Menu
HER ADIM ÖLÜM
Öykü • HER ADIM ÖLÜM

HER ADIM ÖLÜM

“28 Şubat zulmünden dolayı haksız yere hapis

yatan Mardinli İbrahim Akar Hocama ithafen tüm mazlumlar için…”


Adım İbrahim. Adımı babam koymuş. Çok severmiş Hz. İbrahim’i. Ben de sevdim İbrahim Peygamberi. Onun yaşadıkları benim dünyamda her zaman bana ayrı ilhamlar verdi. Bana güç, sabır ve direniş verdi. Tek başına ümmet olan peygamberin adaşı olmak, asırlar sonra ona benzer bir hâl ile içinde yaşadığı toplumda nice haksızlıklara duçar olmak nice haksızlığa ram olmak…

Cemaatimi arıyordum, namazlar kıldırdığım o büyülü ışıklarından her dem huzur ve sürur akan o camiyi arıyordum. “Şimdi geldim desem, ben geldim. Aradan yıllar geçti ama ey cemaatim, artık sizin yanınızdayım” diye haykırsam gücümün yettiğince. “Bakın buradayım buradayım işte” diye haykırsam… 

Kimler vardır şimdi kubbesi deniz suları gibi duru maviliklerinde, hatların kıvrım kıvrım 
aktığı, vitraylı pencerelerinden rengârenk ışıkların süzüldüğü denize nazır camlarında yakamozların ışıl ışıl yandığı, o sıcak, o serin, yeşil küçük camimde. Hasan Amca rahmetli oldu biliyorum. Ne çok isterdi cenaze namazını kıldırmamı. Hep hüzün yüklü gri gözleriyle ellerimi tutar “Ah İbrahim seninle hep yoldaş olduk. Bu camide seni hiç yalnız bırakmadım sen de beni o son gün bırakma emi. Hemi oğul sen kıldır namazımı” diye ellerime sarılırdı. Soğuk bir kış günü, yüksekteki camlara uzaktan karların aydınlığı düşerken aldım haberini Hasan Amca’nın. Ne yazık cenaze namazını ben kıldıramadım. Hep o hüzün yüklü gri gözleriyle uzaktan baktı durdu bana oysa yıllarca rüyalarımda. Şimdi torunu Recep büyümüştür ve belki de hiç kaçırmaz cemaat namazlarını. Kimbilir o zamanlar daha körpe bir delikanlı idi ve hiç ayırmazdı yanından onu Hasan Amca. Bıyıkları yeni yeni terleyen bir delikanlıydı Enes. Nasıl da koşarak gelirdi. Hey Allahım derdim bu çağda bu zamanda bu genç nasıl bir yürektir böyle, sanki Saadet Asrı’ndan kopup gelmiş gibi. Alnından öperdim Enes’i her gelişinde, küçük hediyeler verirdim. Onlar da taşınmışlar öyle duydum en son. Şimdi kimbilir nerelerdedir…

Cemaatim şimdi nerelerde kim bilir, kimler öldü, kimler kaldı… Aradan geçmiş uzun asırlar gibi süren yirmi yıl nerdeyse. Arasam bulsam yine o eski günlerdeki gibi önlerinde dursam ve öylece cennet esintili namazların sabahında ve akşamında cem olsak. Ama şimdi kimleri bulabilirim ki. Ben buradayım bakın geldim desem. Beni alıp götürdüklerinde çil yavrusu gibi dağılan cemaatimden kimler gelir kim kalmıştır o günlerden. Şimdi neleri kaybettiğimi daha iyi anlıyor gibiyim. Ve beni esenliğe taşıyan genç yüreğimin heyecan yüklü demlerini ağırlayan kubbesi deniz yeşili o camide görev almak istemiyorum artık…

Kürsüdeydim, yine kendimi kaybettiğim yürekten konuştuğum zamanlar olsa gerek. Kürsüde Cuma hutbesi mi okuyordum… Ayetler kıvılcım gibi akıyordu yüreğime. Gözlerim nemlenmiş, yüreğim ılımıştı sanki. Cemaatteki herkesin de gözleri bende düğümlü, nemli, sıcak, içten öylece bakıyorlardı gözlerini kırpmadan… İhtiyarların ak sakallarını yalayarak yaşlar süzülüyordu gözlerinden sanki. Ara ara yakamozların ışıl ışıl yandığı denize bakıyor, içimiz duruluyor, bir nehir, yıkayan arıtan bir nehir akıyordu yanan yüreklerimize. Ayetler bir muştu, bir kurtuluş gibi sarıp kuşatıyordu yüreklerimizi. Yaralarımız sanki iyileşiyor, sonra birbirimizin gözlerinin içine bakıyor duaya duruyor ve hep içimizde sessiz ölen güvercinlere ağıtlar yakıyorduk. Zor zamanlardaydık…

Adaşım Hz İbrahim gibi ben de sessiz öyle içime ağlıyordum işte. Onun gibi yüreği yumuşak, onun gibi keder dolu ama umutla anlatırdım bildiklerimi. Buradaydım, görevli olduğum bu camide kubbesi deniz yeşili, duru sular gibi içimi yıkayan rengârenk aydınlığını denizden alan bu camide anlatıyordum tüm bildiklerimi. Hz. İbrahim’e yapılan zulmü anlatıyordum. Sonra mancınıkları, o yakan kavuran ateşleri, şehrin ortasına kurulmuş olan o devasa ateşleri anlatıyordum. Sonra Ur gülleri vardı, Harran gülleri.” İbrahim’e karşı serin ol ey ateş” diye Rabbimden gelen emirle narı nur eyleyen Rabbimin emriyle, ateşlerin gül bahçelerine dönmesi vardı hani… Dilim dönmese de gücüm yetmese de bildiklerimi anlatıyordum işte…

Gözlerim denizle buluştuğunda, yüreğim bir kuş kadar hafif, inanmanın huzurlu anları mıydı? Birden postallarla mı girmişlerdi camiye, kara, çamurlu postallarla, yeşil resmi elbiseler içinde. Ve nasıl beni kürsüden indirmişlerdi. Ne sormuşlardı, ya da sormamışlardı. Birden şubat soğuğunun ürperten yalazı yüzüme vurmasıyla caminin gevşeten rehavetinden sonra üşüdüğümü bütün bedenimin titrediğini hatırlıyorum. Hatırlıyorum, ellerim kelepçelenmişti. Hatırlıyorum, biraz önce benimle beraber İbrahim Peygamber’e ağlayan, gözleri nemlenen cemaatim çil yavrusu gibi dağılmış kimseler ama kimseler kalmamıştı. Arkalarına bile bakmadan tozutmuşlardı adeta. Yalınayak öylece şehre doğru sessiz bir ırmak gibi akmıştı küçük cemaatim.

Ellerim arkadan kelepçelenmiş, omuz başlarıma yapılan basınçla kollarım kasılmış şimdi pencereleri telli, soğuk, metal arabanın içindeyim. Oysa biraz önce cennet bahçelerinden bir bahçe gibi kırmızı, yeşil halıların yumuşaklığına gömülen ayaklarım, gözlerime serin dualar taşıyan gök rengi kubbenin altında konuşuyor, ağlıyor ve İbrahim Peygamber’i anlatıyordum. Cemaatim çil yavrusu gibi dağılmıştı. Hiç birisi çıkıp bu adamı nereye niye götürüyorsunuz diye çıkışmamışlardı. Korkmuşlardı zaar.

Bu bir kâbus olmalıydı. Hiç kimse bir şey söylemiyor sadece “hadi yürü, çabuk çabuk, hadi 
hadi durma…”diye küfreder gibi bağırıyorlar adeta beni sürüklüyorlardı. Sonra coplarla kaba etlerime, sırtıma vurmaya küfretmeye başladılar.

Bu yaşadıklarım kâbus olmalı ve ben uyanmalıydım. Uyanmalıydım. Gözlerimi kapamışım. Artık gözkapaklarım ağırlaşıyor. Ellerim arkadan bağlı. Ben böyle nasıl nasıl yaşıyorum Allahım. Allahım utanıyorum. Utanıyorum ve acıyan yerlerimi hissedemiyorum. Ellerim arakadan bağlı, gözlerim de bağlı. Sızlıyor gözlerim ve yaşlar öyle sessiz ırmaklar gibi bağlı çaputu öylesine ıslatmış yanıyor gözlerim. Nasıl dayanıyor bedenim Allahım! Allahım! Bilmiyorum… Bu Filistin Askısı olmalı. Hani hep filmlerde izlerdik. Şimdi gözlerim bağlı, ellerim arkadan kelepçeli, ayaklarım sızılar içinde kaç gündür buradayım. Bu acı nasıl da yakıyor, dağlıyor ve ben bu acıya nasıl dayanıyorum Allahım!

İbrahim Peygamber’i anlatıyordum. İçime nehirler akıyordu. Rengârenk güllerin rayihası öylece caminin kubbelerinden, bahçesinden ığıl ığıl içimize yürüyor gözlerimiz nemleniyordu. 

Soğuk bir şubat günü caminin rehavetle gevşemiş sıcağından beni buraya getirdiler. Ellerim 
üşüyordu. Ayaklarım üşüyordu. Bedenim artık bana ait değil. Bu beden benim değil değil Allahım! Utanıyorum Allahım. Böyle çıplak, ürpertiler içinde acılar içinde günlerdir asılı kalan bedenim benim olamaz Allahım.

Duyumsayamıyorum yaşadıklarımı artık. Artık bana ait olmayan bir bedeni yük gibi taşır gibiyim. Acının dozu arttıkça ruhum hafifliyor gibi. Ah ruhum. Bu bir rüya mı kâbus mu Allahım.

Başımdan aşağılara soğuk sular döküyorlar, buz gibi soğuk sular, bedenim o zaman bir titreme nöbetiyle kaskatı kesiliyor tüylerim diken diken oluyor ve avazları çıktığı kadar bağırıyorlar.

“Konuş ulan konuuuuuuuuuuuuuş! Konuuuuuuuuuuuuuuş! ulaaaan!…” 

Ben hep konuştum ki zaten. Hiç susmadım. Haksızlıklar, zulümler karşısında hep konuştum. 
Dilsiz şeytanlar gibi sessiz hiç kalmadım. Hakkı hakikati hep savundum… Ben İbrahim Peygamber’i anlatıyordum. O diyordum tek başına bir ümmet. O yüreği yufka bir peygamber. Ben başka bir şey söyleyemem. Cemaatime Allah’ın ayetlerini okurum. Onları severim, onlar da beni severler. Dertleşiriz, hep doludur camim. Sabah namazlarında bile beni yalnız bırakmazlar. Ama nasıl da çil yavrusu gibi dağıldılar, arkalarına bile bakmadan gittiler. Toz bulutu gibi şehrin sokaklarında kayboldular. Diyorum ya korktular garipler, korktular gayri…

Ne mi biliyorum. Ah ben neler bilmiyorum ki. Size hangisinden bahsetsem. Sayıklıyorum galiba. Çocuklarımın isimlerini söylüyorum. Annemin, babamın, eşimin. Sayıklıyor muyum?

Ben asırlardır bu askıda mıyım? Hep mi askıdaydım. Gerilen kollarım, çıplak bedenim, nasırlı ayaklarımdaki yaralar, acı eşiği neresidir bedenimin… Bedenim kasıldıkça içimde genişleyip, beni sabra doğru sürükleyen bir duygu yoğunluğuna gömülüyor, acının tatlı yanlarını hissediyorum ve alışıyorum acıya sanki. Evet insan her şeye alışırmış meğer acının en onulmaz hallerine bile…

Namazlarım olsaydı. Başım secdeye değse, orada öylece kalıp ağlasaydım. Yok yok ben asırlardır bu askıdayım ve bir rüya gördüm. Bu rüyada camide vaaz veriyorum, beş çocuğum olmuş, gürbüz güzel çocuklarım. Sonra beni seven bir eşim olmuş. Bu bir rüyaydı evet evet, ben acılar içinde hep bu askıdaydım. Hiç bitmeyecek bu hal. Acım dinmeyecek. Gözlerim yanıyor. Bağlı çaputtan tuzlu gözyaşlarımdan ıslanan o çaput yakıyor gözlerimi ve hissetmiyorum artık.

“Konuuuuuuuuuuuuş! Konuuuuuuuuuuuuuş!….Konuş namussuz alçak… Ne anlatıyordun lan konuşsanaaaaaaaaaaaaaaaa….”

Ben ne konuşabilirim. Ah konuşsam size neler söylerim neler. Ama ben konuşma bilmem. Ben dilimi yuttum. Dilsizim artık. Acı içimin dehlizlerine doğru akarken, sesim çıkmıyor artık. Acı içimin dehlizlerinde, azalarımın en hassas bölgelerinde gezinirken ben unuttum konuşmayı. Dilimi acıdan dişlerimin arasında kemirirken, dilimden akan kanlarla yutkunup kaldım. Ben konuşma bilmem, konuşamam, kelimelerim kanar hep…

Ayaklarımın altı yaralardan, iltihaplı yaralardan kabuk bağlamıştı. Ellerim önümde, yüzüm nasıldı bilmiyorum. Boşluğa bakar gibi, yürümüyor gibi gittim. Her adımım ölüm demekti. Her adımımla ölüyor sonra diriliyordum sanki. Nefes almak istiyordum ama yutkunamıyordum. Boğazım yanıyor, gözlerim artık net görmüyordu. Başım dönüyor yanımda iki asker beni düşmemem için tutuyorlardı. Sanki onlara yaslanıyor onlardan güç alıyordum. Ayaklarımdan irinler akıyor, kanlar akıyor, yaralar patlıyordu her adımda. Bu acıya ben nasıl dayanıyordum Allahım. Allahım insan nasıl dayanır bunca acıya, Rabbim sen nasıl bir yaratılışla yarattın bu insanoğlunu. Nasıl bir vicdanı vardı bu insanların, bu insanların vicdanı, ruhu var mıydı Allahım. Bu insanlar yaşıyorlar mıydı? Çocuklarının saçlarını okşarlar mıydı akşam olduğunda, eşlerinin sevdiklerinin gözlerinin içine bakarlar mıydı? Bir kedinin yumuşak tüylerini okşamış, bir köpeğe dokunmuşlar mıydı şefkatle.

Hiç birisinin yüzünü hatırlamıyorum. Hatırlayamıyorum. Kara gergin derilerinde, yüzlerinde maskeler vardı, gözleri alev alev yanıyor, cehennemler konaklıyordu sanki bakışlarında. Unutmak istedim bana eşi görülmemiş işkenceler yapan insanların ruhsuz maskeli yüzlerini. Ah unutmalıydım. Yoksa her yüz, her çehreden akıp gelen gariz küfürleri hatırlayacağım, kızgın ateşler gibi yanmış işkence aletlerinin dokunuşunu hatırlayacağım. Gerilen bedenimin Filistin Askısında sekiz gün ama sonsuz bir zamanda kalmış gibi bedenimin kasılmasıyla, artık yok saydığım acı eşiğimin tükenişinde, öldüğüm dirildiğim o sonsuz çile günlerini hatırlayacağım…

Her adım büyük işkence, her adım ölüm. Şimdi tel örgülerin arkasında seni görüyorum. Etrafını sarmış yavrularımı aslan parçası oğullarımı görüyorum. Bir sis bulutunun içinden geçiyor ve yüzünüz gözleriniz daha bir ortaya çıkıyordu yaklaştıkça. Seni son kez gördüğümü bilseydim, utanmazdım çocuklarımdan tel örgülerinin arkasından ellerini, parmaklarını tutar öperdim. O kara kırgın, ağlamaktan kızarmış gözlerine bakardım karıcığım. Ama nerden bilebilirdim seni son defa gördüğümü. Oysa her buluşma bir ayrılık yüklüdür. Oysa ayrılıklar vedalara gebedir de bilinmez... Örtünün ucuyla kızaran gözlerinden akan yaşları siliyor, bana bakamıyordun. Sen de benim yaşadığım acılara denk acılar yaşıyordun bu her halinden belliydi. Solgun güller gibi artık çehrenden can çekilmiş, gözlerinin feri sönmüş, karşımda yorgun ve bitkin öylece bakıyordun. Bakıyordun, şakaklarıma doğru uzanan kızarıklığı görüyor, ellerime, bileklerime oturmuş morlukları görüyor, gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu.

Çocuklarım, aslan parçalarım. Hep edepli, hep öyle güzel evlatlarım. Ne konuşacaklarını bilemeden bakıp durdular uzun uzun bakamadık birbirimizin yüzüne. Ahmet sonra tuttu parmaklarımı tellerin gerisinden. Dokundum Ahmet’e, pembe titreyen dudaklarını yanan parmaklarıma değdirip öptü ellerimi. Ahmedim güzel yavrum…

Artık işkence yapmıyorlar. Koğuştayım. Yıllarca kalacağım koğuşta, ayaklarımdan ziyade yüreğimin sızısı geçsin diye bekliyorum. 28 Şubat Darbesi diyorlar. Soğuk Şubatlarla gelen bu derin darbenin suçlusu olarak, ama hangi suçtan burada olduğumu bilmeden kestiler cezamı. On-se-kiz yıl… Tam on-se-kiz yıl… Yan ranzamda yatan yirmisinde esmer yüzü sivilceli, kırçıl sakallı ve simsiyah gözleriyle hınçla öfkeyle bakan Kasım babasını öldürmüş. Üst ranzamda yatan Hasan Ali’nin bir türlü öğrenemedim neden yattığını, ama ağır çok ağır yüz kızartan bir suçtan yattığı belli. Hemen sol ranzamda ise büyük bir kaçakçılığa kendini kaptırmış yine genç bir adam yatıyor. Adı Ali Emir, sessiz sakin, zararsız bir tipe benzese de sinsi bakışlarıyla ara ara beni süzdüğünü hissediyorum. İşte böyle gülen gözleriyle, heyecan dolu yürekleriyle beni her daim dinleyen cemaatimden, komşularımdan, evimden, çocuklarımdan, yuvamdan ayrı yıllarca bu dört duvar arasında tanımadığım ve hiç bir zaman da yollarımın kesişmesi muhtemel olmayan bu insanlarla kalacaktım.

Bayılmışım. Beni sürükleyerek getirmişler koğuşa. Ayaklarımdan kanlar akıyor ellerim istem dışı titriyormuş. Sonra başımda beklemiş Hacı Said Ağabey. O da 28 Şubat vurgunu yemiş. Ben suçlu değilim diye sayıklıyor, gözlerimden yaşlar akıyor, şakaklarımdan, saçlarımı sakallarımı yalayarak boynuma doğru akıyor yaşlar…

Hacı Said Ağabey, ılık bir çay içiriyor bana. Çay ılık ama boğazımı yakarak akıyor içime doğru. Günlerdir bir şey yiyemiyorum. Midemi artık hissetmiyorum. Mideme kramplar giriyor. Ne yesem yakıyor kavuruyor midemi.

“İbrahim… İbrahim kalk uyan İbrahim. Artık kendine gel toparlan. Bak biz de buradayız. Geçecek inşallah. Bu da geçer Ya Hu… Sen bilmez misin? İbrahim İbrahim uyan…

Uyandım…”

Uyandım ama uyandığım dünya artık bana dar geliyordu. Bu koğuş, bu yatak, bu gıcırdayan ranza. Duman rengi kirli duvarlar hep üzerime geliyordu. Sonra burada hepten boğulur oldum. Eşim Zeynep’in öldüğünü kardeşim Hüseyin gelip söylediğinde artık koğuşa dönecek takatim kalmamıştı. Oğlum Ahmet, “Anaaaaaaam” diye böğrünü yumruklayıp ağlamış günlerce. Durmaksızın ağlamış. Çocuğum, çocuklarım öksüz, anasız kalmışlardı. 

Yine Hacı Said’in kollarında geldim koğuşa. “Bak İbrahim dellenme, yine Filistin Askısına 
mı asılmak istiyorsun. Bak dellenme İbrahim. Bu adamların gözü kara. Yürekleri kara. Bak acıma yok bu adamlarda anlamadın mı hala?”

“Rabbim sana sabırlar versin. Acın büyük… Şimdi kale gibi duracaksın. Kale, yıkılmaz bir kale olacaksın oğullarının karşısında. Burası mapusluk tamam ama sen hep cemaatine İbrahim Peygamberi mi anlattın. Hiç Yusuf Peygamberi, onun çektiklerini, nasıl zindanı Medrese-i Yusufiye ’ye çevirdiğini anlatmadın mı?

Kubbesi deniz yeşiline çalan, yakamozların camlarında ışıl ışıl yandığı o küçük camiye bir daha hiç gidemedim. Ahmedim büyüdü delikanlı oldu. Onunla hep birlikteyiz artık. Yıllar sonra çıktığımda hakkımdaki tüm suçlamalardan berat ettiğimi söylediler. Tam on-se-kiz yıl yattıktan sonra. Eşimi kaybettikten, çocuklarımla yıllarca hasretlik çekerek öylece uzaktan görüştükten sonra.

Şimdi tekrar hoca olarak atandığım camimde yine anlatıyorum. Ama bu sefer İbrahim Peygamberden çok, kuyulara düşmüş sonra yıllarca zindanlarda kalmış Yusuf Peygamber’i anlatıyorum. Onu anlattıkça yüreğime ayrı bir heyecan geliyor. Onca kayıp gitmiş yılların arkasından, onca acının arkasından derin derin nefeslerle çok uzaklara bakıp boğazıma düğümlenen hıçkırıklara ve gözlerime birikmiş gözyaşlarına zor hâkim oluyorum. Ve Rabbimin ayetlerini okuyorum cemaatime…

“(Ey müminler!)Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?”

SELVİGÜL

1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.

Daha fazla görüntüle