığını. Ve soyut görgünün seni attığı kör kuyulardan sürüne sürüne çıkıp, küçümsediğin somuta böylesine yalvardığını…
Evet o bir deniz. Yer kabuğunun çukur bölgelerinde devinen tuzlu su kütlesi. Gemiler nasıl da güzel yürüyorlar öyle suda... Hayır hayır Nuh aklına gelmesin, kurtuluş nerde filan demeyesin. Hayır buna hiç gerek yok. Gülünç olma. Bu bir vapur. Deniz taşımacılığında kullanılan bir araç. Aferin. Binersen seni de bu yakadan karşı yakaya taşıyacak. Belki dışarda oturursun biraz soğuk bir havada. Yalnızken bir şarkı tutturup geçersin karşıya…
Vapurdaydık. Uzun bir suskunluktan sonra bir çocuk gibi sordu: “Bu ne?” Parmağının işaret ettiği noktaya baktım. Bir kara batak şıpır şıpır hayatı oynuyordu. Dalmasın diye içimden yalvardım. Dalmasın….