İçimi adımlamam her zamanki alışkanlıklarımdandı. Bir adım kendimden dışarı atarken, üç beş adım da kendime giderdim. Tam da doğru söyledim. Ne zaman çevreme yürüyüşüm hızlansa kendimi ziyareti unutmus olurdum. Toplumsallığım kendimle yabancılaşacagım ölçüde olurdu zaman zaman. O zamanlarda içime doluşmuş kalabalığın arasında ben, kendimi kendime farkettirmek icin olmadik şaklabanlıklar yapardım. Olmadi tepinirdim herkesin ortasinda. Bayılıyormus gibi düşerdim ayaklarımın dibine. Bu numaram da her zaman tutardı. O gece en ileri yolculugumu yasardım. O sessiz saatler beni kendimle iyiden iyiye tanıstırırdı. Ben kendimle tanışmaktan memnun olurdum. Beni anlıyordum.
Fakat o geceler nadir ele geçerdi. Çünkü çogu zaman yüzleşmek istemezdim, benle. Sanki iki zıt taneydik. İkimizin de ayrı yüzü vardı. Bu iki ayrı yüz somut ve soyut katmanlariyla hep bir arada olsa da…
Yine de gün başlarken lavaboya doğru, sonra mutfağa, ardından caddeye, iş yerime ya da herhangi bir yere doğru attığım adımlar yalnızca görünenleriydi. Oysa ben en cok görünmeyen adımlarla bir yerlere varıyordum. En çok onlarla vardıklarımı bir noktadan, bir mekandan sayıyordum. Bu yüzden o yürüyüşü durduran her telaşa biraz kem bakmaktan kendimi alamıyordum. Bazen büyük bir sabırla, bazen de sabırsızlıkla onun hakkından geliyor, onun bitişini keyifle seyretmeye bile dayanamiyor, yolculuğuma kaldığı noktadan devam ediyordum.
Kendime varmam gerekiyordu. Varıp bir tanışmam, gözlerin ve duyuların gereksiz kaldığı o yakınlıkta ve her ne ile karşılaşırsam, korkmadan, çekinmeden sarılmam gerekiyordu. Derin ben kimdim? Nasıl bir şeydim? Ne yemez ne icmezdim? Neye benziyordum? Bunca yılın ardından hala tam olarak tanışmamış, şöyle kemiklerimizi çatırdatarak sarılıp aglaşmamış olmamız doğrusu hüzün vericiydi. İnsan, yakınına vefasını uzaklasarak mı eda eder?
İnsanın en yakını kendisidir oysa. En yakınlar listesinden dışlandıkça arsızlaşan, ilgi çekmeye calışan, hakkı olan ilgiyi bir ödev zorundan koparmaya calışırken yaşama sevincini gittikce kaybeden oydu. İçimde çoktan ölmüş birinin canlı tabutu olmak istemiyordum ben. Çırpınıp durduğunu, bana kendini göstermek için nasıl da gözlerime el ettiğini, kulaklarımın ardında bir kez de beni duyar mı, dinler mi diye ne yakarış sıralarında saatsiz beklediğini iyiden iyiye farkediyordum. Fakat sıranın ona gelmediğini o da görüyordu. O içerdeki sırada bir başına ve en yakın oldugu icin görmezden geliniyor, diğer herkes dışardaki sırada izdiham şarkılarıyla, uzaklığın hoşgörüsünden yararlanarak orduları andıran görkemlilikte iç kalemin kapılarına kadar dayanıyordu. Sonra ezbere alınmış bir mütevazilik eşiğinde, yüzü gözü yaralanmış ben...İnliyordum. Herkes başköşeme geçmişken, ben dışarda kalıyordum.
İcinizdeki benin sokakta kalması ne demektir bilir misiniz? Herkes kalbinizin basında yanak pembesi gülümserken sıcacık, ayazı yutkunmak…İçerden gülüşmeler gelir oturur kirpiğinizin üstüne. Ayaklarını sallandırır. Çay akar. Dem kokar her yer. Ama sen kendinden hep uzaktasındır. Minderine uzaklar kurulmuştur.
Sorumluluk sokaktır. Sokak bir baskasıdır. Bir çocuğun, dostun olsa da böyledir. Fakat kendiyle dışarda bir yerde karşılaşmamalı yine de. Daha yakınken kaynaşmak ve kendinden dışarıya çıkmak varken, neden böyle tersine olsun ki yolculuk?
Böyle oluyordu ama. Hayat bize ayrılmış zamanken, biz kendimize zaman ayıramıyorduk. Aynı bedende ayrı düşüyorduk böyle. İnsan olarak, kimsek, adımız ne ise o olarak, doğamızla, ellenmemiş doğallıgımızla, henüz öğretilmemişliğimizle, kirlenmemişliğimiz, arılıgımız, duruluğumuzla, küçük mahkememizle, sevimli seytanımız ya da sevimsiz meleğimizle ve işte her daim bir suçla o tahta sandalyede uyuklayan sanıklıgımızla bir türlü rastlaşamiyorduk. Yıllar böyle duruyordu icimizde. Zaman takvimlerden hep sonbaharı döküyordu oysa.
Yunus keşke demeseydi o sözü. Belki bu hayıflanma yaşam olmazdı bu kadar... Benden içeri kaçıyordu benim. Yunus’un dediği o kovuğa girip yalnızlıgını acındırıyordu. İllaki özel görüşmek istiyordu. Böyle hırçın zamanlarda bavuluna koyup bütün varlığımı çekip gitmeyi ne kadar isterdi bilirim.
Elinde olsaydı herkesin bu ten duvarını yıkmak, olsaydı elinde bir mezarlık özgürlüğüne koşmak... Hic bir akıllı ben durmazdı ya buralarda. Sınırsıza sınır. Et duvar. Kemik sütun. Nereye kaçsan ihtiyaç ezikliği sonra. Bu varken kacmak akıl karımı? Acıkır. Susar. Çişi gelir.
Halk olmamı o emrettiği halde en cok o kıskanıyordu beni başkalarından. Güvenini kaybedecek kadar onu üzdüğüm zamanlarda, ben de en ön saflarda kavramlar icin savaşırdım kıyasıya. Ve içime uzandığımda kendime sırtımı döner, sevişmezdim . Hiç! O soğukluk bana öyle haz verirdi ki üstüme yürüdüğünde, “ Sen değil misin bu duyarlılık yükünü bana yıkan?” dercesine bakardım yüzüme.
Ağlardım sonra bir güzel yorgunluktan. Ağlardık . Gözlerimden damlayan kıvılcımlar öz yanagımı serinletirdi. Soğuk soğuk eserdi yabancılıgım kendime. Bir merhaba diyemezdim öyle birdenbire. Desem bir ömür dökülüverecek oracığa. Yığılacak sonra ihmallerim. Geçmişimden ikmale kalacagım. Geriye doğru gerilip kalacagım. Felcimin dibine çökeceğim.
Yollar beni şaşırdı. Ne desem suç olur bundan böyle. Bakıştık artık bir kere o daracık gecede. Ay kamber tabi. Fısıldaşan kızlarıyla. Duydum. “Duydunuz mu?” diyorlardı, kendisiyle bakıştı. Ve ekliyorlardı, “ Hayırdır inşallah!”
(2011, İstanbul)