“Ölümüm sessiz olsun ağlamasın hiçbir göz
Değişen yalnız beden, baki kalan ise öz..”
Ahmet Yüksel Özemre Hocamızın kaybından duyduğum derin teessür ve basınımızın bir âlimin ölümüne karşı duyarsızlığıdır bana bu satırları yazdıran. Zira âlimin ölümü, âlemin ölümüdür.
Uzun süredir Aziz ve Muhterem Hocamız Ahmet Yüksel Özemre ile ilgili yazamayışımın bir nedeni O’nu hakkı ile anlatmaktan aciz oluşum, diğeri ise hüznümü tarif etmemin imkânsızlığıdır... Ne yazsam onu anlatmak için kâfi gelmeyecek kelimelerim biliyorum. Seni bizden daha çok tanıyan, sizle daha çok hemhal olmuş ve ayrılığın hüznünü derinde yaşayan niceleri var biliyorum. Lakin yine de muhabbetimi sunmak ve bir hatıra olarak not düşmek istiyorum Gönül Defteri’ne!.. Söz veriyorum Allah’ın izniyle “ Manevi Mirasını” taşıyabilen kaplar olmak için gayret göstereceğime... Gönlümüzde yaktığı meşaleyi gittiğimiz her yere taşıma gayretinde olacağıma...
Muhterem Ahmet Yüksel Özemre Hoca’mızın zahir âlemden çekilişi ailesini, talebelerini ve sevenlerini büyük bir hüzne boğmuştur. Allah hepimize sabırlar versin! Bilhassa da Muhterem Gülsen Hanım’a ve Rabia Kardeşimize...
Hocamızın son yolculuğunda orada bulunmama rağmen inanmakta zorlandım bir süre... Rüya gibiydi sanki... Aziz Hocamızın Rabıta-i Mevti anlatan bir yazısını okumuştum birkaç yıl önce... Kendi cenazesini seyrediyordu... Bu yazının etkisiyle olsa gerek daha uzunca bir süre yaşayacağını ümid ediyorduk. Belki bu yüzden şok etkisi yaptı vefat haberi. Lakin aradan zaman geçtikçe daha derin bir kimsesizlik sarıyor insanın ruhunu... Sanki Üsküdar daha bir boş... Bizlerse daha bir öksüzüz... Biz asıl şimdi babamızı kaybettik! Baba gibi şefkatli Muhterem bir zatı kaybettik; Türkiye ve Üsküdar pek farkında olmasa da çok önemli bir değerini yitirdi. İşte bu yüzdendir içimizdeki sızı... Türkiye’nin başı sağ olsun. Allah sabırlar versin hepimize demekten başka ne gelir elden... Allah Ahmet Yüksel Hocamıza gani gani rahmet eylesin! Bizleri de şefaatlerine nail eylesin! Yaklaşık son bir yıldır Ahmet Yüksel Hocamızı sağlık sebeplerinden dolayı ziyaretçi kabul etmediği için göremiyordum. Belki de sevenlerini yokluğuna hazırlıyordu kim bilir... Zira bir nefes/şiirinde; “Ahiretle kalmadı aramda hiçbir hail, Perde değil yıllardır hatta artık Azrail.” demiyor muydu? Ölümü şeb-i aruza çevirenler böyle bakarlar olaya...
Hastaneye yatmadan önce, bir gün özlemle kendisine telefon açmış ve çok özlediğimi belirtmiştim. Bunun üzerine ayrı değiliz ki evladım demişti. Evet, zahiren ayrı olsak da batınen hiç ayrı hissetmemiştim ki... Ama çok özlüyorum/özlüyoruz onu!Kendisine hasret iken sessizce çekiliverdi aramızdan... Bir gün kabrine gidip bir parça olsun hasretimi dindirmek istedimse de yokluğunun hüznü daha bir başka çöreklendi yüreğime... Cevap verebilse üzülme evladım ayrı değiliz ki der miydi yine bilemiyorum... Gönülde olduktan sonra ayrı mı olunur ki!.. Derunumuzdadır sevgisi lakin hüznümüz hasretimizden... Yoksa şüphesiz o çok sevdiği Mevla’sına kavuştu; şeb-i aruz etti. Bizim gönlümüzde ise hatıraları kaldı ondan geriye...
Erimişçesine yaşadı toplumun içinde... Maddi dünyanın süsüne hiç kıymet vermedi. Şan şöhret içinde hiç değildi. Hikmetli idi... Zahiri ve batıni ilim deryasıydı. Onu tanıdıktan sonra en büyük dileğim onun zahir ve batın ilim deryasından kabımı kapasitemin son sınırına kadar doldurmak ve manevi mirasına nail olacak bir kap olabilmek oldu. Zira o debisi geniş bir derya, hazerfen idi. Herkesi kabının son katresine kadar dolduracak bir hikmet pınarıydı. Hiçbir giren boş çıkmamıştı ki hikmet evinden. Attar Dükkânı onun gönlüydü... Bunun için de insanın en büyük dileği onun yanında kabının geniş ve boş olmasını dilemek ve o pınardan doldurmaktır şüphesiz...
Aziz ve Muhterem Hocam Ahmet Yüksel Özemre ile tanışmam, 2003 Yılı Ağustos’unda, basit bir ameliyat için girdiğim özel hastanede, doktor hatası sonucu şoka girmemin akabinde vuku buldu. Bir dostumun okumam için getirdiği Kamil Mürşid’in Portresi kitabı hayatımın dönüm noktalarından birini oluşturur. Bu yüzden bu arkadaşıma da derin şükranlarımı sunuyorum. Olumsuz birçok komplikasyonun geliştiği ameliyatımla birlikte kendimi iyi hissettiğim zamanlarda bir şeyler okumak geliyordu içimden. Tekrar oluşabilecek bir kanama ve enfeksiyon riskine karşın müşahede altındaydım. Hastane odalarını bilirsiniz. Zaman geçmek bilmez. Bir arkadaşıma evimin anahtarını verip, kütüphanemden birkaç kitap getirmesini rica etmiştim. Fakat üzülerek evime uğrama fırsatı bulamadığını, onun yerine kendi kütüphanesinden bir kitap getirdiğini söyledi. Minnetle kitabı incelemeye koyuldum. Yıllardır arayışlarıma ve kafamdaki sorularıma birer birer cevap bulduğum bu müstesna kitap, Ahmet Yüksel Hocamın Sayın Necmettin Şahinler ile yapmış olduğu röportajlardan oluşan “Kamil Mürşid’in Portresi” adlı eserinden başkası değildi. “Hızır” misali imdadıma yetişmişti bu eser. Kafamdaki düğümler birer birer çözülmüştü... Bir solukta bitirdim kitabı. İşte o an, bu müstesna zatı tanımayı ne kadar çok istediğimi fark ettim. Ama içimden bir ses: “Nerede!.. Bu mümkün değil, ineler geçiriyorsun içinden” der gibiydi. Zira ben sıradan bir öğretmendim. Çok fazla hayalimi zorlamanın anlamı yoktu... Yolum nasıl kesişebilirdi ki bu Muhterem Zat ile... Lakin kitabın sayfaları arasında gezinirken böylesine mümtaz bir şahsiyetin nasıl olup da bu kadar basından ve gözlerden uzak bulunuşuna da hayret etim. Türkiye’de böyle kıymetli şahsiyetler oldukça az ve böyle değerlerin kıymetlerinin bilinmeyişine de çok hayıflandım doğrusu...
Bir süre sonra hastaneden taburcu oldum ve okul, iş güç derken aradan dört ay kadar bir zaman geçti. Bu arada okuduğum o kitabı da unutmuşum. Yaklaşık 1999 yılından sonra başlayan bir zaman süresince, gönlümde aşırı bir yazma isteği oluşmuştu. Kendiliğinden akıveriyordu kelimelerim. Yazmazsam çatlardım derler ya o misal... Öyle ki bazen gece bir konu üzerinde düşünürken yatsam, sabah uyandığımda veya uykumda o konuyu çözmüş ve bununla ilgili bir yazı kaleme almış olurdum. Yazamazsam kaçırdığıma hayıflanırdım zira tekrar gelmiyordu o düşünceler. Bu yüzden unutmamak için gece uykumdan uyanır not alırdım kimi zaman... Böylesi demlerde bir rehbere ihtiyaç kaçınılmaz ve inanılmaz derecede daha yoğun hissettiriyor kendini... Hele de farklı bir kulvara sürüklenmişseniz... Tarih Öğretmeni iken yazmaya ve edebiyata yöneltilmişseniz...
O günlerde Türk Edebiyatı Vakfı’ndan Muhterem Ayla Ağabegüm Hanım’a yazı çalışmalarımı göndermiş ve değerlendirmesini ve yorumlamasını rica etmiştim. O da mademki yazı ile ilgileniyorsun bizim arkadaş toplantılarımıza katılabilirsin. Arkadaşların dışında kimseyi pek çağırmıyoruz ama sen de edebiyatla ilgilisin istifade edebilirsin demişti. Sağ olsun onun sayesinde 2003 yılında pek çok yazarla konuşabilme fırsatını yakaladım. Annesinin rahatsızlığı ile meşgul olduğu için yazılarımı okuyup değerlendirecek vakti olamadıysa da bana Ahmet Yüksel Hocam ile tanışma fırsatını bahşettiği için kendisine daima müteşekkir kalacağım... Türk Edebiyatı Vakfı’nın katıldığım 2. kitap kritiği Ahmet Hocamın “Din, İlim ve Medeniyet” adlı kitabı üzerine olacaktı. Kitap kritiği öncesi üç haftalık kitabı okuma süresi verilmişti. Derhal kitabı bitirmeye çalıştım. Bu üç hafta sonunda da Ahmet Yüksel Özemre Hocam, kitabın kritiğine icabet edecek ve bizler de okuduğumuz kitap ile ilgili kendisine sorular sorabilecektik. Ayla Hanım’dan bu ismi ve kitabını ilk duyduğumda, “hay Allah! Ben bu ismi nereden hatırlıyorum? Kendisi Türkiye’nin İlk Atom Mühendisi değil miydi?”; dedim kendi kendime... Sonra hemen zihnime hastane odasında okuduğum o kitap ve içimden geçen düşüncelerim geldi. “Nereden tanışabilirim ki bu mümkün değil”, dediğim kişi ile tanışma fırsatını yakalayacaktım. Çok mutlu olmuş ve de hayret etmiştim bu işe... Gönülden gönüle yol vardır hakikatinin zuhuru bu muydu yoksa?..
Bu arada beni mutlu eden bir başka gelişme daha olmuştu. Ayla Hanım’dan öncelikle Ahmet Yüksel Hocamın telefonunu rica etmiştim. İlk önce Muhterem Hocamızın sağlık gerekçeleri ile vermek istemediyse de o günlerdeki ihtiyacıma binaen, beni kırmadı ve telefonunu verdi. Muhterem Hocama ilk ulaşmam böyle başladı. Telefon görüşmesi esnasında 10 Ocak 2003 tarihine randevu verdi. Bu sırada adresini rica edip ona göndermek istediğim yazılarımın olduğunu söyledim. Daha önce Ayla Abla’nın okuma fırsatı bulamadığı metinlerimi de ilk kez Ahmet Hocam okudu. Kendimden önce mektubum ulaşmıştı ona. 10 Ocak’ta evine gittiğimde, o zamana kadar hiç kimseye bu denli hissetmemiş olduğum ulvi ve yoğun bir muhabbetle doldu gönlüm. Orada kuş gibi hafiflemiştim. Sehpanın üzerinde kendisine gönderdiğim mektup ve yazdığım hikâye denemesi vardı. Daha kitabını okuduğumda sevdiğim bu mübarek zatın kendisini görünce ona meftun olmamak ne mümkün!..
Kendisinden ayrılırken bana “Muhabbet ve Mücadele Mektupları”, “Toma’ya Göre İncil”, “Türklere Karşı Haçlı Seferleri” ve “Nefesler” Adlı Dört kitabı hediye etti. Nefesleri çok seveceğimi söyledi. Üçünü imzaladı lakin, “Nefesler” adlı kitabı imzalamadı. Bunun nedenini daha sonra idrak edecektim. Hakikaten o andan itibaren Nefesler elimden halen de düşmeyen en sevdiğim kitaptır. Bana hediye ettiği dört kitaptan söz etmişken gönlüme şuan, “Bir ayna arıyorum; Dört Kitabın manasını bir hece de toplayacak” mısraları geldi. Bu mısralardan söz ederken zihnime gelen bir başka şey ise, bir bayram ziyaretine gittiğimizde bana tavsiye ettiği, Necmettin Şahinler’in “ Aynasını Arayan Adam... ” adlı enfes kitabı...Evet, zira Ahmet Yüksel Özemre Hocam, böylesi bir ayna idi bakmasını bilene... Ondan sonra ayna ile ilgili ne kadar yazı karalamışımdır henüz yayımlamaya değer bulmadığım... O gün evinden ayrıldıktan sonra imzaladığı kitapları derhal okumaya başladım. Önce “Muhabbet ve Mücadele Mektuplarını” niye vermiş olduğunu anlayamamıştım. Benim ilgi alanımın dışında gibi görünmüştü gözüme... Fakat mutlaka o an idrak edemediğim bir hikmeti vardır diye düşünmüştüm. Hakikaten de zamanla ibret ve örnek alınacak ne kadar çok şey buldum içerisinde. Hayat bir “Muhabbet ve Mücadele” silsilelerinden ibaret değil miydi zaten!.. Haksızlıklarda Hz. Ali’nin kılıcı “Zülfikar” gibi keskin, muhabbeti ise bir o kadar derin ve kavi idi Muhterem Ahmet Yüksel Özemre Hocamın... Kendisiyle evindeki buluşmamızı takiben sekiz gün sonra 18 Ocak 2003’teki kitap kritiğinde karşılaşmamız takip etti. Sonra da 3 Mart 20032te okulumuza teşrif edişi...
Daha önce sözünü ettiğim, kendisine gönderdiğim mektupta ve telefon konuşmasında Onu okulumuzda düzenleyeceğimiz bir konferansa davet etmiştim. Özelikle de Fen Bölümü’nde okuyan iki sınıfım vardı ki çok farklı talebelerdi. Onların böyle kıymetli bir zatı görüp, ondan istifade etmelerini, örnek almalarını çok istemiştim. Zira Ahmet Yüksel Hocam her alanda âlim, hazerfen idi. Herkes onda mutlaka kendisi ile örtüşen bir yön bulabilirdi. Allah kendisinden gani gani razı olsun! Makamı cennetin en yüce yeri olsun!.. Hasta haline rağmen kırmadı beni ve 3 Mart 2003’te okulumuza teşrif ederek bizi onurlandırdı. Talebelerimin sorularına cevap verdi. O gün konuşulanlarla ilgili röportajlar hazırlandı ve o yıl ilk kez okulumuza çıkardığım Kültür ve Edebiyat Dergisi “ Yansımalar’ da yer aldı o hatıralar... Harika bir konferanstı ve hayatımın en güzel günlerinden birini geçirdiğimiz müstesna, nezih saatler... Bir saat süreceğini düşündüğümüz toplantıda öğrenciler yaklaşık 2.5 saat kadar çıt çıkarmadan, ilgiyle Muhterem Hocamızı dinlediler. Devam etseydi daha da sürerdi sanırım... O gün bir hocanın sınıfa nasıl hâkim olduğunu ve öğretmenlikteki dirayetini de yakinen görmüş oldum.
Dönüşte kendisini eve bırakırken ona, “Geçmiş zaman Olur ki” kitabında okuduğum “Hızır” ile ilgili kısmın oldukça dikkatimi çektiğini, bu olayın gerçek olup olmadığını sormuştum. Derin bir tefekkür dünyası içerisinde olduğunu hissettim, bakışları derindi. Bana; “ - Evladım, Hızır’ın hakikatini idrak etmek lazım” dedi. Evet, “Hızır”, hazır olana gelirdi ve Hızır’ın hakikatini fehmetmek gerekti... Daha sonra bununla ne demek istediğini Muhterem Necmettin Şahinler’in “Musa ile Yürümek” kitabını okuyunca ve zamanla daha iyi idrak edecektim. Zaman geçtikçe de kimbilir daha neler idrak olunur...
Sonraki zamanlarda ise birkaç bayramda ve birkaç konferansta görebildim sadece onu. Sağlık sebepleri dolayısıyla misafir kabul edemiyordu. En son bir yıl önce Hikmet Barutçugil’in Ebru Paneli’nde görmüştüm. Hastalıklardan söz edince aklıma Ahmet Hocamın çok hasta olduğu demlerde dahi 13 kadar göz operasyonuna rağmen tek gözü ile, kendini iyi hissettiği demlerde kitap yazdığını belirtmeden de edemeyeceğim. Çok hastalıkları vardı. Zira Aziz ve Muhterem Ahmet Hocam’dan kendime örnek aldığım, bana ayna olan bir yönü de hastalıkları karşısındaki tutumu oldu hayatımda... Kendimi bu noktada onunla çok özdeşleştireceğim şeyler yaşadım. Umarım bunları hayatıma geçirmeyi bu veçhesiyle de Mevla ihsan eyler!.. Zira yukarıda zikrettiğim ameliyatımın ardından mevcut sağlık sorunlarıma yeni ve ciddi hastalıklar da eklenmişti. En sancılı demlerimde biraz fırsat bulduğumda yazabildiğim bir kitabım birincilik ödülü almıştı. Kendisiyle bu haberi telefonla paylaşmıştım. Evine bir bayram gittiğimizde de kitabın ne zaman yayına gireceğini sormuş ve seninle kontrat da yaparlar şimdi demişti ve öyle de oldu.”
Bir de hastalıklarıyla ilgili olarak: “ görenler sapasağlam adam derler ama içi beni yakar dışı başkalarını” gibisinden bir şey söylemişti...” Onu o kadar iyi anlıyordum ki o an... Birkaç saat daha iyi olabilmek için dünyanın ilacını almak zorunda kalmak... Arada iyi hissettiği saatler olunca hasta olduğuna inanmayan insanlar... Çok çileli idi hastalıklardan yana da... Bir o kadar da sabırlı... Her haline şükür içerisinde hamd ederdi... Oldukça mütevazı idi. Ön plana çıkmamayı tavsiye ederdi... Nefse hâkim olmayı ve her dem nefsin hile ve desiselerine karşı dikkatli olmayı... Bu vesile ile “Galatasaray-ı Mekteb-i Sultanisi’nde Sekiz Yılım” adlı kitabında anlattığı bir hikâyesi geldi aklıma... Hep ikinci olurdu sınavlarda. Oysa birinci olmak kapasitesi vardı. Ama babası ona“ Birinci olacağım diye kendini helak etme!” diye tavsiye etmişti. Bu tavsiyeden dolayı hep ikinci oluyordu. Böylesi bir edep ile yetişmişti. Zira insanın nefsinden en son çıkan hastalığın hubb-u riyaset ( baş olma sevdası) olduğunu söylerdi. Kendini ön plana çıkarmazdı. Onca ilmine ve kapasitesine rağmen erimişçesine yaşadı cemiyetin içinde. Şöhret peşinde hiç olmadı. Sessizce bu âleme veda etti.
Bugün defnedilişinin üzerinden iki hafta geçti. Şimdi yine ikindi namazı okunuyor... Gözümün önünde Karacaahmet Mezarlığı ve o gün esen meltem rüzgarı... Ayrılık hüznünün demleri sevenlerinin bağrını yakıyorken bir yanıyla da Şeb-i Aruz ettiği düşüncesi ile yutkunup, hazmetmeye çalışıyor ayrılığın hüznünü mühibban!... Diğer yandaysa havaya çöken müthiş bir huşu ve okunan Rahman Suresi... O denizlerden nice inci ve mercan çıkar; Rabbinin hangi nimetlerini yalanlarsınız!...
Güne son noktasını koyan ayetler adeta... Bu demde sadırdan satıra bir şiirin mısraları dökülüyor hislerime tercüman!..
“Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm.
Ölümsüzlüğü tattık neylesin bize ölüm..
Korkuları derenler, ölümü öldürenler,
Rabbinin huzuruna Peygamberle gelenler.”
Muhterem Hocam; Ne yapsak, ne yazsak, yine de bir şey yapabildik diyemeyiz Aziz ve Mübarek hatırana!.. Hatıranız ve sevginiz dipdiri daima derunumuzda yaşayacak!.. Vedianıza sahip çıkacak kaplar oluruz inşallah!
Kabriniz nur, makamınız Ali, himmetiniz daim sevenlerinizin üzerine olsun!..
Gönül dolusu Selam ve Muhabbetler size!..
Sevda Dıraga Canbaz
N. A. Anadolu Lisesi
Tarih Öğretmeni.
1970 yılında Kırklareli'nin Pınarhisar İlçesi’nde doğdu. Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bitirdi. 1992 yılında Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansını 2014 Yılı’nda Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Yeniçağ Bilim Dalı’ndaki “Yüksek Lisans” Eğitimini “ 15/3 No.lu Dubrovnik Düveli Ecnebiye Defteri: (H.1057-1073/M.1647-1663) (İnceleme Metin) adlı teziyle tamamladı. Yazar SEVDA DIRAGA CANBAZ 1992 Yılı’ndan beri Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Tarih öğretmenliği görevini sürdürmenin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Siyasal bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okumaktadır.
Sahasındaki bilgi birikimini öğretmenlik tecrübesiyle de pekiştirme gayretindedir. Alan bilgisini, bu sahada yaptığı okuma ve araştırmalarla sürekli geliştirmiş ve canlı tutmuştur. Özellikle tarihî bilgilerin daha ilgi çekici, anlaşılır ve herkes tarafından okunabilir hâle getirilebilmesini ve İstanbul Kültür Bilincini gençlere aktarmayı kendisine amaç edinmekte ve bu konuda yazılar yazmakta olan yazar, bu yazılarını mekânla bütünleştirmek amacıyla kültür gezileri için yurt dışında yaklaşık 30’a yakın ülkeye geziler yapmıştır. Bu gezilerinde öncelikle Osmanlı Coğrafyasını dolaşmayı amaç edinerek bu birikimini yazılarına aktarma gayretindedir.
Canbaz, mesleği gereği lise düzeyindeki gençlere tarihi ve bu yolla kültürümüzü öğretmek ve sevdirmek amacıyla “Bir Kardeşlik Ülkesi” isminde bir kitap telif etmiştir. Fütüvvet kültürünün ele alındığı bu eserden sonra ikinci kitabı “Hikâyelerle Deyimlerimiz” Damla Yayınları tarafından basılmıştır.
Farklı dergilerde yazıları olan Canbaz’ın, “Anton Çehov’un Kırk Dört Yılı” başlıklı makalesi ise Hece Öykü dergisinde yayınlanmış (İki Aylık Öykü Dergisi, (2006): 162-8) ve bu makale uluslararası bir yayın taramasında yer almıştır (MLA International Bibliography, Web. 14 Apr. 2010.)
Çeşitli dergilerde çıkan yazıları ve basılan “Bir Kardeşlik Ülkesi”, “Hikâyelerle Deyimlerimiz” adlı kitaplarıyla tanınan Sevda DIRAGA CANBAZ, öğretmenliğin yanı sıra teorik konuları, ilmî usullerle birleştirip edebi ve orijinal ürünler vermek amacıyla halen yazı çalışmalarının yanı sıra Uzman Tarih Öğretmeni olarak MEB’deki görevine devam etmektedir.