Menu
FİKRİYE
Öykü • FİKRİYE

FİKRİYE

-Kız körolasıca, nerde kaldın, naneye gittin nane mi oldun!

-…

- Fikriye dedim, adı batmayasıca!

Ünü çıkasıya bağırdığından sesi çatallanan kadın, yarım yamalak bir iki öksürüp gırtlağını temizledi, etrafına göz gezdirdi. Oturduğu minderin arkasında kanaviçe işlemeli ve nerdeyse bir karış dantel geçirilmiş yastığın altına elini hırsla daldırdı. Tamam, aradığını bulmuştu. Sırt kaşıma tahtasını sevinerek aldı. Aralıklarından alt kattaki taşlığın göründüğü sofaya” küt küt” vurdu. Vurmanın şiddetiyle yaşlı evin ikinci katı  zangır zangır titredi.

“Hah oldu işte! Ne diye bağırarak kendimi helak ediyorum! Kızın zaten bir kulağı ağır işitiyor. Ne kadar bağırırsan bağır…”dedi, kendi kendine.

Girişle birlikte üç katlı,  ahşap, aşı boyalı, bahçesinde hurma, incir, ayva ağaçlarının birbirine karıştığı bu evin mahallede ayrı bir yeri vardı.

Evin sahibi Hava’nım; bir zamanlar şehrin en gözüpek ve namlı balıkçı reisinin biricik kızıydı. Nice reisler, kaptanlar talip olmuş, ama o her seferinde göçmen mavisi gözlerini devirerek her birine envai çeşit kusurlar yakıştırmıştı.

Ne zaman babasını görmeye balıkçı barınağına inse, ağ tamirindeki yanık tenli, yakışıklı balıkçılar ilmekleri, sohbeti şaşırırdı. Ağlar dolaşıverir diye ağı da ellerinden atamazlardı.

Zavallı, genç balıkçıların hülyalarıyla birlikte ağları, misinaları, oltaları, çaparileri karman çorman olurdu. O hiçbirine bakmaz, lodosun dağıttığı sarı saçlarını toplamaya gerek görmeden şehrin en heybetli balıkçı motorunun küpeştesine atlar, oradan da kamaraya babasının yanına geçerdi.

Babası onun her gelişinde onu ilk defa görürcesine  sarılır, yanına, dümen başına oturturdu. O, babasının yanına oturduğunda bütün bakışlar ağla iğne arasına kilitlenir, yırtık ağlar umutla, aceleyle hızlı hızlı örülürdü. Memet Reis bir eliyle kızıl ve kırçıl bıyıklarını sıvazlarken diğer eliyle kızına sıkıca sarılırdı. Kızı da ona…

“Yıllar, gönüllerden başka neyi törpülememişti ki…”

Hava Hanım oturduğu yerden ceviz konsolun üzerindeki çerçeveden gülümseyen fotoğrafına baktıkça bu söze hak verdi.

Ne zaman romatizma bacaklarını kilitlemiş, ne zaman fotoğraftaki nazenin vücut bu hale gelmişti! Neredeyse birer fil ayağına dönen bacaklarına baktı. Etli kollarına, artık kıvrımlarını saymadığı karnına, vücudunun iki yanına yayılmış göğüslerine baktı, hiç alışamadığı bir yabancının vücuduna bakarcasına.

Derin bir “ah!” çekti. Fikriye’ ye seslenmekten vazgeçti. Sofra bezinin üzerindeki bakır tepsinin içinde çiy kıymayı irice bir şimşir kaşıkla ezdi. Uzattığı bacağının yanındaki yıkanmış bir kâse pirinci kıymanın içine döktü. Fikriye’ nin sabah soyduğu soğanları tepsiye kıymanın üzerine rendelemeye başladı.

Oda kapısı telaşla açıldı. Genç kız sıkıca tuttuğu ayıklanmış ve yıkanmış bir demet naneyle içeri girdi. Belden büzgülü uzun pazen elbise onu olduğundan kilolu gösteriyordu. Merdivenleri nasıl koşarak çıkmışsa yanakları entarisindeki narçiçekleriyle aynı rengi almıştı. Cılız göğsü hızla inip kalkıyordu. Birinin kaymasını hiç engelleyemediği ela gözleri kocaman açılmış, denileni yapmanın sevinciyle bakıyordu. Elbisesinin lastikli kollarını dirseğine kadar sıyırıp hemen tepsinin başına çömeldi.

-Hava’na, naneleri dediğin gibi duvarın dibinden gölgede kalmışlardan değil, güneş görenlerden aldım. Bak, yemyeşiller, hem de mis gibi!

Kadın kızgınlığını yatıştırmaya çalışarak:

-Tamam, bırak tahtanın üzerine ben kıyarım. Sen iri iri kıyıyorsun, sonra midem hazmetmiyor. Şu tülbendimi düzelt dolmayı rahat doldurayım.

Fikriye, kadının dediklerini ihtimamla yerine getirdikten sonra kapının dibinde ayakta beklemeye başladı.

Onun ayakta dikildiğini gören Pamuk, köşedeki minderden kalktı. Bir öne bir arkaya doğru gerindi. Dilinin olanca pembeliği ortaya çıktı. Yumuşacık adımlarla Fikriye’nin yanına gitti. Ufacık bir bulutu andıran başını kızın ayaklarına keyifle sürttü. Pamuğun keyfi Fikriye’ye de sirayet etti. Kedinin yanına çömelen kız cılız parmaklarını kedinin sırtında gezdirdi. Dolma sarmaya dalmış kadını seyre daldı.

Hava’nımın bu hali,  Fikriye’nin anasının köyde ocak başında dolma sarışına dönüverdi.

Fikriye okumayı nerdeyse dördüncü sınıfta sökmüştü. Arkadaşları çoğu zaman onu gösterip gülerdi. “Alık alık, aptal balık! “diye el çırpıp etrafında dönerlerdi. Çoğu zaman anlam veremediği bu tuhaf oyuna o da katılırdı. Ama ne kadar gayret etse de etrafında oluşan halkayı kıramaz, hep bu müstehzi halkanın içinde kalırdı. Sonraları dışarı çıkma çabalarını bıraktı. Onların itip kakıştırmalarına da aldırmadı. Ama hep sessiz bir köşeyi tercih etti.

Babasının, şehirden asker arkadaşı resimci Ayhan arada gelir, anasının yaptığı tereyağı, peynir, köy ekmeğinden alır, babasıyla sohbet ederdi. Avludaki koca incirin altında yine böyle bir sohbet vardı.

Anası ocakta köpürttüğü kahveyi sadece misafirlere kullandıkları fincanlara döktü. İki fincanı bakır tepsiye dizdi. Fikriye arkada anası önde mutfaktan çıkıp merdivenleri indiler. Anası içerde durdu. Tepsiyi kızına pürdikkat teslim etti. Kızının omuzlarından tutup gözlerinin içine bakarak tembih etti:

“Hadi benim kızım, dökmeden götür. Unutma önce misafire…”dedi.

Fikriye bir hevesle tepsiyi aldı, bahçeye yöneldi. Anası ardından bakarken buruk bir “ah” çekti.

Resimci Ayhan, kahveden koca bir yudumu sündürerek çekerken:

“Senin Fikriye’ ye şehirde yağlı bir kapı buldum. Bir tek kadının hizmetini yapacak. Üç katlı ev, yeme içme bol. Aklını kullansın evlatlık bile yaparlar.” dedi. Adam Fikriye’nin orda oluşunu, söylenenleri duymuş  olmasını zerre kadar ka’le almadı.

Fikriye: “Ana, şehirdekilerin kapıları neden yağlı? “diye sordu anasına.

Anası nerden duyduğunu sorunca, duyduklarını anlattı. Kadın hamurlu ellerini dizlerine vurarak için için uğundu. Kızı on iki’sine daha yeni basmıştı. Tarlayla uğraşmak, hayvanlara bakmak derken daha kızıyla doğru düzgün oturamamışlardı bile.

Zaten bir yanı yıkıktı. Hiç konduramıyordu ama artık iyice anlamıştı, kızının biraz eksikliği vardı. Sadece onun için düşünülmüş ona yakışan bir eksiklikti bu. Başkalarının dediklerini anlamakta biraz zorlanırdı. Halbuki kendisi bir kaş gözle kızına her şeyi hemencecik anlatırdı. Kızı da ona…

Geceleri susasa “ana su “diye seslenir, kötü bir rüya görse gözleri yumuk gelir girer koynuna, o saat uyur iç çeke çeke. Şimdi kızını hiç bilmediği bir eve besleme verecekti babası.

Sonra traktörle yola çıkışları, anasının, traktörün arkasından su dökmesi geldi gözünün önüne. Köyden ilk çıkışıydı ama hiçbir şeyi yadırgamamıştı. Allahın dağı, taşı her yerde aynıydı işte!

Ta ki aştıkları bir tepenin ardından aniden yola atlayan koskoca  mavi bir göze rastlayana kadar. Nasıl da arzulamıştı, babasından çekinmese, o maviliğe elini daldırıp karıştırmayı…Hele içinde gezen kayıkları görünce nutku tutulmuştu.

Bir iki kişiye sorduktan sonra üç katlı, aşı boyalı evi buldular. Babası evin önünde beklerken nasıl da sıkılmıştı, anasının verdiği mendille alnının, gözlerinin terini silmişti. Kapının köşesindeki delikten sarkan ipi ilk Fikriye göstermişti babasına. İpi çekmek istemiş, boyu yetişmemişti de babası kaldırmış öyle çekmişti. İpin ardından gelen çıngırak sesini duyduğundan beri ne çok sene geçmiş ama bu ses her dem taze kalmıştı zihninde. Çokça bunaldığı vakitlerde bu sesin huzuruna sığınırdı. Çünkü her çıngırak sesinde kendini babasının kucağında hissederdi.

“Ne o deli kız daldın gittin yine! Görmüyor musun? Pamuk, acıktım, diyor. Bu dolma neyle pişecek maltızı mı, gazocağını mı yakacaksın? Ne yapacaksan yap, dikilme süpürge gibi!”diye hışımla seslendi Hava’nım.

Evin girişinde, taşlığın bahçeye açılan kapısının hemen yanına gaz ocağını koydu. İyi olmuştu, koku buradan bahçeye giderdi. Yoksa maazallah Hava’nımın en kızdığı şeylerden biri de evi yemek kokularının sarmasıydı.

Sarı, pirinç ocağı eline aldı, salladı. Tamam, haznesi gaz doluydu. Raftan ispirto şişesini ve kibriti aldı. Gazocağının üstünde sacayağının hemen ortasındaki yuvarlak boşluğa bir miktar ispirto döktü. İspirto uçmadan kibriti çaktı. Aniden tutuşan ispirto her zamanki gibi onu korkuttu.

“Hâlbuki köyde ocak yakması ne kolaydı. Alevler öyle insanın üstüne üstüne atlamaz, daha bir ağırbaşlı yanardı. Ocakta, sacayağının ortasına iki üç kurumuş kozalak koyarsın varsa biraz közü eşeler, ateşi alıştırırsın. Önce minik alevler sıçrar şımarıkça. Sonra büyür renk değiştirirler. Karar veremezler hangi renge ve surete bürüneceklerine. Derinden derine çıtırdarlar. Birini çağırır, birine seslenir gibi. Arkadaki çam kütüklerine kavuştuklarında artık keyiflerine diyecek yoktur. Alevler ocağın dokunmadık yerini bırakmazlar. Ne zaman ki sacayağının üzerine kara dipli tencere oturur. O zaman sakinleşirlerdi.”

Zihninde bunları seyrederken çömeldi. İspirto ocağının şişman karnından uzanan pompanın ucunu çekip hiç aralık vermeden pompalamaya başladı. Çekti itti, çekti itti. Nihayet gazocağının üstünde minik mavi alevler çimlenmeye başladı ve beraberinde nefes darlığı çeken birinin dinmeyen hırıltısı. Ateş boş geçmesin diye çivit mavisi çinko çaydanlığı alevlerin üstüne koydu. Sonra bakır kâseye biraz süt akıtıp merdivenin dibine koyar koymaz Pamuk naif adımlarla geldi, kâseye eğildi. Fikriye alçak, hasır tabureye oturup onu seyre koyuldu.

Allah’ı var, Hava’nım yemeyi sevdiği kadar yedirmeyi de severdi. Kapıya gelene, hatta kapıdan geçene bir tas bir şey yedirmese rahat etmezdi. Hani “O kalkamıyor yürüyemiyordu.”diyeceksiniz. Ama fikriye yok mu onun eli ayağı her şeyi oydu.

Hava’nım daha ilk günden kasap Osmanın, balıkçı Hristo’nun dükkanlarını Fikriye’ye tarifle öğretti. Kadınlar pazarında en taze yumurta, süt, yoğurt kimde bulunur. Fırından taze ekmek saat kaçta çıkar. Fırın; pideyi, göveci kaçta alır. Bunlar Fikriye’nin hafızasındaki en değerli bilgilerdi.

Mahalledeki arkadaşları da Hava’nımı hiç yalnız bırakmazlardı. Sağolsunlar bir gece gelmeseler ertesi gece muhakkak…

Fikriye evde olmadığı zamanlarda kapıyı Hava’anım açardı. Yine diyeceksiniz ki “Hani o yürüyemezdi, kapıyı nasıl açıyor?”

Bu evlerde her şey, ev sahibinin vaziyetine göre tanzim edilmişti. Yani eve sadece tahtalar, kalaslar, cam, çerçeve yığını diye bakamazdınız. Onların da ağzı dili vardı anlayanlar için. Fırtınalı havalarda ev içindekileri sahiplenir, şefkatle sarardı. Çatmalarının, aralıklarından rüzgar geçmesin diye kendini sıkar, hatta derinden gelen gıcırtılarla bu işte ne denli zorlandığını duyardınız. Evin içinde bir fevkaladelik varsa bunu dumanının salınışından anlardınız. Üzüntülü zamanlarda duman daha bir titrek yükselirdi.

Ya da bu evi yaptıran Hava’nımın dedesinin dedesi bilmişti:” Gün gelecek benim torunumun torunu kapıya inemez duruma düşecek.” diye. İşte bu yüzden olmalı Hava’nımın oturduğu minderin altında duvara yakın bir delikten ipin ucu uzanırdı. İpin delikten aşağı düşüp gitmemesi için ucuna küçük bir tahta parçası bağlıydı. İpin diğer ucu alt kata iner taşlığı geçtikten sonra sokak kapısına varır ve kapının koluna bağlanırdı. Hava’nım yukarıdan ipi çektiğinde kapı, geleni eve buyur ederdi.

Kışın, evin işi daha bir ağırdı Fikriye için. Sabah erkenden kalkar, odadaki ördek sobanın içini sessizce temizler. Arkaya kalınca bir odun öne çalı çırpı koyar, küçük bir çırayı kibritle tutuşturur, çalıların arasına yerleştirir ve odunların tutuşmasını beklerdi. Bütün bunları nerdeyse Pamuk’un adımlarının sessizliğiyle yapardı ki Hava’nım vakitsiz uyanıp da bütün gün sinirli olmasın. Bu hazırlıklar yapılırken Pamuk, konsolun hemen yanındaki pirinç topuzlu karyolada uyuyan hanımının ayakucunda bıyıklarını titreterek uyurdu.

Fikriye, bakır güğümü doldurdu. Sobanın üstteki kapağını sessizce kaldırdı, gülümseyen alevlerin üstüne güğümü oturttu sonrada kahvaltı için sucukları doğramaya sofadaki mutfağa gitti. Hava’nım sucuksuz, pastırmasız kahvaltıya kahvaltı demezdi çünkü.

“Yarın akşama Hacı Fatma Hanım, Şekerci Niyazi’nin Hanım’ı Sadiye Hanımla, balıkçı Ali’nin karısı Asiye Hanım gelecekler. Sen önce taşlığı yıka. Kapı önlerini süpür. Merdivenleri ov. İşlerin bitince gel de ikram edeceklerimizi düşünelim. Yani ben düşüneyim. Hadi durma sen.”

Talimatı alan Fikriye önce çalı süpürgesini bahçeden çıkardı. Bahçe suladığı stille kendi kapısının önünü ve bitişikteki yatalak Emine Hanım’ın kapısının önünü iyice suladı. Yarım yamalak bildiği türkü ile döne döne süpürdü sokağı. Bu işi çok seviyordu. Burası köyüne benzeyen mekanlardandı. Köydeki evinin avlusu sayıyordu burayı. Çoğu zaman komşu kadınların çocuklarına seslenmesini anasının sesi sanır. Mutluluğun perdesini bir yol daha aralardı.

Kovada köpürttüğü arap sabunuyla tahta fırçasını alıp ikinci katın merdiven başına geldi. Üçüncü kat zaten uzaktan misafirler gelince açılırdı. Oranın merdivenlerinin ovulması gerekmezdi. Tıkırtıları duyan Hav’anım ağzına attığı kuru üzüm ve leblebiyi yuttuktan sonra odasından seslendi:

-Bana bak dip doruk temizle, trabzanları, merdiven korkuluklarının aralarını iyi sil, unutma!

-…

- Şöyle gıcır gıcır olsun.

-…

-Kız, duymuyor musun tembihlerimi!

-Tamam Hava’na, sen meraklanma.

Fikriye, yüzüne düşmüş kumral saçlarını tülbentinin içine topladı ve uçlarını tepesinde sıkıca düğümledi. Bu seferde iki örgüsü birer yandan düştü. Örgüleri ne kadar keçelenmişti. Ancak yıkanmadan yıkanmaya saçını tarayabiliyordu. Zaten ne kadar istese de anasının ördüğü gibi öremiyordu.

Akşam namazından sonra çıngırak seslendi. Hava’nım minderinin yanından ipi çekti. Kapı nezaketle geri yaslandı, misafirleri buyur etti. Çıngırak kısa aralıklarla dört defa daha çıngıradı, kapının ipi dört defa çekildi. Çıngırağın her seslenmesinde Fikriye, merdivenleri paldır küldür indi, her seferinde bu eve sanki ilk defa misafir geliyormuşçasına coşarak karşıladı gelenleri.

Fikriye minderleri kabarttı, köşe yastıklarını düzeltti. Hava’nımın kaynanasının yadigarı koca sarı mangalda köz hazırladı. Kahve tepsisine kolalanmış dantel örtüyü serdi. Fincanları dizdi, tepsiyi Hava Hanım’ın yanına sürdü. Kapının yanında başını kollarının arasına almış uyuyan kedinin yanına çöktü. Yorulduğunu hissetti.

Hava Hanım, Bakır cezveye beş fincan su döktü, beş çay kaşığı şeker ve kahve koydu. Cezveyi kor ateşin üzerine sürdü. Gözleri cezvede kulakları anlatılanlarda…

Kadınlar geldiklerinden beri mahallede ortaya atmadıkları komşu bırakmadı. Mahallenin  pasaklısı Kara Hacerin, kolundaki bilezikleri bilerek şıngırdattığını, hasetten dişlerini sıkarak anlattılar. Sidikli Şaziment’in kocasının her gece içip içip geldiğini, karısının onu içeri almayınca zavallı adamın kapının önünde sokak köpekleriyle uyuduğunu taklit ederken  gözlerinden yaş gelene kadar güldüler. Sonra mahalleye yeni taşınan Fitnat’ın kendini bir şey sandığını iki günde bir saten yorganları, koca koca halıları havalandırmasının gösterişten başka bir şey olmadığını sündüre sündüre anlattılar.

Aslında anlatılan her şeyi orada bulunanlar zaten görmüş ve duymuştu. Fakat tuhaf bir hazla ilk defa duyuyormuşçasına şaşarak, kızarak, alayla, fesatlanarak, hasetlenerek anlattılar anlattılar. Odayı dedikodu ve gıybetin mi yoksa mangalın ateşi mi ısıtmıştı; kimse anlayamadı.

Anlatanların yanakları kızardı, ter boğum boğum gerdanlarına doğru inmeye başladı. Tülbentlerinin uçlarını açıp serinlemek için iki yana yellediler. Hava Hanım evden çıkmadığından anlatılanlara pek katılamadı.

Konuşmalara başından beri katılmayan Hacı Fatma Hanım’ın ısrarlı öksürüğü ile sesler kesildi.

Hacı Fatma Hanım genç yaşta dul kalmış, kocasından kalan maaşla iki kızını okutmuştu. Babası, Cumhuriyetin ilk meclisinde vekildi. Dedesinden feyz almış onun yanında hafız olmuştu. Mahallede doğumda, ölümde mevlitler ona okutturulur, büyük küçük, herkes onun sözünü dinlerdi. Zaten Hacı Fatma Hanımın hali tavrıyla mahallenin terazisiydi. Bulunduğu mekanlarda dedikodu gemi azıya aldı mı o, bilindik öksürüğüyle dedikoduyu keser, olmazsa kalkar oradan giderdi.

Onun sesinin güzelliğini takdir etmeyen yoktu. Bir Kuran okur, bir ilahi söyler dinleyeni mest ederdi. Okuduğu ilahilere en çok kendini kaptıranlardan biri de mahallelinin Meryem diye çağırdığı Mari Hanımdı. Mari Hanım çağrıldığı mevlitlerde, diğerlerinin ilk yarım saatten sonra ağızları yırtılırcasına esnemeye, uyuklamaya başlamasına rağmen kendini mevlitin akışına öylesine kaptırırdı ki anlamadığı onca söze rağmen huşu içinde dinler, “ölüm” bölümünde ise Hz İsa’yı  hatırlar, için için ağlardı.

Bazı geceler ayyaş Reşo meyhane dönüşü soluklanmak için sırtını dayadığı duvarın Hacı Fatma Hanım’ın duvarı olduğunu unutur, derinden gelen “Yemen illerinde Veysel Karani” sesiyle irkilerek doğrulurdu. Elindeki şarap şişesini hırsla, pişmanlıkla fırlatır atar: “Hani bir daha içmeyecektin!” diye yanaklarını şamarlar, kendine küfürler yağdırarak evinin yolunu tutardı.

Hacı Fatma Hanım birkaç yudum suyla boğazını ıslattı, oturduğu yerde huzura çıkacak birinin edasıyla toparlandı. Gözlerini yumdu. İlahiye girdi.

Altın tasta incim var.

Sol böğrümde sancım var.

Kadınlar hemen toparlandı, eteklerini, başörtülerini çekiştirdi, yüzlerine ulvi bir görüntü yapıştırmaya yeltendiler. Bazıları biraz önce anlatılanların etkisinden sıyrılamadıklarından ilahiye de intibak etmekte zorlandı.

Fikriye, ilahilerin içinde en çok ”Yemen illerinde Veysel Karani”yi hazzederdi. Sıra ona gelince sözleri kaçırmamak için bütün dikkatini Hacı Fatma Hanım’a yöneltti, sağ gözü dikkatiyle birlikte iyice sola gitti. Hafifçe kaykıldığı bu haliyle anasının diktiği, bir kenara atılıvermiş çaput bebeklerden daha bebeksiydi.

Elinde asası hurma dalından

Eyninde hırkası deve tüyünden

Asla hata gelmez onun dilinden

Yemen illerinde Veysel Karâni

İlahiler sıralandı, kahveler kabardı. Hava’nım Fikriye’ye bir bakış fırlattı ama baktı ki Fikriye’nin  daldığı alemden çıkacağı yok. Misafirlere fark ettirmeden sert bir “Hışt”çekti. Fikriye fırladı, kahveleri misafirlere ikram etti. Hüpürtüler ilahilere karıştı.

Misafirler uğurlandı. Hava Hanım’ın tuvalet ihtiyacı lazımlıkla giderildi. Hava Hanım yatağına yatırıldı. Fikriye yan odaya geçti, odanın köşesinde dürülü yatağını serdi. Sonunda kendiyle hasbıhal vakti gelmişti.

Bir dostun omzuna yaslanır gibi yatağa uzandı. Köyden gelirken anasının verdiği yün yorganı burnuna kadar çekti. Kendi büyüttüğü Hasibe’nin yünlerinden, anasının sırıdığı, kırk yama  işte o yorgan. Yorganın yamalarını camdan vuran ay ışığının altında gözleriyle okşadı.

Herkes buradaydı. Yalnızlık ne mümkün!

Ayaklarıyla yorganı gerdirdi, şimdi daha net görünüyorlardı.

Babaannesinin şalvarı, pembeli, yeşilli, cıvıl cıvıl… Onun hiçbir zaman karalı şalvar giydiğini hatırlamıyordu zaten.

”Oğul, vücut kocar amma gönül kocamaz.” derdi.

Anasının entarisi o da dallı güllüydü. Babasının gömleği, abisinin pantolonu hepsi peşpeşe dizilmiş, sessizce bakıyorlardı. Fikriye yorgunluktan sızıp kalmazsa her gece bu seyr-i sefere çıkar, her biri ancak avuç içi kadar kumaş parçalarıyla gönül sohbetlerine dalar, uykunun koynuna süzülürdü.

Bu gece de aynısı oldu…

Diğer Yazıları