Motor gürültüsüyle sarsılan uçağın kanatları, aralık semasını efkârlandıran bulutları yararak Yedi Tepe’ye tepeden bakarken, yüreciğimin en mahrem yerine saplanan sızının etkisiyle bir tuhaftım kuşkusuz... Seyyahlığın mucibince, akıl defterimin hatıra cildini açmış, hasretin henüz yudumlamadığım zehrinin acemiliğine dair kelimeleri, mürekkebin refakatine bırakmıştım.
Felemenk diyarına konmak niyetiyle kanatlanan çelik kuşun sırtında, yerden haddinden fazla yüksek olmanın neticesi tazyikten şikayetkâr olmasam da canımın cânı canânımdan bir süreliğine de olsa ayrı kalmanın, göğüs kafesime bıraktığı bombanın her nefeste infilak edişinden perişandım. Istırâbım, fezaya yakın olmanın verdiği cüretle semaha kalktığında, uyur uyanık düştüğüm bir düşün eteklerinden tutunarak sabır sabahına uyandım. Üç kıtada at koşturmuş dedelerin torunu olarak, kıtalararası bir seyahate çıkmanın bana neler getireceğini bilmeden, Murad Hüdavendigâr’ın şehit düştüğü diyarın üzerinden süzülüp, feleğin çarkının tersine döndüğü Beç ötesine doğru adeta yuvarlanıyordum.
Bir başka dilde gelen kemerlerinizi takın uyarısı ile Felemenk diyarına ayak basma vaktinin yaklaştığı anlaşılıyordu. Anadolu dağlarından koparılıp götürülen lalemizin, cariye edildiği yerdeydik. Gökyüzü yer ile alakasını kesmiş gibi, kurşuni bulutların kurduğu salıncakta salınmaktaydı. Ruhumun bir yerlerinde kırık bir ezgi... Gözyaşı lisanında söylenen bir şarkı eşliğinde çalınmaktaydı. Boynu bükük nergisimin telaşında olduğumu bilmeyen yetmiş iki buçuk milletin arasına karışmak, elemime elem katarken, nikotine vurulmuş sözlerimin oyuncağı olmaktan kurtulamayacağımı da biliyordum. Henüz başlamış bir yolculuğun, biteceği anı sayıklamanın hâl lisanıyla ifadesi, bu idi herhalde...
Puslu bakışlarla karşılayan Felemenk diyarı, yine puslu ve soğuk bakışlarla uğurladı beni... O soğukluk öyle bir soğukluktu ki, yâr hayalinde yanan gönlüme kast edecek kadar vicdansızdı. Tâ ki okyanus üzre göçmen kuş misali salınana dek, yalın kılınç dövüştü gönlüm... Açılan mesafelere inat, daha büyük bir kordan inkişaf eden bir iple sarıldı yâr kapısına... Canımı emanet etmiş giderken bir kul yapısına...
.../...
Jön Türkler geliyordu aklıma... Hürriyet kahramanı olmak için Avrupa yolunu tutup şirazesinden çıkan onlarca insan... Kimi münevver, kimi şair ve edip, kimi de kim olduğundan bihaber zavallı... Onlara dair okuduklarımda eksik kalan tek nokta, vatandan ayrılış sahnelerini tam manasıyla hissi olarak çözümleyemeyişimdi. Şimdi o son Osmanlı okumuşlarının ne hissettiklerini anlayabiliyordum.
Batıya yolculuk etmenin bir cilvesi olarak güneşi önüme katmış kovalarken, asli ve ebedi güneşimden mahrum kalmanın tetiklediği bir deprem ile kendi içime doğru yıkılıyordum. Saatlerin başı dönmüş, ardımda bıraktığım toprakların güneşi sönmüş, gördüğüm gün hala sünmüşçesine devam ederken, soluduğum gün bugün amma gönül lisanıyla dünmüş... Saat farkının sarhoş ettiği fikir cihazım, arızalanmaya başlamıştı. Yoldaşım olsun diye sayfalarıyla boğuştuğum kitap içimi daraltıyordu. Sıkılıyordum! Alaska üzerinden geçerken, küresel ısınmadan ilk zarar görme ihtimali yüksek olan bir mahlûkun akıbetine takılıyordum.
.../...
Yaban kazlarıyla uçarken kanat kanada... Meğer altımızdan sıyrılıp gitmekteymiş koca Kanada... Çam ormanlarının uzandığı kanyonlarda, birbiriyle yarış ederken soğuğun kulaklarından tutarak bir kenara oturttuğu derelerin mahzun bekleyişlerine, hayal meyal tanık olmanın şiiriyetiydi yorgunluğum... Geyik sürülerini takip eden kurtların soluklandığı göllerde raks eden mavilik, alıştığım türden değildi.
Ötüken ormanı sızdı manzaranın kuşattığı gözbebeklerime... Bir obanın kıyısından geçip giden bir rüzgâr gibi sokuldum çağlar öncesine... Uçsuz bucaksız Asya bozkırlarının bereketli zamanları düştü hatırıma... Tanrı Dağları’nı tanır gibi sıralanan dağları seyrederken binlerce metre yukarıdan... Zamanın laf anlamazlığı paslı bir bıçak gibi gezindi dudaklarımda...
.../...
Renkler, yabancılığımı yüzüme vurmaktan geri durmadı. Bulutlar... Bulutlar garipliğimi sezmiş gibi, küçücük pencereden başlarını uzatıp dil çıkarıyorlardı. Asabımın tahammül hudutlarını zorlayan bu yolculuğun devamını düşünürken korktum bir an... Motor gürültüsünü bir uğultu derecesine indirgemiş kulaklarım, sağırlığın bir adım gerisinden yürümekteydiler. Üşüyen ellerime bakıp hayıflandım kendi kendime... Güzergâhından memnun olmayan kervanlar gibiydim. Boğazıma düğümlenen tek hece vardı. Tek olanı tek hecede haykırmanın hevesiyle gerilen ses tellerime, hasretin kanlı elleri sarılıvermişti. Hâlbuki ben avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Haykırışımın yegâne muhatabı hasretiyle çılgına döndüğüm biricik yârdı.
(SÜRECEK)