Zamanın sırrı ile başı dönen her insan gibi, onun da kendine has bir şaşkınlığı vardı. Farkındalıkla şaşkınlığı bir arada yaşayan bir bilim adamı olması, onu diğerlerinden ayıran en önemli özelliğiydi. Bu sebepten içe kapanık, çok defa umarsız, dalgın ve sürekli düşünen bakışları ile etrafı süzen bir adamdı.
Enstitüye girişi, çok sevdiği istatistiğin olmazsa olmaz kuralı olan tesadüflük ilkesi uyarınca bir rastlantı ile gerçekleşmiş ve bu hoş tesadüfün gereğini yerine getirmek adına araştırma kültürünün en hararetli bağlılarından kesilmişti. Son 17 yıl, laboratuar ile ev arasında süre gelen gidiş-gelişlerle geçmişti Mithat için... Yalnızlığıyla söyleştiği mütevazı lojmanı ile laboratuarın arası tam 864 adımdı. Peşinde olduğu keşiflerin yüreğine bıraktığı tatlı telaş ile her gün kat ettiği 864 adım... Son birkaç aydır daha anlamlı bir heyecan ile sanki koşar gibi kat ettiği mesafe... Mabedine özlem içerisinde koşan ihtiyar bir keşiş gibi!
Enstitüdeki diğer araştırmacılar, Mithat’ın son zamanlarda daha da belirginleşen bu garip halinin farkındaydılar. Mithat’ın gitmediği öğle yemeklerinde, onun bu tuhaflığını konuşmadan edemiyorlardı. Kimi alaycı ifadelerle Mithat’ın tartışılır bir bilimselliği olduğundan dem vuruyordu, kimi de bir zavallı olarak baktıkları ve acıma ile karışık bir sevgiyle sevdikleri Mithat için endişelerinden söz ediyorlardı. Aslında hemen hepsi bir bakıma haklı sayılırlardı. Mithat, eskilerin deyimiyle “nev-i şahsına münhasır” bir kişilikti.
Araştırma Enstitüsündeki kaderi son anda rahatsızlanan bir arkadaşının yerine yurt dışı eğitime gönderilmesiyle değişmişti. Yabancı dil eksikliği ve bilimsel alt yapı sorunları sebebiyle pek de parlak geçmeyen eğitim sonunda yurda döndüğünde, yeni bilgileri ışığında bir şeyler keşfedebilmenin derdine daha bir başka düşmüştü. Dokuz yıl önce başladığı bir araştırma, kat ettiği her aşamada hayatını biraz daha doldurmuş ve nihayet Mithat’tan geriye bir şey bırakmamıştı. Her nefeste çalışmasının bir sonraki adımı için bilenen bir beyin olup çıkıvermişti.
Yurt dışı eğitimi esnasında öğrenmiş olduğu gen aktarma teknikleri üzerine kurulu bir hayalin peşinde çabalamaktaydı. Bu hayal biraz uçuk olmakla birlikte geldiği aşama itibarıyla hiç de yabana atılacak gibi değildi. Fakat çalışmasının ayrıntılarını kimseyle paylaşmıyor, yıllık bilgilendirme toplantılarında üstün körü ifadelerle nereye vardığını herkesten gizliyordu. Mithat’ın amacı, yok denecek kadar düşük bir sıcaklık ve ışık düzeyinde sürekli fotosentez yapabilen bir bitki yaratmaktı. Amacının gerçekleşme olasılığı neredeyse olmamasına rağmen, fotosentez etkinliği bakımından çok önemli bir mesafe aldığı söylenebilirdi. Fakat Mithat’ın itilip kakılmaktan zedelenmiş ruhu, asla mal ve para kazanma hırsını terk etmeyen zavallıların haline benzer bir şekilde, olmazı oldurmak için mantıki esasları hiçe sayar bir haldeydi. Uzun çalışmalar sonunda izole ettiği gen çiftlerinin birbiriyle olan teorik ilişkilerinden yola çıkarak amacına ulaşabileceğini düşünüyordu. Düşünüyor muydu? Hayır! Açıkça buna iman etmişti. Varsayımına tapan bir bilim adamıydı Mithat... Bir de herkesten gizlediği gen çiftlerinin tamamını bir bitkiye aktarabilseydi. İşte bu olmuyordu. Bunu başaramadığı için deliye döndüğüne bir tek laboratuarın duvarları şahitti.
Yılmadan tekrar ve tekrar yinelediği denemelerin başarısızlığına aldırmaksızın yine o gece laboratuarda çalışıyordu. Dışarıda sonbaharın kışa sürüklendiğini müjdeleyen bir rüzgâr, bu sefer başaracağını fısıldayarak esiyordu. Saatler süren bir sabrın sonunda gen aktarma işlemi için her şey hazırdı. Ellerinin titremesine engel olamıyordu. “Bu sefer tamam!” diye içinden geçirirken bir anda duraksadı. Burnuna gelen tuhaf kokunun ne olduğunu çözmek ister gibi yerinden doğrulmuştu ki, büyük bir gürültüyle sarsılarak duvara doğru savruldu. Gözleri kapanmadan önce son gördüğü manzara duman içinde kalan laboratuarının harabeye dönmüş haliydi.
.../...
Hastanede kendine geldiğinde yerinden doğrulmak istediyse de kalkamamıştı. Ağır yaralandığını vücudundaki sargılardan anlamakta gecikmedi. Sonra neler olduğunu hatırlamaya çalıştı. Hatırladıkça içi burkuldu. Sebebini kestiremediği patlama, bütün emeklerini alıp götürmüştü. Başını çevirerek pencereyi dolduran sonbahar güneşinin ışıltısına baktı bir müddet... Ve sonra kaybetmenin hırsıyla tutuşan gözbebeklerinden yaşlar süzüldü yanağına...
.../...
Taburcu olalı bir ay geçmişti. Mithat, kapandığı lojmanından çıkmamayı yeğliyordu. Morali çok bozuktu. Yemeyi içmeyi terk etmişti. Bütün gün yatağına uzanmış halde tavanı seyrediyordu. Kendine yediremiyordu. Bütün çabaları boşa gitmişti. Kahrolası bir patlama her şeyi alıp götürmüştü.
Hüzünle sarmaş dolaş olmuş düşüncelerini telefonun tiz sesi araladı. Önce açmak istemedi. Telefonun ısrarlı çalışına -biraz da sinirlenerek- dayanamayarak ahizeyi kaldırdı. Telefondaki enstitü müdürünün sekreteri Şeyda Hanımdı. Müdür Mithat Beyi görüşmek için çağırıyordu. Canı daha çok sıkılmıştı. Kimseyle görüşmek istemiyordu. Ama bu çağrı, başından savamayacağı bir çağrıydı.
Eliyle yüzünü yokladı. Sakalları patlamadan bu yana uzamıştı. Tıraş olmam lazım diye düşündü. Eve geldiğinden beri ne mutfağa ne de banyoya girmediği geldi aklına. Banyonun yarı açık kapısını tutmuş örümcek ağlarını kopararak girdi. Banyonun loş karanlığını aydınlıkla buluşturmak adına elektrik düğmesine bastığında, aynada gördüğü manzara karşısında donup kaldı. Yüzü yemyeşildi.
Saatlerce aynadaki yeşil yüze baktı. Telefon susmaksızın çalıyordu. Mithat ne olduğunu anlamak istiyor ama hiçbir şekilde içinde bulunduğu durumu çözümleyemiyordu. Düşünüyor... Düşünüyor... Ama yine başa dönüyordu. Ne olmuştu da bu hale gelmişti? Çıldırmak üzereydi... Taburcu olduktan sonraki geçen zamanı deşeliyor bir sebep bulmaya çalışıyordu. Yeşil renge bürünmüş yüzünü delercesine bakan gözlerle, aynaya tekrar baktı. Gözlerindeki karanlık ışıldadı o an... Bir aydır hiçbir şey yemediği geldi aklına... Acaba dedi kendi kendine... Evet, iyice düşündü. Bir aydır sudan başka hiçbir şey geçmemişti boğazından... Ürpererek mırıldandı. Bir aydır hiçbir şey yemeden yaşıyorum ve hiçbir olumsuzluk ya da halsizlik hissetmedim. Fotosentez mi yapıyorum ne? Sonra gevrek bir kahkaha ile çınlattı banyonun sararmış fayanslarını... İçinde bulunduğu durumu alaya almak adına ağzından dökülen kelimeleri, beyninin artık karıncalanmaya başlamış imbiğinden süzerek tekrar düşündüğünde dondu kaldı.
Patlamanın olduğu anın hemen öncesine gitti hayali... O kötü olaydan hemen önce herkesten varlığını sır gibi sakladığı gen çiftlerini aktarma hazırlığı içerisindeydi. Heyecan ve korku ile titriyordu. Tahmin yürütmek, korkusunu daha da arttırmıştı.
Bu uzun şaşkınlık sonrası tekrar odaya döndü. Yatağına yığıldı kaldı. Gen çiftlerini kendine aktarmış olma ihtimali kanını donduruyordu. Ellerini ve vücudunun diğer kısımlarını inceledi. Bütün vücudu sararmıştı. Sadece yüzü yeşildi. Hemen soyundu. Perdeleri açarak güneşin solgun ışıklarıyla buluşturdu çıplak vücudunu... Güneşin okşayan ışıkları vücuduna değdikçe tenindeki sararmışlık yerini belli belirsiz bir yeşil renge bırakıyordu. Çıldıracaktı Mithat... O korku ve hırsla perdeleri kapadı.
.../...
Güvenlik görevlileri lojmanın kapısını kırdığında akşam olmaktaydı. İçeride loş bir karanlık vardı. Etrafı araştıran gözlerle içeri giren ilk görevli olduğu yere çakılıp kaldığında, herkes, tavandan aşağı uzanan ipte salınan yeşilimsi bir adamın cesediyle karşılaşmıştı. Masanın üzerinde kısa bir not buldular. Bir feveran ile kaleme alındığını ele veren bir el yazısı ile yazılmış not şöyleydi:
“Son dokuz yıllık çalışmamı alıp götüren patlamada bilmeden küçük bir sapma ile hedefime ulaştım. En büyük keşfim kendim oldum. Bilim tesadüflerle yürüyen bir katarmış. Cesedimin rengi sizi korkutmasın... Ben fotosentez yapabilen ilk ve son memeliyim. Literatüre buluşumu şu isimle geçiriyorum: Homo alaticus”