Irmak kenarı... Türkçe karşılığı böyledir yanılmıyorsam... Sabah doğan güneşin göz kırpışına bakıp... Herhangi bir Çukurova sabahına uyandığınız hissine kapılabilirsiniz. Otelin eski kovboy filmlerini andıran mimarisi... Geniş bir avluya bakan balkona açılan oda kapıları... Avlunun bir kenarına sığıntı misali ilişmiş zannı uyandıran manolyalar... Otel görevlisinin kendini üzerinden kilitlediği camekânın sesten gayrısını geçirmemeye yeminli saydamlığı... Kahve makinesinin homurdanarak yaptığı ikram... Plastik bardakta tüten hasret kokusu... Tarçınlı kekin dahi dilimden süpüremediği gurbet acısı...
Otelin caddeye bakan duvarının dibine konulmuş yorgun bankta bir yorgun adamdım. Nikotine davranmış ciğerlerimin soğultmaya muktedir olmadığı bir ateşle oynayan bir çocuk adam... Özüme... Yüzüme... Sözüme el saydıklarımın... Hiç de el gibi olmayan günaydınlarıyla... Bölünen yalnızlığımın sabah mahmurluğuna dökülen buğusunu... Güneşin her coğrafyada dost nefesine ularken... Hülyaların gel çağrısına boyun eğmekteydim.
Ağlayan bir kopuz tutundu kulaklarıma... İçimdeki yaylalarda kanat çırpan bir kartalın çığlığıyla akort edilmişçesine ağlayan bir kopuz... Hem ağlayan... Hem dağlayan... Gökyüzünü yakmak istercesine dudaklarımın arasından serbest bıraktığım dumanın kurşuniye çalan faniliğinde çağlayan bir kopuz... Şu karşı ki dağlarda ala atıyla gezinen Tatanka Iyotake... Nam-ı diğer Oturan Boğa... Der Saadette payitahta geçen Gök Sultan II. Abdülhamid’in çağdaşı... İki farklı kıtada iki bilge...
Oturan Boğa’nın ala atı üzerinde şaha kalkan silueti, kamaşan hayalimin bir kenarına, Altaylarda gün batımını seyreden bir Hun beyinin, rüzgârla sarmaş dolaş olmuş saçlarının söylediği şarkıyı usulca bıraktı.
Hayalin güneş görmüş kar misali sıyrıldığı gözlerimin önünden akmakta olan cılız insan nehrine bakıp, gurbetteki yalnızlığıma hayıflandım öylece... Hayıflanmanın acıttığı içimi onarmanın en iyi yolu olan kitabımın sayfalarına sığındım çar naçar... İçinde sendelediğim tuhaf hayalimin ardına rastlayan satırlar... Aklımla kalbim arasındaki yüksek gerilim hatlarında bir parlamaya sebep oldu. Kitabımın okumaya devam etmek üzere işaretlediğim sayfasında Oturan Boğa konuşuyordu:
"...sahip olma isteği onlarda bir hastalık olmuş. Bu insanlar, zenginlerin bozabileceği ama fakirlerin bozamayacağı birçok kural koymuşlar. Yönetici olan zenginleri güçlendirmek için fakirlerle güçsüzlerden vergiler alıyorlar. Bizim annemizin, toprağın, kendilerinin olduğunu söylüyor, komşularını çitler yaparak kendilerinden uzaklaştırıyorlar; toprağı binalarıyla ve diğer süprüntüleriyle çirkinleştiriyorlar. Bu ulus, baharda yatağından taşarak, yoluna çıkan her şeyi yok eden bir ırmağa benziyor..."
Uzağı görmek... Yarını okumak... Dedim kendi kendime... Bağdat’ın, Hülagü’den sonra uğradığı en büyük yıkımın gerçekleştiricilerini... Ta yüz sene evvelinden tespit etmiş bu yanık yüzlü bilge...
Bu sözleri okuyunca... Anglo-Sakson yağmacılığına karşı saf tutuşlarında birbirinden habersiz iki lideri aynı resmin içerisinde görmenin çok da zor olmadığını fark ettim. İyi de... Şu önümdeki caddede akan kalabalığın bundan ne kadar haberi vardı ki?
Dünyaya kapalı bir kalabalık... Böyle düşünmemek elde değildi. Nasıl olsundu ki? Sohbet ettiğim insanların pek çoğu bizim kadar vakıf değildi dünyaya... Kendilerine döşenmiş raylarda ilerleyen ve asla makas değiştirmeyen katarlar gibi... Her sabah aynı döngünün sadık imgeleri olarak zamanı öğütmekteydiler. En büyük serzenişleri dört yılda dört katına çıkan benzin fiyatlarıydı. Demek petrolün siyah eli... Irak’taki vahşetin doğurduğu neticeleri buralardan da sakınmamıştı.
.../...
Uçsuz bucaksız düzlüğün orta yerine, tıpkı bir büyük kedi yavrusunun kıvrılıp yatması gibi kurulmuş Rubidoux Dağı’na doğru ilerleyen vasıtanın camlarından... Yeknesak biçimde ve bir cetvel hassasiyetiyle kondurulmuş evlerin arasından görünüp kaybolan diğer caddelerin sessizliği geçiyordu. İntizamın soğuk nefesinden titreyen ağaçların dallarında donuk bir yeşil, yapmacık gülümsemelerle donatsa da geçtiğim yolları... Memleketimin yeşilindeki rahmani ve insana reha veren ışığı özlemenin fevkindeydim.
Kedi yavrusunun patilerini andıran dağın eteklerinde soluklandığımda, şu mısralar, daha evvelden ezberime alınmışçasına dolaşıverdi dilime:
Uzağın tuzağında gülün sükût edişi,
Goncaya küstüğüdür... Bülbül yanar ne çare!
Ruhumu kemirirken yalnızlığın tek dişi,
Ben biçare değilem! Düştüğüm yol biçare...
(SÜRECEK)