Menu
KAÇIŞ YOK EFRUZ
Öykü • KAÇIŞ YOK EFRUZ

KAÇIŞ YOK EFRUZ


BİR

İmam, başına doğrultulmuş silaha bakarken bekar olduğu için Allah’a şükretti. 1+1 evinde kendi halinde yaşıyordu, yarım saat önce asla tahmin edemeyeceği bir durumun içine girmişti. Korkuyordu. İçinden sürekli dua ediyordu.

“Konuşsana be adam! Konuşsana!”

İmam ne konuşacağını bilemiyordu. Aslında konuşurdu ama ölmek istemiyordu, karşısındakini nasıl tatmin edeceğini bilemiyordu.

Efruz’un yüzüne dikkatle baktı. Çatık kaşını, seğiren sol gözünü, hiç ak düşmemiş koyu siyah saçlarını, terlemiş alnını, alnındaki damarın belirişini, sakallarını inceledi. Gençti Efruz, tedirgindi ama aynı zamanda rahattı. Silahı tutuşu, istese bir insanı çok rahat öldürebileceğini gösteriyordu. Yine de tedirgindi. Bir şeyden korkuyordu ama korkusunun kaynağı neydi? Ölmekten korkmuyordu, yakalanmaktan korkmuyordu, belliydi, gözlerinde öyle bir korku yoktu.

“Bir cümleye ihtiyacım var. Bana yardımcı ol. Kurtuluşum senin elinde.”

“Ben seni nasıl kurtarayım? Neyden kurtaracağım ben seni?”

Efruz silahı imamın başına biraz daha yaklaştırdı. İmam ürperdi, korktuğunu belli etmek istemese de elinde değildi, titriyordu.

“Kalbim katı sanıyordum. Kötü bir adamım ben. Ama bir şey oldu. Vicdan azabı çekiyorum. Bu his gerçek, bu azap, bu acı. Gerçek hepsi, iliklerime kadar hissediyorum. Allah varmış imam efendi. Olmasaydı böyle bir acı çekmezdim. Ben, çekmezdim.”

İmam anlamıyordu. Beyni serseme dönmüştü. Efruz’un söylediği her şey anlamsız geliyordu. Yaşadığı olay anlamsız geliyordu. Ölmek istemiyordu. Daha otuz yaşına bile girmemişti. Hiçbir şey yaşamamıştı daha. İmam olalı bile iki sene olmuştu. Karambole ölecek miydi? Niye o? Niyeydi? Nasıl kurtulacaktı? Vicdandan bahsediyordu ama başına silah doğrultuyordu, eli tetikteydi, kalbinde acı olsa da eli tetikte olduktan sonra neye yarardı? Efruz ile göz göze geldi. Efruz ondan bir şey duymak istiyordu. Efruz’un ne yaşadığını bile bilmiyordu oysa. Daha da suskun kalıp sinirlendirmekten korktuğu için konuştu, daha doğrusu rastgele bir laf attı ortaya. Medresede mi duymuştu bunu?

“Sabah namazlarını kıl. Ama camide. Allah seni o gün günah işlemekten korur.”

İmam derin bir nefes aldı ve tuttu nefesini. Efruz’a dikti gözlerini. Ne olacağını bekliyordu.

Efruz imama baktı, gözlerini kıstı, anlamak ister gibiydi. Sonra elindeki silah gevşedi, arkaya doğru bir iki adım geriledi, gülmeye başladı.

“Siktir lan!”

SIFIR

Otopark silah seslerinin yankısı, küfürler ve kırılan araba camlarının şangırtısıyla dolmuştu. Aralıksızdı sesler. Gürültü, ölümden daha keskindi. Hemen girişte yerde iki güvenlik görevlisinin cesedi seriliydi. Efruz, bir Clio’nun arkasına pusmuştu. Otuz metre kadar ilerisinde de bir BMW’nin arkasında çatıştığı iki piç kurusu vardı. 

Yaklaşık on dakikadır çatışıyorlardı. Efruz için uzun bir süreydi. Efruz makineydi, öldürürdü, acımazdı ve ıskalamazdı. Efruz, hiç çocuk olmamıştı. Efruz hiç yaşamamıştı. Efruz öldürmüştü ve adına yaşamak demişti. Otuz yıllık ömrüne otuzdan fazla ceset sığdırmıştı. Azrail, Efruz’un silahının içinde yaşıyordu sanki. Karşısındaki adamlar piç kurusuydu da Efruz da neydi? Efruz, piç kurusunun hasıydı!

Otopark piç kurularından birinin bağırmasıyla bir kez daha yankılandı.

“Kaçış yok Efruz!”

Asıl yankı Efruz’un zihninde gerçekleşti ama. Kaçış yok Efruz! Efruz’un hayatını anlatan üç kelimeydi, tek bir cümleyle tarif edilebilirdi hayatı. İlk on bir yaşındayken duymuştu. Önce bakkaldan, sonra polisten, sonra ıslahevinde, sonra cezaevinde, sonra patrondan, sonra düşmandan, liste uzar giderdi. Hepsinden de kaçmıştı. Efruz, kaçardı. Efruz yakalanmazdı. Efruz için başarısızlık yoktu. Beyninde cümle hala yankılanıyordu ve yankıyı durdurmanın tek bir yolu vardı.

Efruz haykırarak fırladı ayağa, mermileri aralıksız yağdırdı üstlerine, şarjör boşalmadan öldü iki piç kurusu da. Efruz hızını alamadı, havaya ateş etti, yere ateş etti, arabalara ateş etti, rastgele ateş etti. Saymıştı. Tek bir mermi kalmıştı. O zaman durdu, piç kurularının yanına gitti. Ona bağıranı görmüştü, eğildi kulağına.

“Kendin için dedin ama farkında değildin. Farkında olmak önemli. Ne yaşadığını anlamayan insan yaşayamaz, ölür. Bunu sana öğretmediler mi lan orospu çocuğu?”

Kalkarken son kurşunu da az önce fısıldadığı kulağına sıktı. Üstüne kan sıçradı, silmedi.

Şimdi otoparktan çıkması gerekiyordu. Yakalanmadan. Yakalansa ne olurdu? Hiçbir şey. Akşama nezarethaneden alırlardı onu. Efruz dünyayı paranın ve taşağın yönettiğini çok genç yaşta öğrenmişti. 

Çıkışa doğru yöneldi. Adımları düzenliydi. Ama… Bir anda durdu. Önce yanlış gördüğünü sandı, doğru çıkma ihtimalinin verdiği korkuyla bakmadı bir süre. Beklemenin faydası yoktu. Çevirdi gözlerini. Baktı. Baktı ve gördü. Doğru görmüştü. Bacakları titredi. Başı döndü. Gözünden bir damla yaş süzüldü yanaklarına. Şaşırdı, korktu, heyecanlandı. İlk defa ağlamıştı. Kalbi göğsünden çıkacak gibi oldu. Dünya, ayaklarının altından kayıyor da Efruz’u tepetaklak ediyordu sanki. Bacaklarının dermanı kesildi, yere çöktü, daha doğrusu düştü. Gözünü alamadı ama yine de, kırpmadı bile. “Öldüm ben” dedi. “Öldüm.”

İKİ

Efruz kitaplara dalmıştı. İki raf vardı, alttaki rafın tamamı dolu değildi. Efruz eline bir kitap alıyor, karıştırıyor, bazen ilgisini çeken bir sayfayı okuyor, sonra geri yerine koyuyordu. 

İmam biraz rahatlamıştı. Efruz uzun zamandır kitaplarla meşguldü çünkü. Silahını da beline takmıştı. Yine de imam yerinden hiç kıpırdamamıştı, salonun tam ortasında, halının üstünde diz çökmüş vaziyetteydi.

“Sen bu kitapların hepsini okudun mu?”

Efruz yüzü kitaptayken sormuştu, yüzünü görmemek imam için iyiydi.

“Evet.”

“Daha fazla kitap olur sanıyordum.”

“Aslında fazla da hepsini getiremedim. Üç gün önce geldim ben buraya.”

“Memleket neresi?”

“İstanbul.”

Efruz, imama döndü. Şaşırmıştı. İmam tekrar korkuya kapıldı.

“İstanbul memleket mi olur? Aslen nerelisin?”

“Babam Konyalı ama ben hiç gitmedim. Doğma büyüme İstanbul.”

“İyi yapmışsın.Siktir et, gidip de ne yapacaksın? İstanbul’dan başka yaşanacak yer mi var?”

İmam suskunluğu tercih etti. Efruz kitapları bıraktı, geldi kanepeye oturdu, silahını tekrar eline aldı, elinde döndürmeye başladı.

“Kalk. Karşıma otur.”

İmam da tam karşısındaki kanepeye oturdu.

“Ya hoca sormayı unuttuk. Adın ne senin?”

“Feyruz.”

Efruz gülmeye başladı.

“Feyruz mu?”

Güldü, daha da güldü, daha da, daha da. Tutamadı gülmesini. İmam ne yapacağını yine bilemedi. Bir an önce bitsin istiyordu, Efruz gitsin ve bu işkence bitsin.

“Şimdi sabah namazı işini geç. Bana istediğimi veremiyorsun hoca. Başka bir şey soracağım. Gusül var ya, vücutta kir bırakmıyorsun falan.”

“Evet.”

“Vücudun dışında kir bırakmıyor, temizliyor orası tamam. Peki iç? İçi temizliyor mu?”

Feyruz ne yaşadığına anlam veremiyordu. Elinde silah, yüzü tedirgin ve korkutucu bir adam ve onunla dini sohbet gerçekleştiriyordu. 

“Temizler.”

“Nasıl?”

“Nasıl anlatsam… O bir ibadet. İbadet nazarıyla yapıldığı için gusül alan kişinin içi de temizlenir.”

“Kalbi?”

“Tabi, o da.”

“O zaman bir deneyelim. Gel benimle.”

“Gel mi? Nasıl? Nereye?”

“Nasıl nereye? Gusül alacağım, sen de bana anlatacaksın.”

“E anlatayım burada.”

“Olmaz. Tam yapacağız işi.”

“Ama öyle olmaz ki. Gusül dediğin banyo, bildiğin duş. Ben nasıl geleyim?”

“Niye? Bende olan sende de yok mu? Gel dedim. Hem doğru almam lazım.”

“Doğru alırsın. Çok kolay. Ağzını üç defa çalkalıyorsun, burnunu…”

“Lan gel!”

Efruz’un bir hışım ayağa fırlayıp silahını doğrultmasıyla Feyruz da yerinden zıpladı, ayağa kalktı, banyoya doğru yürüdüler. Feyruz ağlamak istedi, kaçıp kurtulmak istedi. Tam banyo kapısına gelmişlerdi ki aklına geldi ve şansını denemek istedi.

“Bak polisi ararım diye korkuyorsan aramam, söz veriyorum. Beklerim seni.”

“Niye korkayım? Polisi ararsan korkacak olan sensin. Polis gelene kadar ben seni öldürür, kaçarım.”

Banyoya girdiler. Efruz ışığı açtı, Feyruz titriyordu. Banyo temizdi, nizamlıydı da. Lavabonun üstünde bir raf vardı, rafta tıraş malzemeleri, diş fırçası, diş macunu ve bir tarak vardı, rafın üstünde de tertemiz bir ayna. Efruz perdeyi çekti, küvete baktı. Sonra Feyruz’a döndü.

“Tam böyle kal. Perdeyi çekmeyeceğim. Sen tarif edeceksin, ben de gusül alacağım.”

Feyruz ses çıkarmadı. Yaşadığı olayın gerçekliğine inanamıyordu. Birazdan uyanmayı ve rüya görmüş olmayı dilerdi. Efruz soyunmaya başlamıştı. Feyruz ise hala şaşkınlık, iğrenme ve korku içindeydi.

EKSİ BİR

On bir yaş. Çocukluk. Bakkal Rıfat. Efruz, arkadaşından öğrenmişti. Bakkala girersin, Rıfat kasadadır, çikolataların olduğu rafların önünde gezinirsin, Rıfat müşteriyle ilgilenirken ceplerini doldurursun, sonra sadece bir çikolatayı eline alır, parasını ödersin, çıkarsın. Temiz iş. Çocukken daha da temiz. Arkadaşı demişti: “Ben beş lirayla girerim bakkala, elli liralık alışveriş yaparım.” Efruz sevmişti. Bir gün oyunu bozmuştu, oyunbozanlık yapan bedelini öder. Rıfat dışardaydı. Paraların olduğu çekmece açık kalmıştı. Yakalanmamak mümkün değildi ama Efruz çocuktu işte. Çekmecelerden paraları doldurmaya başladı cebine. Rıfat demir paraların sesini duydu, içeri girdi ve Efruz’u gördü. Gördüğü gibi de küfürler saçarak tokadı yapıştırdı. Efruz korktu, karnına tekme attı Rıfat’ın ve kaçmaya başladı. Rıfat kovaladı, Efruz kaçtı. Soluk soluğaydı. Rıfat’tan kurtulacağından emindi, asıl derdi babasının öğrendiğinde ne yapacağıydı. Dert etmesine gerek kalmayacaktı ama. Efruz bir duvarın arkasına saklandı. Rıfat koşmayı bıraktı, bağırdı: “Kaçış yok Efruz! Yakalayacağım seni.” İşte o zaman, o meydan okumayı duyunca Efruz hınçla doldu. Eline bir taş aldı. Rıfat duvarların arkasına bakıyor, arıyordu. Efruz’un olduğu duvara geldi, göz göze geldikleri an Efruz taşı kafasına indirdi. Rıfat kısık sesle bir ah çekti, yere yığıldı. Nasıl oldu, ne ara oldu anlamadı Efruz. Önce insanlar toplandı, Efruz kaçamadı, sonra polisler geldi. Götürdüler Efruz’u. Akşamına annesiyle babası geldi emniyete. Annesi ağlıyordu. Babası öfkeliydi. Anlat dedi Efruz’a. Efruz anlattı. Çocuktu ama söyleyeceği hiçbir yalanın işe yaramayacağının farkındaydı. Babası hiçbir şey demedi. Annesi sarıldı Efruz’a, öptü, sarmaladı, kokladı, teselli edici sözler söyledi. Babası hiç konuşmadı, sarılmadı, öpmedi, sarmalamadı, koklamadı, teselli edici sözler söylemedi. Efruz da zaten babasını bir daha görmedi.

Islahevi. Suçlu bir sürü çocuk. Tek tük ürkek çocuk var, ses çıkarmayan, etliye sütlüye karışmayan. Ama çoğu fırlama. İlk başlarda çekingen olsalar da iki aya hepsi psikopat oluyor. Mecbur. Çünkü büyükler de var. Rıdvan var, Hakkı var, Süleyman var. Hepsi orospu çocuğu. Ergenliklerini kendilerinden yaşça küçük çocukların üzerinde yaşıyorlar. Duş zamanları özellikle. Her duş saatinde, duştan sonra günlerce ağlayan küçük çocuklar var. Çünkü Rıdvan, Hakkı ve Süleyman tam bir orospu çocuğu. Allahsız, kitapsız, acımasız, merhametsiz, sapık, ahlaksız. Akla gelebilecek her kötü sıfat onlarda vücut bulmuş. Islah olacakları falan da yok. Bir de gardiyanlar var. Gardiyanların içinde Nazım var. Bir de Selim. Nazım ile Selim, Rıdvanların büyümüş hali. Onlar olduğu sürece Rıdvan ve ekibi özgürler, istediği her şeyi yapabilirler. Çünkü tezgah kurulmuş. Rıdvan ve ekibi 18 yaşına girince cezaevine geçecek, o güne kadar Nazım ile Selim onları sömürecek. Onlara uyuşturucu bile sokacaklar, karşılığında da avantalarını alacaklar tabi. Duş saatlerinde olanlara karışmayacaklar çünkü Rıdvan ve ekibi nöbetçi oldukları gece Nazım ile Selim’in odasına gidecek. Sistem böyle işleyecek.

İşleyecek mi? Hayır. Hiçbir zaman ilelebet işlemez. Dünyanın kanunu bu. Biri çıkıntılık yapar veya piyango yanlış kişiye vurur. Sistemin çarkı zarar görür, o andan sonra da o çarka dahil olmuş herkes kapana kısılır. Bir kişinin başının yanması, yanlış hareket etmesi yeterlidir; dahil olan herkesin sonu olur. Piyango Efruz’a vurdu. Rıdvan, Efruz duştayken perdesini çekti bir anda. Efruz ilkin afalladı ama sonra mevzuya uyandı. Efruz, Rıdvan’ı ve avanelerini tanımıştı ama Rıdvan ve ekibi Efruz’u tanımıyordu. Aynı taktik. Efruz, Rıdvan’ın karnına tekme attı ve kaçtı. Koridorda koştu, merdivenlere yöneldi. Rıdvan hem avını kaçırmanın verdiği öfke hem de karnına yediği tekmenin -ki herkesin önünde yemişti- verdiği nefretle koştu arkasından. Yakalayacaktı. Bağırdı: “Kaçış yok Efruz!” O an oldu ne olduysa. Efruz’un aklına bakkal geldi, sonra da babası… Önce karnında bir ağrı belirdi, sonra göğsünü kaplayan bir sıcaklık, bacakları titredi. Kaçış rotasını değiştirdi. Alt kattan döndü, koğuşuna girdi. Rıdvan da arkasından geldi. Ama Efruz hızlıydı. Kaşla göz arasında dolabında zulaladığı çakıyı aldı, koğuşun girişindeki ranzanın üst katına çıktı, Rıdvan içeri girer girmez üstüne atladı. Yerde boğuştular ama kısa sürdü. Çünkü Efruz ilk fırsatta çakıyı Rıdvan’ın gözüne sokmuştu. Rıdvan çığlık attı. Efruz dinmedi, Rıdvan’ın üstündeki havluyu çekti, bağırdı, bütün çocukları topladı. Çocuklar kinle, Hakkı ile Süleyman ise korkuyla seyretti olanları. Efruz, Rıdvan’ın erkekliğini avucuna aldı, çakısıyla kafasını kesti, kopardı. Kan fışkırdı. Üstü başı kan oldu. Rıdvan çığlık bile atamadı, kıvrandı, titreyerek can verdi. Her şey çok kısa sürede gerçekleşti. Nazım ile Selim nöbetçiydi. Birlikte tutarlardı nöbetti. Çünkü çark… Koğuşa geldiklerinde neye uğradıklarını şaşırdılar. Selim kustu, Nazım sendeledi, ranzaya tutundu. Hakkı ile Süleyman onları görünce rahatladı ama kısa sürdü. Çünkü sanki anlaşmışlar gibi bütün çocuklar Nazım’ı, Selim’i, Hakkı’yı ve Süleyman’ı çevreledi, ortalarında kaldılar. Önce yalvardılar, sonra tehdit etmeye başladılar, işe yaramadı. Başlarında Efruz, bütün çocuklar, üstüne çullandılar, hepsinin elinde de çakı vardı. Koğuş kan gölüne döndü. Her şey bittikten sonra ıslahevinde alarm verildi. Çocuklar yargılandı, dağıtıldılar başka ıslahevlerine, ıslahevinde kurallar sıkılaştı. Çünkü eğer Nazım ile Selim orospu çocuğu olmasaydı, orospu çocuğu oldukları için rüşvete tamah etmeseydiler, rüşvete tamah etmedikleri için ıslahevine yasak hiçbir madde giremeyecek ve hiçbir çocukta da çakı olmayacaktı.

Aslında katliamdan önce de Efruz uslu duran bir çocuk değildi. Arada dövdüğü çocuklar oluyordu. Saldırıyordu bir anda. Kimse o çocukların neden dayak yediğini anlamıyordu. Çünkü Efruz babasının ziyaretine geldiği çocukları dövüyordu ve nedenini dile getirmiyordu. Şimdi zaten önemi yoktu. Katliam onca kavgayı unutturmuştu.

On sekiz yaş. Cezaevi. Efruz cezaevine gelmeden namı gelmişti. Koğuşuna girdi. Koğuşu on kişilikti. Gardiyan girerken eğer uslu durmazsa tek kişilik hücrede kalacağı yolunda tehdit etmişti. Efruz cinayeti çocukken işlememiş olsaydı zaten doğrudan tek kişilik hücreye girerdi. Tek kişilik hücreler kötüydü. Efruz tanımıştı o mahkumları. Kimseyle konuşmazlardı. Sesini hiç duymadığı insanlar vardı. Televizyon izler, sigara içerlerdi. Efruz’u ilk önce koğuş ağasına götürdüler. Ağa, Efruz’a iyi davrandı, sertliğini gizlemedi, patronun o olduğunu belli etti ama iyi de davrandı. Efruz sıradan bir mahkum değildi çünkü. Parası olup olmadığını sordu, yine adettendi, Efruz olmadığını söyledi, o zaman Ağa onu çaycı yaptı. Parası olmayan mahkum çalışırdı. Bitik durumda olanlar da vardı. Müebbet yemiş ve parasız. Onlar ağanın hizmetçisi olurdu. Çorabını yıkardı, hatta ayağından çorabını onlar çıkarırdı, bir de tabi yine duş olayı vardı. Ama burada Efruz için tehdit yoktu. Orada da devreye hizmetçiler girerdi. Parası olmayan mahkum hapishanede duman olurdu. Efruz ıslahevinde kalsa da hapse alışmakta zorlandı. Elli metrekarelik bir bahçe, sadece gökyüzü var sivile dair. Hastaneye gitsen yine görmezsin. Araçta parmaklıklı pencere, aradan iki parmak büyüklüğünde bir manzara. Ne güzel gelirdi onu görmek! Hemen yanda ıslahevi var. Bazen duvarın üstünden sigara atıyorlar çocuklara, onların sigara sokması yasak çünkü. Sevinç sesleri geliyor. Islahevinde sigaraya başlama yaşı dokuz. Giren başlar. Efruz iyi biliyor. Gardiyanlar sağlam burada, orospu çocuğu olan yok. Herkes işinde. Yemek olayına alışması da zor oluyor. Duvarda demirden bir kapı, küçük bir penceresi var, o açılıyor, yemeklerini alıyorlar, aşçıyı falan gördükleri yok çünkü onlar tehlikeli, çalışanlar için tehdit unsuru onlar, yemek biter, tabldotları bulaşıkçı yıkar. Bulaşıkçı halinden memnun, bu şekilde cebine üç kuruş para girer de kendisine çay, sigara alabilir. Efruz çaycı, bedava çay yok kimseye, ağaya da olsa parasını verecek, içerinin bir düzeni var çünkü. Düzen bir yerden delinir de su alınırsa gemi batar. Her zaman, her yerde böyledir. Bir gün Kerim geliyor, müebbetlik, kafayı yiyecek, bir şekilde yırtması lazım. Akıl veriyorlar, deli numarası yap. Akıl hastanesine sevki gerçekleşirse, güzel. Üç sene tedavi görür, sonra serbest. Bir kez deli raporu alana tekrar hapis yüzü yok. Ama nasıl? Soyun diyorlar, sabahki yoklamaya çıplak çık. Deli ol, denileni anlama. Aklına yatıyor. Sabah görüyorlar ki Kerim fikrin üstüne fikir katmış. Geceden kavanoz kavanoz bal yemiş, malı dikmiş havaya, yorganın altında bekliyor. Gardiyan sayım yapıyor, bir kişi eksik, Kerim. Çağırın diyor, mahkum gidiyor, geri geliyor, şaşkın, ürkmüş, siz bakın isterseniz diyor. Gardiyan gidiyor, yorganı kaldırıyor, Kerim çıplak, erkekliği havada, bir elinde de tencere kapağı. Erkekliğine vuruyor, ardından tencerenin kapağının ortasına dokunuyor ve bağırıyor: Düt düt! Gardiyan in diyor. Kerim anlamıyor. Gardiyan zorla indiriyor. Kerim kaçıyor. Kovalamaca. Kerim kaçtıkça aynı hareketi tekrarlıyor. Vur, sonra düt düt! Mahkumlar merakla olacakları izliyor. Başka gardiyanlar da geliyor. En sonunda yakalıyorlar, yere yatırıyorlar, vuruyorlar, Kerim yine aynı, düt düt! Bakıyorlar olacak gibi değil, koluna girip bodruma indiriyorlar. Tekme tokat dövüyorlar. Gardiyanlar kaçın kurası, anlıyorlar dümen olduğunu. Kerim sonunda pes ediyor. Kim verdi sana bu aklı? Ersan mı diyorlar. Fırıncı Ersan. Yok diyor, o kadar dayak yemiş ki ötüyor ama yanlış şekilde! Efruz diyor. Çünkü aklı verenin Murat olduğunu söylese Murat onu öldürür. Efruz daha çocuk. Kerim koğuşa, morluklar içinde, hala da çıplak, gardiyanlar bu kez Efruz’u alıyor, Efruz şaşkın ama kısa sürüyor, uyanıyor mevzuya. 

Bodruma iniyorlar. Oturtuyorlar sandalyeye. İki gardiyan. Sen bizimle taşak mı geçiyorsun lan? Hayır. Niye böyle bir akıl verdin? Ben vermedim. Bir de yalan söylüyor puşt! Tekmeler, tokatlar. Efruz’un burnundan kan geliyor. Efruz aynı dediğini tekrarlıyor. Yine dayak. En sonda, şişman olan yaklaşıyor Efruz’a, fısıldıyor. İtiraf edeceksin koçum, ıslahevine benzemez burası, sike sike söyleyeceksin. Anladın mı? Buradan kaçış yok. Duydun mu? Kaçış yok Efruz, itiraf edeceksin. Orada oluyor ne oluyorsa. Efruz’un damarları kabarıyor, alnı titriyor, sol gözü seğiriyor. Bağırıyor. Siktir lannn! Bir hışım kalkıyor. Önce şişman olanı. Boğuyor Efruz. Öbür gardiyan neye uğradıklarını anlamıyor ilkin. Sonra kendine geliyor, saldırıyor Efruz’a ama iş işten geçmiş. Efruz’un gözü dönmüş bir kere. Küçük bir arbede. Sonra Efruz baskın çıkıyor. Vurdukça vuruyor. Gardiyanın dermanı kalmıyor. Yere yığılıyor. O zaman Efruz gardiyanın kollarını yakalıyor, sürüklüyor, masanın yanına götürüyor, ağzını açıyor, masanın ucu ağzına gelecek şekilde yaslıyor gardiyanı ve arkasına geçiyor. Tekme atıyor. Gardiyan ölüyor. Çıkıyor odadan, bodrumdan yukarı çıkıyor, gardiyanların odasına geçiyor. Üstü kanlı. Onu gören gardiyanlar ayağa fırlıyor, pür dikkat. Efruz oturuyor sandalyeye. Gidin diyor, alın leşlerinizi, bana da hangi işlemi başlatacaksanız başlatın.

Yargılanma. Müebbet. Uzun uzun açıklıyor hakim. Efruz dinlemiyor. Rakamın ne önemi var? Nakil. Bu kez tek kişilik hücre. Efruz kimseyle konuşmuyor. Yemek yiyor, televizyon seyrediyor, uyuyor. Günler nasıl geçiyor, farkında bile değil. Kaç gün geçti, kaç hafta, kaç ay, belki de yıl, farkında değil. Bir gün gardiyan geliyor, ziyaretçin var diyor ama başka yerde diyor, benimle geleceksin. Müdürün odasına götürüyor. Takım elbiseli bir adam. Yüzünden, bakışından, tavrından belli, ağır top. Serbest kalmak ister misin diyor. Efruz fark etmez diyor, bilmem ki. Adam gülüyor. Ruhsuz ibne diyor, tam bana göresin. Git eşyalarını hazırla. Efruz anlamıyor, müdüre bakıyor, müdür kaş göz işaretiyle onaylıyor sadece, konuşmuyor. Adam Efruz’u götürüyor. Efruz anlamıyor, soruyor. Adam, oğlum diyor, sen artık memur çocuğu değilsin, benim adamımsın, kanun yargı adalet tüzük cart curt ne sikimse onlar oranın işleri, bizim onlarla işimiz yok. Zaten öldürüyorsun, hapis yatacağına artık benim için öldüreceksin, özgürlüğü tadacaksın. Parayı falan düşünme. Sadece soru sorma, yeter. Efruz tamam diyor, fark etmez. Zamanla seviyor da bu hayatı. İlk günün akşamında adam ona bir haber gösteriyor. Onun hapishanesi. Kavga çıkmış, iki grup birbirine girmiş, üç kişi ölmüş, ölenlerden biri Efruz. Adam gülüyor, Efruz soğuk ama tuhaf bir rahatlama hissi de geliyor. Adam söylüyor, Efruz öldürüyor. Kimi öldürdüğüne bakmıyor. Çünkü diyor ben hiç çocuk olmadım. Ben çocuktum, öldürmek için vurmadım, beni cehenneme koydular, katilsin dediler, cehennemde yaşamak için katil olmak gerekiyor, cehennemde çocuklara yer yok çünkü, orası katillerin yeri suçluların, o zaman Efruz da katil oluyor, suçlu oluyor. Efruz öldürüyor. Çocuk olsaydım öldürmezdim diyor hep. Babasını hatırlıyor, hiç unutmuyor. En çok babasını suçluyor. En çok diyor, babam izin vermedi çocuk olmama. 

ÜÇ

Gece tazeliğini koruyordu. Tek tük baykuş sesleri geliyordu.Mezarlık ıssızdı. Açılmış bir mezar vardı, içinde de imam, Feyruz. Feyruz ağlıyordu. Suçu yoktu, korkuyordu, isyan etmek istiyordu. Keşke sadece medresede büyümeseydim diyordu içinden, karşı koyacak gücüm ve cesaretim olsaydı keşke, diyordu. Ama yoktu. Yapamıyordu. Dövüşmek de bir beceri istiyordu. Feyruz’un hayatı boyunca kavgayla hiç işi olmamıştı.

Efruz mezarın başındaydı, bir sigara yakmıştı, diğer elinde silahı vardı, oturuyor, Feyruz’a bakıyordu. Hemen yanında gelişigüzel atılmış çapa ile kürek vardı.

“Gusül de işe yaramadı hoca. İçim temizlenmedi. Kötü hissediyorum hala.”

İmam çıldıracaktı. Ağlamasına engel olamıyordu.

“O öyle bir şey değil. Bunun için mi öldüreceksin beni? Yapma! Ben sana ne yaptım?”

“Bunun için öldürmeyeceğim. Ölmek üzere olan çok adam gördüm hoca, korkan adamlar, yalvaran yakaran adamlar. Senin yüzünün onlardan bir farkı yok. Niye?”

“Nasıl niye? Aynı durumdayız. Ölmekten herkes aynı korkar.”

“Niye ama? Sen ahirete inanmıyor musun? Allah’a kavuşacağına inanmıyor musun? Niye onlarla aynı korkuyorsun?”

İmam afalladı, beklemiyordu. Kimdi bu adam? Nasıl konuşuyordu? Neden böyle konuşuyordu? Ne demesi gerekiyordu?

“Kimsin sen?”

“Efruz.”

“Onu sormuyorum. Kimsin? Ne yapmaya çalışıyorsun? Neden böyle sorular soruyorsun bana?”

“Ben on bir yaşındayken annem beni camiye göndermişti. Yaz tatilinde, oluyor ya hani. Kuran’a geçmiştim.”

“Ee? Sonra?”

“Sonra bitti.”

“Nasıl? Niye?”

“Birini öldürdüm?”

“On bir yaşında birini mi öldürdün sen?”

İmamın sesi o kadar yüksek çıkmıştı ki kendisi de şaşırmıştı. Sonra daha da korktu, Efruz’un sinirleneceğini düşündü.

“Evet. İnanasın gelmiyor dimi? Ama oluyor. İnsanlar neler yaşıyor bir bilsen. Kendi evinizin önünden başka hiçbir hayat bilmiyorsunuz. Hayat herkese umduğunu vermiyor. On bir yaşındayken öğretmen olmak istiyordum, sonra katil oldum. O zamanlar öğretmenler her şeyi biliyor gibi gelirdi bana. Bir de imamlar. Son yaz tatilini hatırlıyorum. Camide, ne sorsak anlatırdı imam. Pek öyle değilmiş ama sanki.”

“Çıkar beni buradan. Konuşalım seninle. Yeniden eve gidelim. Her şeyin telafisi vardır.”

“Her şeyin telafisi yoktur hoca. Her şeyin mantıklı bir açıklaması yoktur. Her şeyin haklı bir gerekçesi yoktur. Keşke olsa.”

Sustular. Baykuşların ötüşünü dinlediler. Gece ıssızdı ama kendine has bir gürültüsü vardı. Sadece göründüğü kadar ürkütücü değildi. Geceydi ama gürültü ürkütücü değildi. Tuhaftı.

Efruz mezarın içine, hocanın karnına bir dal sigara fırlattı, bir de çakmak. İmam sigarayı aldı, yaktı. Umutlandı. 

“Sadece askerler mi şehit olur hoca?”

“Hayır.”

“Masum yere öldürülenler de şehit olur mu?”

İmam yine korkmaya başladı. Bir gecede on yıl yaşamış gibiydi.

“Evet.”

“Şehitlik senin inancında en yüksek mertebe değil mi?”

“Öyle.”

“Ben seni öldürsem şehit olacaksın yani.”

“E… evet.”

“E öldüreyim şehit ol o zaman.”

“Ne? Nasıl?”

“İstemiyorsun. Nasıl oluyor bu iş? Ben seni öldürsem sana kötülük yapmış olurum. Ama sen şehit olacaksın, en yüksek mertebeye kavuşacaksın, bu da senin için aslında çok güzel bir şey olacak. Yani aslında sana bir iyilik yapmış olmayacak mıyım? Ama suçlu oluyorum. Sana hayatın boyunca kimsenin yapamayacağı bir iyiliği yaptığım için neden suçlu oluyorum?”

EKSİ İKİ

Efruz çömeldiği yerden kalktı, bacaklarını kastı, sıktı, gücünü toparlamaya çalıştı. Bir gayretle derin nefeslerle ayağa kalktı, arabaya yaklaştı. Bir anne, bir çocuk, ki çocuk dokuz on yaşlarında, bir de bebek, kanlar içindeydi. Öldürmüştü Efsun. Arabanın içinde ne yapıyorlardı? Babalarını mı bekliyorlardı? Görmüşlerdi, belki de ne olduğunu anlayamadan isabet etmişti kurşun. Üçü de ölmüştü.

Zihnini kontrol edemiyordu. Çocuğun yerinde sürekli kendisini görüyordu. O da tıpkı bu çocuğun yaşlarındaydı. Ama arada fark vardı! Efruz öldürendi o yaştayken, bu çocuk ile ölendi ve katil yine Efruz’du! Çocukluğunu elinden aldıkları için hayat boyu nefretle yaşayan Efruz, kendisi gibi bir çocuğun hayatını elinden almıştı. Üstelik bir de bebek vardı! O hiç yaşamamıştı. Yaşam ne öğrenmemişti, bilmemişti, annesinden başka hiçbir şey öğrenmemişti. 

Şimdi neye sığınacaktı? Onun çocukluğunu ellerinden almalarının ne önemi vardı artık? Aynısını o da yapmıştı. Elleri titriyordu, silah elinden düştü, apar topar aldı silahı yerden, beline soktu. Kustu. Kustu, kustu, midesinde hiçbir şey kalmadı, daha da öğürdü, hiçbir şey çıkmadı, ayaklanmadı, öğürdü, keşke göğsü de çıksaydı içinden, kalbi çıksaydı da böyle hissetmeseydi ama çıkmadı, öğürdü ve boş, hiçbir şey çıkmadı, midesinde ne varsa çıktı ama kalbi çıkmadı.

Hiç böyle hissetmemişti. Korktu. Üzüldü. Ağlayamadı. Gözünden tek bir damla yaş bile çıkmadı. Canı daha da acıdı. Ağlayabilseydi belki böyle acı çekmezdi, acı bu kadar şiddetli olmazdı belki. Ama ağlayamadı. Gözyaşları içine içine aktı, ağlayamadıkça göğsündeki yumru büyüdü, bir ağırlık çöktü, gözleri karardı. Arabaya tutundu da yere düşmekten son anda kurtuldu.

Kapıyı açtı. Çocuğun yüzüne dokundu. Kan sıcaktı. Çocuğun yüzü sıcaktı. Eli yandı, öyle yandı ki istem dışı çekti elini. Cehennem böyle bir şey mi acaba diye düşündü. Ve fark etti. O güne kadar cehennemi hiç düşünmemişti. Demek ki böyle oluyordu. Vicdanını bastıran insanlar cehennemi unutuyordu, vicdan açığa çıktığı an cehennem de hafızanın dehlizlerinden gün yüzüne çıkıyordu. 

Çocuğun annesiyle göz göze geldi. Kadın ölmüştü ama gözleri açıktı. Gözlerinde annesinin bakışını gördü. İlk gece, emniyetteyken daha, Efruz’a sarılıp ağlarken sanki böyle bakmıştı. Dünyanın bütün anneleri aynı mı bakardı çocuğuna? Bebeğinin karnındaydı eli, sımsıkıydı, ayırmak istedi ama ayıramadı Efruz, ölüsü bile terk etmedi çocuğunu. Kadının gözlerine bakamadı, bakmak istemedi, sonra baktı bir an, hafif, göz ucuyla, annesinin gözlerini görünce korktu, geri çekildi, arabanın dışına attı kendini. 

Bir sigara yaktı. İlk nefes acı geldi, attı sigarayı yere, üzerine basarak söndürdü. Hayatında ilk defa yaktığı bir dalı içmeden söndürdü. Ne yapacaktı şimdi? Nereye baksa önce öldürdüğü çocuğu, sonra kendi çocukluğunu görüyordu. Unutmuştu. Görüntüler birbiri ardına işgal ediyordu zihnini, gözlerini, hayalini, aklını. Islahevi. Rıdvan. Nazım. Çakılar. Duş. Bakkal. Elinde taş var sandı, elini boşluğa doğru sallayınca anladı olmadığını, yine de tatmin olmadı. Taş elindeydi sanki, atması gerekiyordu ama olmadığı için atamıyordu. Atamayınca da elindeki ağırlık geçmiyordu. Eli ağırlaştı. Taş her saniye daha da ağırlaştı. Atmaya çalıştı. Elini salladı, pantolonuna sürdü, olmadı. Taş gitmedi. Keşke taşı görebilseydi! Görebilseydi ve bu kez kendi başına geçirebilseydi! 

Döndü. Karşısına başka bir araba çıktı. Arabanın sol arka camında kendisini gördü. Yüzü, on bir yaş haliydi. Camı kırmak istedi. Silahıyla vurmaya yeltendi, vazgeçti. Sol eliyle kıracaktı. Sol elindeki taşı atacaktı. Elini cama doğru savurdu. Cam kırıldı! Çünkü taş oradaydı! Göremese de oradaydı!

DÖRT

Sabah namazı için cemaat toplanmıştı. Feyruz cübbesini giydi, öne geçti. Arkasında bir saf dolmamıştı. On bir kişi vardı. Cemaatin anlam veremediği, birbirine ima dolu gözlerle gösterdiği bir görüntü vardı. Secde yerinde bir taş. Karşısında Efruz. İmam olmaz demişti ama Efruz olacak demişti. İmam mecbur kabul etmişti. Bir şey okumana gerek yok demişti, bizim yaptığımızı yap yeter.

Cemaat taşı da taşın başındaki adamı da merak etmişti ama soramıyorlardı. Adamın yüzü korkutucuydu, üstelik yabancıydı. Sonunda vazgeçtiler, meraklarını bastırmayı seçtiler. Öyle ya, belki de manevi bir anlamı vardı, bilinmezdi ki, belki de adam Allah’ın aklın almayacağı sırlı kullarından biriydi!

Namaz başladı. Secdeye gidildiğinde Efruz taşı hissetti. İlk secdede hissedince cezbeye geldi. Diğer secdelerde daha sert kapandı yere. Taş başına vurdu, sertti, acıydı, aldırmadı, iyi geldi. Alnında kan peyda oldu, abdesti bozulmuş muydu? İlgilenmedi. 

Namaz bittiğinde cemaat selam verdi, gitti. Zaten uykuluydular. İmam mahfile girince Efruz da arkasından seğirtti. 

“Şimdi ne olacak? İsteğin oldu.”

“Bir şey olmayacak. Devam edeceğiz.”

“Nasıl?”

“Seninle yaşayacağım.”

“Ne olur bırak beni! Kimseye bir şey anlatmam. Bak cemaat gördü, şimdi bir şey demediler ama biraz zaman geçince dedikodular başlar.”

“Akrabam dersin.”

“Taşa secde ediyorsun, kan içinde kılıyorsun namazı. Sormayacaklar mı?”

“Çıkar cübbeni de gidelim.”

İmam denileni yaptı. Camiden çıktılar. Hava aydınlanacaktı artık. Yavaş tempoda yürüyüş tutturdular. İmam tedirgindi, emindi, bu gece on yıl yaşamıştı o, ömründen en az on yıl geçmişti. Efruz’a baktı ara ara, o da tedirgindi, o da ne yapacağını bilemez gibiydi. Anlayamıyordu. Kimdi, ne istiyordu, ne amaçlıyordu, hikayesi neydi? Anlayamıyordu, soramıyordu da. Korkuyordu. İçten içe bir gün onu öldüreceğini düşünüyordu, ölecekti, bu psikopatın elinde genç yaşta ölecekti.

“Hızır, çocuğu neden öldürdü hoca?”

“Büyüyünce asi olacaktı.”

“Neye göre ama? Büyüyünce asi olan onca insan var. Onlar neden yaşadı da o çocuk öldü? Ayrıca öldürülürken çocuktu, daha asi olmamıştı. Hızır neden günaha girmedi?”

“Bilmiyorum.”

“Niye? Bilmen gerekmez mi?”

“Gerekir.”

“Öğren o zaman.”

Feyruz sinirden bayılacaktı, sinirini içinde yaşamaktan. Keşke cesur olabilseydi. Kaybedecek neyi vardı ki? Zaten esirdi. Bağırsaydı, saldırsaydı, vursaydı. Ama silahı vardı. Feyruz’un silahı yoktu, üstelik olsa da kullanmayı bilmiyordu. Hayatı boyunca sadece askerde eline silah almıştı, o da bir gündü, hatta bir gün de sayılmazdı, birkaç saatti. Nereye kadar gidecekti böyle? Nasıl bir son bekliyordu? Öldürecekti, ondan emindi ama ne zaman? Belirsizlik ve korku ile daha ne kadar yaşayacaktı? Namazdan bile bir şey anlamamıştı. Hangi sureyi okuduğunu hatırlamıyordu bile. 

Efruz bir sigara yaktı. Feyruz’a da uzattı. Feyruz yaktı, reddetmeye korkuyordu. 

“Ne yapacağız? Ne istiyorsun?”

“Ne yapalım?”

“Serbest bırak beni.”

“O kadar itici miyim? Kurtulmak mı istiyorsun benden?”

“Ben sadece sıradan, basit yaşamımı istiyorum.”

“Sıradan, basit bir yaşam yok hoca. Akışına bırak. Hem belli mi olur, önümüzdeki kurban beni kesersin belki!”

Feyruz ironi yapıp yapmadığını düşündü. Anlamaya çalıştı. Psikopattı bu adam, ciddi olabilir miydi?

“Sürekli öldüren bir katil öldürülmekten korkmaz hoca. Ama ölmekten korkar yine de. Öldürülmek dışındaki her ihtimal onu korkutur. Çünkü bilir, ummadığı şekilde gelecektir.”

“Ve ummadığı zamanda gelecektir. Bak, ben böyle bir gece geçireceğimi hiç ummazdım. Ama geçirdim. Ölüm, bela, imtihan… Burası dünya. Burası böyle bir yer. Bundan kaçış yok Efruz.”

Efruz öyle bir hışımla döndü ki Feyruz’a, Feyruz söylediklerinin idrakine o vakit vardı. Nasıl bir cesaretle konuşmuştu? Öldürecek miydi? Efruz’un gözleri kırmızıydı, sol gözü seğiriyordu, dudakları titriyordu.

“Siktir lan. Siktir lan hoca, siktir!”

Efruz başını iki elinin arasına aldı, kendi etrafında dönmeye başladı. Döndükçe aynı küfrü tekrarlıyordu. Feyruz olduğu yerde put gibi kaldı, akıbetini beklemeye koyuldu. Efruz koca bir çığlık attı, silahını çıkardı, Feyruz’un ağzına soktu.

Tetiği çekecekken…Tetiği çekeceği anda gördü. Feyruz gitmişti. Karşısında çocukluğu vardı. Kendi ağzındaydı silah, on bir yaşındaki Efruz’un ağzındaydı. Sonra değişti. Öldürdüğü çocuk oldu, silah şimdi arabadaki cesedin ağzındaydı. Yüz hep değişti, bir Efruz oldu bir ölen çocuk. Efruz’un başı döndü. Feyruz gözlerini kapatmış, içinden dua ediyordu, az daha öldürmese korkudan ölecekti zaten. Sonra silah çekildi ağzından. Feyruz gözlerini açtı, Efruz yere bakıyordu.

“Git hoca. Evine git.”

BEŞ

Dar bir sokak arası. Sıvası dökülmüş apartmanların tam ortası. Silah sesine kaçışan insanlar. Bir kişi simit arabasının arkasında, bir kişi apartman girişinde duvara dayanmış. Bir de Efruz. O da çarprazda bir apartmanın girişinde. Kesilmeyen silah sesleri. Arada bağırışlar, küfürler, tehditler. Ölümün soğuk soluğu. Azrail sokağın hemen girişinde bekliyor, avını bekleyen iştahlı bir aslan gibi.

Efruz’un aklına annesi geliyor. Hapisten çıktıktan sonra üç kez gördüğü annesi. Uzaktan, izliyor annesini. Annesi birinde çamaşır seriyor, birinde alışverişten dönüyor, iki elinde iki poşet, yorulmuş, arada durup soluklanıyor, birinde de balkona oturmuş, çay içiyor. Efruz anlıyor, annesi hep oğlunu düşünüyor, annesinin gözleri hep buğulu, yüzü hep dalgın, Efruz anlıyor çünkü annesinin de sol gözü hep seğiriyor. Sadece üç defa. Dördüncüde annesini görmeden babasını görüyor, eli ayağı titremeye başlıyor, uzaklaşıyor hemen, bir daha da gitmiyor. Babasını görmemek için, annesini de bir daha görmüyor. 

Azrail sokağın girişinde bekliyor, leşini bekleyen akbaba gibi. Öbür iki adam görmüyor Azrail’i, Efruz görüyor. Günlerdir ölen çocuk ve kendi on bir yaşı hariç gördüğü ilk yüz o. Nereye baksa çocuklar. İki çocuk onun kaderinin üstünü çiziyor. Ateş ettiği her noktada iki çocuğu vuruyor Efruz. Kimse fark etmiyor. Öyle böyle yaşadım diyor Efruz, ben de bir hayat yaşadım. Öldüğümde ne olursa olsun, ölürsem akıbetim ne olursa olsun, bir daha gelmem ben bu dünyaya, diyor. 

O iki adamı asla vuramayacağını biliyor. Nereye baksa o iki çocuğu görüyor çünkü ve o yüzden ateş etmek istemiyor. Bulduğu ilk boşluğa sıkıyor, çocukların olmadığı noktalara sıkıyor, yine de çocukları vuruyor. Kendi on bir yaşı delik deşik oluyor mermiden, arabada ölen çocuk delik deşik oluyor. Anlıyor ki Efruz, kaçış yok. Anladığı için giriyor sokağa zaten, Azrail’i gördüğü anda anlıyor. Kaçış yok bu kez. Kaç ke görmüştü Azrail’i, kaç kez girmişti yine de, kaç kez öldürmüştü Azrail’i. Bu kez kaçış yok. O iki adamı asla vuramayacak. 

Ki vuramıyor da. Çünkü vuruluyor. Omuzundan yiyor kurşunu. Sendeliyor. Bir kurşun daha. Şimdi göğsüne. Yere yığılıyor. O iki adam geliyorlar başına Efruz’un. Çocuklar gitmiş, ilk kez adamların yüzünü görüyor. Hayret diyor, hiç de orospu çocuğuna benzer halleri yok. Adamlar silahını bir kez daha doğrultuyor Efruz’a, bütün mermileri boşaltıyorlar, Efruz’un gövdesinde kurşunun değmediği tek yer kalmıyor.

Efruz’un gözlerini kapatmasıyla görmesi bir oluyor. Azrail harekete geçiyor. O an fark ediyor Efruz, Azrail bir tane değilmiş, meğer sokağın iki ucunda da varmış, ikisi de aynı anda atarak adımını geliyorlar. Yaklaştıkça yüzlerini seçiyor Efruz. Biri on bir yaş hali, diğer arabada ölen çocuk. Geliyorlar. Aynı anda uzatıyorlar ellerini. Efruz bir eliyle on bir yaş halini, diğer eliyle arabada ölen çocuğu tutuyor. Gidiyorlar. Cehenneme mi? Zaten oradaydı ki!



YASİN

1994, Balıkesir doğumlu. Ulusal bir gazetede iki buçuk sene köşe yazarlığı yaptı. Cins dergi ve dünyabizim’de düşünce yazıları; Postöykü, Çıvgın ve Ruhsatsız dergilerinde öyküleri yayınlandı. Tasavvuf üzerine atölyeler, internet ve TV programları gerçekleştirdi.
Eserleri:Kimse Bana Nesne Demez (Akıl Fikir Yayınları, 2021)Osman Gazi (Mecaz Yayınları, 2021)Yasak Elmanın Cazibesi: Felsefi ve Dini Bağlamda Günah Üzerine Cüretkâr Bir Sorgulama (Lejand Yayınları, 2022)Çatlaklar ve Kusurlar Sayesinde (Fabrik Kitap, 2023)

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları