Baharın henüz, sadece bayıltıcı kokularıyla kendini hissettirdiği, cemrenin hangi ağacın dallarında asılı kaldığını aradığımız günlere rastlardı gelişleri. Çoğu zamanda geçen yıl yuvaladığı bacayı unutmuş, dalgın ve şaşkın bir leylek ailesiyle birlikte teşrif ederlerdi mahallemize. Havaların ısınmasıyla içime düşen kıpırtılar gökyüzüyle mahallenin girişi arasında gelgitler yaşatırdı bana. Sokağın başını gözlemekten yorulunca gökyüzüne martılara; gökyüzünden sıkılınca sokağın başına çevirirdim bakışlarımı umutla. Denizde balık peşinde koşma zahmetine katlanmak istemeyen ya da sadece değişiklik olsun diye şehrin, mahallenin tepesinde devriye gezen martıları gözlemek, hiç aksatmadığım günlük işlerdendi.
Martıların gözde mekânları evlerin terası ve balkonlarıydı. Gözde yiyecekleri ise balkonlarda, teraslarda kış için kurutulan tarhanalardı. Tarhana serili evin üzerinde önce çığlık çığlığa ve hırçın birkaç tur atıp tarhanayı kuşların saldırısından korumak için bekleyen babaannenin ya da çocuğun bir anlık gafletini ganimet sayarak terasa ani pikeler yaparlardı. Martıların mahallenin tepesinde pervasızca didişmelerini, çevrelerini asla kaale almayan haykırışlarını çoğu zaman şımarık bir çocuğun yapmacık hıçkırıkları sanırdık.
Bizler zamanımızın çocukları olarak çevreye, hayata fiilen karışır ve katılırdık. Saatlerce televizyona kapılanmak veya bilgisayara esir olmak gibi bir illetten uzak kalmamızın yararını sonraki yıllarda ayan beyan görmüştük. Annemin beni çağırdığında göremeyeceği ama mahallenin girişini çok iyi gözleyebileceğim bir yere yerleşirdim. Hiç kimselerle paylaşmak istemediğim kavuşma anını neredeyse bir dervişin ağırbaşlılığı ve sabrıyla bekler, beklerdim.
Çoğu zaman ikindi ezanına karışırdı; kendilerine has billur çığırışları. Ezan mı yoksa onların sesleri mi tereddüt ederdim. ”Kalayçi geldi kalayçi” Seslerini duyar duymaz fırlar, aziz dostlarımın yanında biterdim.
Asla tek gelmez, karıkoca, çocuklar, cümbür cemaat gelirlerdi. Sokağımıza girişinden itibaren onların her türlü ihtiyaçlarına koşmayı, mahallelilerden rahatsız edeceklere karşı onları korumayı neredeyse ibadet olarak görürdüm.
Her şeyden önce tezgâhlarını kuracakları bir yer lazımdı. Güneşin çok etkilemeyeceği, çeşmeye ve duvara yakın, birazdan çınlamaya başlayacak çekiç seslerinin etrafı rahatsız etmeyeceği bir yer.
Onlara geçen yıllardaki kalaycıların yerlerini gösterirdim. Çoğu zaman da beğenirlerdi gösterdiğim yeri. Eğer oraya en yakın ev, tezgâha itiraz etmezse sırtlarındaki denkleri hemen yere indirirlerdi. Koyunlarından çıkardıklar koca bir bezle terlerini silerken çevreyi incelemeye başlarlardı.Adamdan daha atik davranan kadın, önce sırtında taşıdığı bohçayı yavaşça kucağına alır. Yüzünün terini bile silmeden duvarın en gölgeli yerine geçer. Bağdaş kurar. Geldiklerinden beri içinde ne olduğunu bir türlü çözemediğim bohçayı keyifle açarken alnındaki terleri silerdi.
Farkında olmadan yaklaşa yaklaşa kadının burnunun dibine kadar girer gözlerimi bohçaya dikerdim. Kadın iri ve ela gözleriyle bana sıcacık bir gülümseme yollarken kucağındaki bohçayı açmasını sabırsızca beklerdim. Bezlerin arasında kımıl kımıl, terden sırılsıklam, gözleri henüz açılmamış bir kedi yavrusu gibi esmer bir bebek çıkardı. Bebeğin, gözlerini kamaştıran ışığa aldırış etmeden annesinin göğsüne yanağını sürtmesi bana yazlarıköyde gördüğüm -annesini emmeye çalışan -buzağıyı hatırlatırdı. Dayanamaz bebeğin süt ve ter kokan yanaklarından öpüverirdim.
Onun annesine böylesine benzerliğini içten içe kıskanır, aynanın karşısına geçer annemle benzerliklerimi bulmaya çalışırdım gizlice. O zaman -bana göre -son derece geçerli bir tespit yapardım. “Esmer olanlar annesine daha çok benzer”di. Esmer olmadığım için hayıflanır dururdum. Sonra daha iyi görebilmek için bir köşeye çekilir başlardım onları seyre.
Onlar, o yıllarda yayın yapan rengârenk televizyonlarımızdı. Televizyonlarımız ki yayınına her an konuk olabileceğimiz kadar canlı, nerdeyse bir okul kadar eğiticiydi. Kalaycılarımı seyrettikçe, onlara yardım ettikçe hayata bakışım genişler, kendimi için için beğenir, öteki çocuklardan daha farklı daha önemli hissederdim kendimi. Kimselere duyurmadan kendime iltifatlar yağdırırdım.
Onların dış görünüşleri benden farklıydı. Ben daha beyaz; onlar daha esmerdi. Ama hangi beyaza göre daha beyaz, hangi siyaha göre daha esmerdik. Birilerinin elinde renk ölçer vardı da ölçüyor muydu; hangi beyazın daha değerli; hangi esmerin daha çok horlanması gerektiğini?
Zihnimize kazınmış, asla bize ait olmayan kararmış yargılara her fırsatta isyan bayrağı çekerdim. Halbuki insanın renginin, ruh kalitesiyle ilişkisi olmadığını sonraları yaşayarak öğrenecektim.Onların malları mülkleri azdı. Ama aynı heyecanları, sevinçleri paylaşan kalplerimiz vardı. Belli ki tek bir elden çıkmıştık.Yıllar yıllar sonra bir caminin cümle kapısının yanındaki bakımsız ahşap bir tahtaya tebeşirle yazılmış yazılar beynimden gönlüme yıldırım gibi düştü.
”Allah, sizin ne dış görünüşlerinize ne de mallarınıza bakar. O sadece sizin kalplerinize bakar ”Kalaycı kadın bebeğinin doyduğuna; sütün dudaklarının kenarından sızdığında kanaat getirir, onu biraz önce açtığı kundağa itina ile sarar duvarın dibine yatırırdı.Çiçek bahçesini andıran şalvarının paçalarını bir hamlede hafifçe yukarı toplar, usta bir hareketle fazlalıklarını belinin iki yanına sıkıştırıverirdi.Bilirdim ki şimdi kalaylanacak kap kacağı toplama vaktidir.
Kalaycı Pembe, sesinin daha gür çıkması için elini ağzının kenarına siper eder, başlardı çığırmaya “Kalayçi geldi kalayçi”. Kadının sesi- tıpkı kendisi gibi- öylesine pürüzsüz ve kıvrım kıvrımdı ki ses aynı anda bütün mahalleyi, evleri, evlerin odalarını bir bir dolaşırdı.
Sesi duyan kadınlar bodrumlara dolaplara, kilerlere hücum eder, kaynanalarından, annelerinden kalma ne kadar bakır sini, maşrapa, kevgir, mangal, ilistir, tencere, kepçe, tava, cezve, ibrik, varsa kapıya yığar, beklemeye başlarlardı. Kalaycıyı beklerken renkleri kaçmış, şekilleri yamulmuş bakırları ellerine alır tek tek gözden geçirirler, ellerine aldıkları her kapta ömürlerinin artık geride kalan tatlı ya da acı dönemeçlerini hatırlamaya çalışırlardı.
Henüz yeni gelinken; damat efendi yemekten sonra elini yıkasın diye işte şu maşrapayla şu leğene su dökmüştü. Şu tek saplı tavada bebeğinin ilk mamasını pişirmişti. Rahmetli kayınpederinin vefatında helva kavurduğu koca tava buydu. Ya yüzünü karartmış şu küskün yemek sinisinde bunca yıldır acaba kimler doyunmuştu. Hele şu pirinç tutacaklı mangal dili olsa da söylese pişirdiği yemekleri, kahvemiz olduğunda yaptığımız kahve keyiflerini, ya odunumuz olmadığında elimizi, ayağımızı nasıl ısıttığını.
Kendini işe kaptırmış da Pembe’nin sesini duyamayanların kapılarını ben yumruklardım. Kadınlar arkamdan şakayla karışık seslenirlerdi. ”Kız kalaycı çırağı, bu kalaycılar seni torbalarına koyup kaçıracaklar bir gün...”
Onlara cevap vermezdim. Onların zaman zaman mahalleye gelen acıklı türküler söyleyerek dilenen ama dilenci gibi kör olduklarını düşünürdüm.Hemen her yıl mahallemize gelen bu insanlara sadece “Kalaycı” diye bakmalarına onlarla ilgilenmemelerine, nereden, nasıl geldiklerini merak etmemelerine kızardım.
Kalaycılarımın renklerine takılıp kalmalarına, onların gönüllerini görme yeteneğinden böylesine yoksun olmalarına şaşardım.
Mahalle turumuz bittiğinde kalaycı Pembe Abla bir çuval bakırı yarı sürükleyerek, yarı sırtına vurarak gelirdi. Gülümsediğini metrelerce öteden göze çarpan süt beyazı dişlerinden anlardım.
Kocası çoktan çukuru kazmış; körüğü ateşe vermiştir. Karısının müşkül vaziyette geldiğini görünce çevirmekte olduğu körüğün kolunu bırakıp yerinden fırlardı.- Kızarım sana, çağırmazsın ki yardım edeyim, ep böyle yaparsın be Pembem!
Kocasının bu hareketinden tüm yorgunluğunu unutan pembe, son bir gayretle çuvalı kocasının ayakları dibine zaferle sürükler:
-N’olcek şuncazlar be...
Bir zamanlar sofraların, ziyafetlerin başköşesine kurulan, kim bilir kaç yıldır bir köşeye atılıvermiş, unutulmuş, hayattan elini eteğini çekmiş kap kacaklar için şimdi diriliş vaktidir. Eski, küflü, eğri büğrü, rengi kaçmış bakırları çuvaldan tek tek çıkarırken bu günün rızkını elde etmenin sevinciyle cilveleşirlerdi.
Adam neşeli bir ıslıkla tekrar körüğün başına geçer, Pembe, sözlerini yeni uydurduğu bir türküye başlardı. Kadın, elekten geçirdiği incecik kumla bütün kapları; elleri yoruldukça ayakları, ayakları yoruldukça elleriyle ovardı. Onun ovduğu kapların eğriliklerini kocası çekicin neşeli çın çınlarıyla düzeltir, kapları bütün eğriliklerinden arındırıverirdi. Onları seyrederken insanların çalışırken de neşeli olabileceğini öğrenirdim.
Keşke bizim yamukluklarımız olan yalanlarımız, yılların küfünü yüklenmiş ön yargılarımız, etrafa dayanılmaz kokular salan gıybetlerimiz, ötekinin farklılığına tahammülsüzlüğümüz de birkaç çın çınla gideriliverse biz de en az bakır kadar pürüzsüz ve düzgün olabilseydik.
Ateşi güçlendirmek için körüğe iyice asılan adam, bakır bir kâseyi ince uzun maşasıyla kavrayıp alevlenmeye başlayan közlerin üzerine kapatıverirdi. Ateşin gizlenmesi bir an içimi karartır; ama belli etmez, birazdan olacaklara hazırlardım kendimi. Çünkü birazdan kalay perileri buraya üşüşecek ve benim için dans edeceklerdi...
Çömeldiğim ateşin başında sabırsızlıktan iki büklüm beklerdim. Kalaycı, közün üzerinde bakıra ustaca daireler çizdirirken daha fazla dayanamaz seslenirdim.
—Amca hadi kalayı sürsene!
Sabırsızlığımı çoktandır fark etmiş olan adam; tüm yüreğiyle gülümserken birer pırlantayı andıran gözlerini kısarak:
—Olur, mu be! İyice yakmazsam kalay tutmaz, akar gider. Önce iyice temizleyip sonra yakmak lazım gelir.
“Yanarak temizlenmek ya da temizlenerek yanmak” İşte hayatın şifresi, olmazsa olmazı; beynimizin, gönlümüzün her daim ihtiyaç duyduğu buydu. Ruhumuzu kirlerinden arındırırken yanabilmeyi göze almalıydık. Çekilen çileler tabi ki boşa değildi çünkü nihayetinde arınmak vardı. Madem lutfu da hoş kahrı da hoş; gerisi zaten boştu.Ateşteki bakırın iyice yandığına kanaat getiren adam, bakırın iç kısmını kendine çevirir; yanı başındaki çuvalın içinden bir çimdik- büyülü- toz alır, bana “İşte şimdi” der gibi bir göz kırpar; tozu, kızgın bakırla buluşturuverirdi.
Bir anda -sadece benim görebildiğim -binlerce kalay perisi elele tutuşarak ateşin üstünde oluşturdukları efsunlu bulutun içinde aheste aheste raksa başlardı. Daha fazla dayanamaz; yükselen dumanla birlikte zembereğinden boşalan yay gibi fırlar; onlara alkışlarla katılırdım. -Girdiğim bulutun içinde ne kadar kaldığımı hala kestiremem. Dışardan çok kısa gibi görünen bu anın daha sonraları bast-ı zaman olabileceğini öğrendiğimde; kendi kendime gülümsemeden edemedim.- Sevincimin görülmesinden utanır, uyuşan bacaklarımın üzerine tekrar çömelirdim. Kalaylanan ve parlatılan kaplar sahipleriyle buluşmak üzere güneşe bir bir dizilirken ayrılığın hüznü sinsice çöreklenirdi yüreğime. Kaplar dizildikçe ayrılma vaktinin yaklaştığını hissederdim.
Üzüldüğümü, gözlerimin dolduğunu hisseden adam nasırlaşmış parmaklarıyla başımı okşar, bana fark ettirmemeye çalışarak beni karısına gösterirdi. Pembe, bebeğini emzirmeye ara verir, duvarın dibindeki çıkından aldığı elmayı şalvarının dizine sürterek iyice parlatır, bana seslenirdi. -Gel kız yanıma; gel bakayım alasın bunu!
Pembenin yanına giderken gözlerim daha fazla dayanamaz boşalıverirdi. Ama o ne yapar; ne eder, beni güldürüverirdi.
-Kız ağlarsın sen, ağlarsan akar sümüklerin.
Erkez der sana fırtıklı kız...Hala hangi şehirde, hangi sokakta o esmer yüzlü pırıl pırıl yürekli dostlarıma rastlasam; dayanamam. Bilinmez bir güç beni onlara doğru iter. Gider bir müddet karşılarında dikilirim. Bakışlarım közlerin kızıllığında erir gider. Ayaküstü bir sohbetten sonra gönlümün birazını orada bırakarak ayrılırım oradan.