Menu
HÜZZAM MAKAMINDA TİTRER UDUN NOTAYA DÖNEN ARA NAĞMELERİ
Öykü • HÜZZAM MAKAMINDA TİTRER UDUN NOTAYA DÖNEN ARA NAĞMELERİ

HÜZZAM MAKAMINDA TİTRER UDUN NOTAYA DÖNEN ARA NAĞMELERİ



“Hay Allah!...


Atık yazamıyorum…

Yaratan Sensin!...” derken Mücella çaresizdi.

İçten içe ve sessizce bir hüznü yaşıyordu. İçinde bin bir duygu kaynamaya başlamış onunla hesaplaşıyordu adeta. Ama kavga değil bu. Fırtına hiç değil… Peki de bu nasıl bir hesaplaşmaydı ve nasıl ifade edilebilirdi?..

Nasıl dökülürdü sadırdan satıra?..

Eskiden dinmeyen bir fırtınaydı bir türlü sükun bulmayan…

Oysa şimdi sükûn bulmuştu fakat derununda yaşadığı bu hüzün de neydi böyle?

Bir şeylerin idrakinin ya bir iç hesaplaşmasının vicdandaki aksimiydi yoksa?..

Beyaz sahifeye önce bu cümleler döküldü… Mürekkep donmuş diye düşünürken aslında bir sayfa daha yazılıyordu kendiliğinden…

 “ -Akmıyor gönül Mürekkebim. Dondu buz tuttu yüreğimle birlikte sanki… Boğazında düğümleniyor kelimelerim.

Yüreğimde adeta kanayan bir sızı, inceden inceye çörekleniyor…

Sanki ölmek üzere sessizce can çekişen, ama ölmemek için direnen bir şey var ki yüreğimi derinden derine etkileyen...İfadesi ne zor bir duygu bu…

Hayır hayır! Yazamıyorum değil yazdırılmıyorum diyeceksin Mücella!..

Zira yapıyorum ediyorum vb sözler,hep cüzi iradenin emaresi!..

Oysa yaptırılıyor ya da işletiliyoruz… Ya da işletilmiyoruz diyeceksin. Zira hepsi haktan!..

“Ey insanoğlu sen nesin ve ne verebilirsin ki Rabba?..

Zaten varlık vermişsin beden denilen kaba” diye bir nefes gönlüme tercüman olup konuşuyor benimle…  Yine bir başka nefesten mülhem “Kil kitlesi kaç vazoya olur mezar anla da öyle bakıver hakikatine…” diye yankı veriyor kanayan gönlümde…

Yıllardır beden kafesinde tutsak bir kuş kanat çırpmada… Çok ırak menzilleri yakın kılmak istercesine… Adeta Miraca teşne bir ruhun uçmak için kanat çırpışları misali… Hem Miraca özlem duyan, hemse henüz zincirlerini kıramamış, hakikatini bilememiş bir ruhun sessiz hıçkırıkları… Hakikate susamış bir yüreğin susuzluğu… Henüz hakikati layıkıyla idrak edemeyişin tarifsiz acısı… Bir dostun suratına çarpan acı itirafları gibi…

Mücella’nın mürekkebinden, mülhem damlalar harf kalıbına dönüyordu şimdi:

Ten kafesinde bir can var lakin henüz tanıyamamış ruhani ikizini…

Aşk dolu bir yürek var lakin henüz yaşamamış ruhani şölenini…

Ötelerin kokusunu özleyen bir burun var lakin henüz Yakup olup da alamamış ötelerin kokusunu…

Hala sükût orucunu tutamamış; ehl-i dil olamamış biri var; “Sen sus ki dili veren konuşsun!” sırrını kendince idrak ettiği halde susturamamış henüz nefsinin o müvesvis sesini…

Diri olmak isteyen bir can var lakin henüz dirilememiş hakikat âlemine...

Ne zor bir çiledir can-ı gönülden bin bir duayla dilerken yine de söz geçirememek nefse…

Dirilememek hakikate… Erememek vuslata…

***

Mücella bu düşüncelerle dolup dolup akarken, radyoda çalan bir melodinin sözlerine dikkat kesildi birden… Kalemi bir an durdu zira o şarkıydı hislerime o anda tercüman:

 “ Küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden bütün hatalarım,

Öğünmem bu yüzden, bu yüzden kendimi önemli zannetmem…

Küçüğüm daha çok küçüğüm, bu yüzden bütün saçmalamam,

Yenilmem bu yüzden, bu yüzden kendime hala güvensizliğim.

Ne kadar az yol almışım, ne kadar az yolun başındaymışım meğer…

Elimde yalandan kocaman rengârenk oyuncak zaferler…

Küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden bütün korkularım…

Gururum bu yüzden bu yüzden çocuk gibi korunmasızlığım…

Küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden sonsuz endişem…

Savunmam bu yüzden, bu yüzden bir küçük iz bırakmak için didinmem.”

 

Bu şarkıyla birlikte farklı bir düşünce seli doldu gönlüne…

Neydi bu insanların ille de görünür olmaya çalışma derdi… Bak kâinata!

Yaradan kendini nasıl da setrediyor, gizliyor. Sende bu ahlak ile edeplenmelisin Mücella! Oku evreni… Kâinat kitabını… Okumayı bilirsen bir şarkı sözü bile seni nerelere taşır bak! Sen sus ki gönlün konuşsun! Sana dili veren konuşsun.

Mücevherler hep kılıfta saklanır…

Hiç korunmayan bir mücevher gördün mü sen?

İdrak et ne kadar küçük olduğunu; bunca varlık gösterişlerin küçük oluşundan kaynaklandığını… 

Bunca direnmenin bu yüzden olduğunu idrak edip de hakkıyla yaşayamamanın hüznü meğer ne zor çileymiş…

Ne kadar yürürsen yürü, bir arpa boyu ancak yol aldığını, daha yolun başında olduğunun idraki ne kadar içlibir yürek yarasıymış..

Mekânla bütünleşirsek eğer, bütünlenir mi ki ruhum diğer yanımla?

Böylesine yanarken nayın diner mi yürek sızısı?

Sazlıktan kopmuşluğuna… Vuslata erememişliğine yanışı biter mi?

Sen ki Mücella, kuyularda Yusuf idin, Aşk pençesinde Züleyha… Tuva’da Musa idin, İncir Ağacının yanı başında Buda… Hıra’da  Ahmed idin, Kudüs’teMeryem… Bunların her biri birer tasavvur, bir parça idrak yolculuğu  belki de hadisattan çıkardığın zevk kendince… Lakin her yeni bilgide eskisinden daha fazla aczinin idrakiyle bir parça daha küçüldüğünün farkında olma demiyle ve dahi bunun hüznüyle…

Artık sessiz hıçkırıkların var Mücella. Ama hıçkırığını dindiren yok. Başını yaslayıp nefsinin ağlayışlarını dindiren bir omuz yok. Eskisi kadar buğulanmasa da gözlerin şimdi içten içe akar hüznün ılık gözyaşları…

Sus artık ağlama ve yeniden idrak et!

Neyi bildiğimizi düşünürsek düşünelim hakikati bilmiyorsak hiçbir şeyi bilmiyoruz demektir.

Neyi okursak okuyalım hakikati okumuyorsak ümmiyiz demektir.

Neyi yazarsak yazalım hakikati yazmıyorsak kaleme sahip değiliz demektir.

Neyi söylersek söyleyelim hakikati söylemiyorsak dilsiziz demektir…

Neye bakıyorsak bakalım hakikati göremiyorsak amayız/körüz demektir…

Bir şeyde varlık iddia ediyorsak eğer, aslında yokuz demektir.

Biz susup da bozulmamış vicdanımız konuşuyorsa diriyiz demektir.

Yoksa “Ölü Canlarız”, hakikatte hiç dirilemeyen….

Ey Mücella,

Hiçliğini idrak ettiysen artık sen O’nunla varsın ve dirisin demektir.

Ağlıyorsan, anlıyorsun demektir…

Hüzün duyuyorsan hala senden ümit kesilmemiş demektir.

Arıyorsan ümid et!..

Daha O ezel sultanı senden ümid kesmemiş demektir ve gülümse buna ve hamdet!

Bu ümide muhtaçsın çünkü.

Seni çok seviyorum sadık dost!.. Beni unutmadın bir lahza dahi.

Bir an dahi başıboş bırakmadın ki ne beni ne de başkalarını...

Sana yarattıkların adedince şükür ve kâinattaki zerreler adedince de hamd olsun!

Yazamasam bile, Hüzzam Makamıyla Titreyen Udumun notaya dönen ara nağmelerinden melodimi sen üflüyor, sahifeyi sen dolduruyorsun inayetinle…

Bu satırları karalarken Sevda’dan telefon geldi.

Alo Mücella!

Efemdim canım.

“-Yazı hazır mı baskıya yetişecek biliyorsun!.. Merak ettim de… Zira geçen konuşmamızda bir türlü yazamaz oldum bu aralar diyordun… Vakit oldukça daraldı. Biliyorsun yeni yılda yeniyazılar gerek. Geçen gün düne ait… Şimdi yeni şeyler söylemek lazım der ya Mevlana…

Mücella: “Hım. Çok edibane konuştun doğrusu”, diyerek gülümsedi ve sonrada

“Evet, yazı nihayet hazır Sevda’cığım ama senin nasıl bulacağını bilemiyorum. Budur benim sazlıktan kopmuş neyin, gönül uduma mızrapla vuruşlarımın nağmelerinden notaya dökülen… Bunlardır bir nefes misali, kurumuş sandığım mürekkepten satırlarıma süzülen!...Ben sevdim Sevda’cığım hem bu yazıyı, hem de kendiliğinden süzülen her yazıyı… Zira o bize rağmen ne bizden tam bağımsız,  ne de bizim irademizle satırlara dökülendir.

Yani o hem bize rağmen ortaya çıkan, hem bizden bir parça…

Ne o yazı benimdir diyebilirim. Ne de o benim dışımdadır diyebilirim.

İşte öyle bir hal…

Sevda:

“ - Hay Allah merak ettim şimdi yazıyı hakikaten!... Sen şimdi ne demek istedin bir ay düşünürüm yine ben!” , diyerek gülümsedi.

“ -Boşver Sevda’cığım kafaya takma sen!.. Anlamayan anlamayacaktır zaten… Ne zırvalamış bu hanım diyecektir. Hangi sanat var bunda… Bilinç akışı tekniği mi, iç monolog mu vb… Anlayansa anlar çıkarması gerekeni… Zaten ben herkese göre yazmıyorum ki sadece paylaşmak için yazıyorum. Zira kiminin alı al, kiminin moru mor. İlle de kendi rengince yazmanı beklerler. Ama kimseyle derdim yok benim… Anlaşılıp anlaşılamamak da değil ki derdim. Zira ben tam kendime göreyim. … Mahdut dostlarla paylaşmadayım gönül bestelerimi… Zaten hayat da böyle bir şey değil mi?

Paylaşmak…

Ama sınırlı dostlarla…Ancak ortak bir musikide titreşebilen dostlarla..

Sevi için, estetik bir zevki paylaşmak için… Ortak bir melodiyle titreşmek için…

Bunu yakalayamamışsak gerisi boş… Yoksa başka ne için yazar ki insan?..

“Biz gelmedik dava için

Bizim işimiz sevi için”, diyen Yunusla titreşen bir ezgidir gönül nağmelerimiz…

 

Yeni bir senede yine sevgiyle ve yine  esen kalın!..

Hoşça kalın, Hoşça bakın zatınıza!...

SEVDA

1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.

Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir. 

Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.

Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)

Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.

Daha fazla görüntüle